28 Ekim 2010 Perşembe

İran devrimlerinin başladığı şehir

Tebriz’de her zaman canlı bir siyaset ve kültür hayatı vardı. Hem 1905’teki hem de 1979’daki devrimler buradan başladı.

İran’ın kuzeybatısındaki en büyük şehir; Eynalı ve Sehend dağları arasında, Kuruçay ve Acıçay’ın birleşmesinden oluşan nehir yatağı üzerindedir. İklim kuru, yazları sıcak, kışları hayli soğuk geçer. Safeviler devrinde, daha önce de Akkoyunlular ve İlhanlı Moğolları devrinde koskoca İran’ın başkentiydi.

Her zaman çarşı pazarda, evde Türkçe konuşulurdu. Uzun bir süre Tahran’dan sonra ikinci büyük şehir iken, bugün iki milyon nüfusuna rağmen ülkenin dördüncü büyük şehridir. İran Ermenilerinin ruhani merkezidir. Birçok Müslüman büyükleri arasında Şemsi Tebrizi de bu şehrin büyüklerindendir. Depremleriyle meşhurdur. Nitekim 1729 depremi ile şehrin birçok abideleri harap olmuştur. Halen İran’ın halıcılık merkezi sayılabilir, en güzel halılar orada dokunur.

Karakoyunlu ve Akkoyunluların eserleri, en başta Gök Mescid Türk sanat tarihi bakımından önemlidir. Daha doğrusu Osmanlı sanatının nereden geldiğini anlamak bakımından önemlidir. Bursa’nın mimarisini anlamak için, Tebriz’den gelen ustaların ve Tebriz’in 15’inci yüzyıl eserlerini iyi tanımak gerekir. Osmanlıların 18 yıl tahririni yaparak idare ettikleri bir bölgeydi, gene de Osmanlı-İran harplerinin çekişmesinin merkezinde yer alırdı.

İlk matbaa burada kuruldu
Tebriz 1905 İran meşrutiyet devriminin ve 1979’da da bugünkü İran’ı yaratan devrimin başlangıç noktası. Şüphesiz her zaman canlı bir siyaset ve kültür hayatı olmuş. İran’da ilk matbaa 1811’de Tebriz’de kuruldu. Eğitimde modernleşmenin ilk kurumlarından sayılan Rüşdiye 19’uncu asır sonunda burada açıldı. İran’ın ilk belediyesi hem kuruluş hem bina olarak Tebriz’dedir.

Azerbaycanlıların bulunduğu her yere tiyatro gelir. İlk Türk tiyatro eserleri Tiflis’te temsil edildi, kurumsal tiyatro ise Tebriz’de toplum hayatına adım attı. Tebriz üniversiteler şehri ama her köşede Türkiye’de üniversite bitiren hekime, mühendis, mimara ve meslek sahiplerine rastlamak mümkün. Azeri Türkçesi sadece sokakta ve evde değil, resmi kurumlarda bile konuşulan bir dil. Ama Farsçayı Azerbaycan okumuşları çok iyi bilir; bu dilin kültürüne, edebiyatına, tarihçiliğine katkıları büyük. Bakü’nün aksine Tebriz aydını Türkçeye çok düşkün ve Farsçaya da çok saygılı. Şehriyar gibi bir Türk şairinin Türkçe şiirleri kadar, Farsça şiirleri de mükemmel; mesela Prof. Rahim Reisnia Osmanlı-İran tarihinin 19’uncu yüzyılı ve modern Türkiye üzerindeki tetkikleriyle her iki ülkenin tarihçiliğine de katkı yapanlardan.
Unuttuğumuz dil ve müzik
Tebriz’in depremlerine rağmen ta 15’inci asırdan beri devamlı restore edilen büyük Kapalıçarşı’sı bugünün Ortadoğu dünyasında yayıldığı alan itibarıyla kendi türünün en geniş ve büyük örneği. Bu çarşıyı gezmek bir zevk. Tebriz’in halılarının ne olduğu burada anlaşılıyor.
İstanbul’daki Tebriz asıllı Azerbaycanlılar, çok ön plana çıkmasalar da hem iş hayatında hem de kültür hayatımızda önemli yeri olan bir grup. Prof. Ali Polat bu grupta önde gelenlerden biri. Tebriz’deki dostlarımızla ve oraya yatırım yapan diğer Türk işadamlarıyla konuşmak bir zevk; Rıza Resulzade ve Mimar Fertus Musavi ve Ekber Talibi ile Tebriz çarşısını ünlü İran uzmanı arkeolog Andre Godart’ın kurduğu Azerbaycan Müzesi’ni ve Yelpaze Mescidi’ni gezmek irfan arttırıcı; uzun zamandır özlediğim tipte yüklü sohbette Tebriz’in aydınları evlerinde toplanıyorlar ve yaşam biçimlerinde bir incelik gözleniyor. Sohbet bu insanlar için basit bir ifade değil, bir sanat, bir tasvir ustalığı.

Türkçenin nelere kadir olduğunu Tebriz aydınları arasında anlıyorsunuz. Unuttuğumuz dil, unuttuğumuz müzik ve etrafa bakma sanatı Tebriz’de. Ara sıra Türkçe konuşulan dünyanın merkezlerini görmek lazım ama bakmayı bilmek şartıyla.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 24.10.2010)

Özgürlük Heykeli'ni Abdülaziz mi yaptırdı?

Hafta sonları New York'ta çıkan bir Amerikan dergisinde, Paris'te yapımı süren heykel hakkında kapaktan bir haber. Solda Paris'te heykelin resmi açılış töreninden görünüş. Sağ üstte heykeltıraş Bartholdi'nin resmi. Alttaki kesitte ise heykelin omurgasındaki demir konstrüksiyon görülüyor.

Müthiş haber: Biliyor musunuz, hani şu New York'un simgesi olan Özgürlük Heykeli var ya, onun parasını Sultan Abdülaziz ödemiş!24 Haziran 2004'te "Hürriyet" gazetesinde çıkan bu iddianın tarihî gerçeklerle en ufak bir alakası yoktu.

4 yıl sonra aynı gazetede, üstelik kaynak gösterme gereğini dahi duymadan Soner Yalçın'ın, Murat Bardakçı imzalı bu haberi nasıl apardığını geçen hafta yazmıştım. (İntihalcileri üniversitede hocaysa unvanlarını alıp sokağa atıyorlar ama gazetecilikte ödül üstüne ödül veriyorlar!)

Murat Bardakçı hakkında daha önce bir yazı yazmış (Zaman, 5 Nisan 2009) ve Osmanlıca belgeleri nasıl yanlış okuduğunu ortaya koymuştum. Söz Soner Yalçın'ın intihalde bulunduğu yazıdan açılınca Özgürlük Heykeli'yle ilgili yazısına değinmek şart oldu.

Yazının başında "Özgürlük Heykeli'nin parasını Sultan Abdülaziz ödemişti" deniliyor. Ancak birazdan öğreniyoruz ki, tamamını değil, "masraflarının büyük kısmını" ödemiş. Neyse diyorsunuz ama sona geldiğinizde gözlerinize inanamıyorsunuz: Meğer sadece "masrafların bir bölümü" Abdülaziz tarafından karşılanmış!

Tamamı, büyük bölümü ve bir bölümü arasındaki farkı siz düşünedurun, gerçek dışı bir haber karşısındayız. Yazıyı alıntılayan nice internet sitesinde "Özgürlük Heykeli'ni de biz yaptırdıysak kim oluyor şu Amerika dedikleri biçare!" efelenmeleri ve "Heykelimizi geri isteriz" haykırışları gırla gidiyor.

Doğruysa yazalım ve ecdadımızla elbette övünelim, o ayrı; ama olmayan bilgilerle, üstelik geçmişin üzerine bir hayal perdesi gererek insanları göz göre göre aldatmaya hayır dememiz gerektiğini düşünüyorum.

Özgürlük Heykeli, iç savaş sonrasında geliştirmek istediği dostluğun bir nişanesi olarak Fransa devleti ve halkı tarafından yaptırılmış ve Amerika Birleşik Devletleri'ne hediye edilmişti. Sadece burnunun uzunluğu 1,5 metreyi¸ toplam ağırlığı ise 225 tonu bulan bu muazzam boyutlardaki madeni heykelin maliyeti bizden kat be kat zengin olan Fransızları bile perişan etmişti. Halktan para toplaya toplaya iflahları kesilmiş, maliyetini denkleştirmek için yardım kampanyalarından tutun da lotarya düzenlemeye kadar başvurmadıkları yol kalmamıştı. O tarihlerde Paris'te de, New York'ta da en yüksek yapı özelliğine sahip bu Masonik simgelerle donanmış heykelin yapımı tam 10 yıl sürmüştü.

(Unutmayalım ki, 5 Ağustos 1884 günü yapılan kaidesinin temel atma törenini New York Büyük Locası'nın Üstad-ı Azamı Willam A. Brodie yönetmişti. Heykeltıraşı Bartholdi de, yapım işini organize eden Laboulaye da, kaidenin mimarı Richard Morris Hunt da Masondu. Bugün kaidesine Masonlarca çakılan bir plakette onun bu Masonik öyküsünü okumak mümkündür.)

Heykel fikir olarak ilk kez 1865'te bir akşam yemeğinde gündeme gelmiş, tamamlanıp yerine dikilmesi için ise tam 21 yıl geçmesi gerekmişti. İnşasına Paris'te 1875'te başlanmış, açılış töreni 1886'da yapılmıştı. Fransızlar 'Hiç değilse kaidesini siz yapın' demişlerdi Amerikalılara ama o bile 2 yılda ve binbir güçlükle toplanabilen yardımlarla tamamlanabilmişti. O kadar ki, yardım kampanyasına 1 cent yatıran çocukların isimleri bile Pulitzer'in "World" gazetesinde yayımlanıyordu. Gustave Eiffel ise Eyfel Kulesi'nden önceki başarısını onun omurgasında gerçekleştirecekti.

Dolayısıyla Özgürlük Heykeli iki kapitalist ve zengin ülkenin bile zorlandığı bir süreç sonunda tamamlanabilmişti. Abdülaziz'in ise Eylül 1986 fiyatlarıyla maliyeti 75 milyon doları bulan heykeli değil yaptırmak, mevcut dış borçlarını bile ödeyecek imkânı yoktu. Unutmayalım ki, Heykele başlandığı yıl olan 1875'te Osmanlı bütçesi 5 milyon liradan fazla açık vermiş ve hazine "Ramazan tahvilleri"yle iflasını ilan etmişti.

Lafı uzatmaya gerek yok belki ama yazıdaki hatalara da gözümüzü kapatamayız.

Güya Mısır Valisi Said Paşa Süveyş Kanalı'nın projesini 1854'te "Sultan Abdülaziz'in"(!) onayına sunmuş ve padişah onu tam 12 yıl boyunca oyalamış. Bir kere 1854'te Abdülaziz padişah değildi ki! O zamanki padişah, ağabeyi Abdülmecid'di. Abdülaziz'in padişah olması için 7 yıl geçmesi gerekecektir (geçen hafta 6 demiştim, bir ekleyin).

Güya Süveyş Kanalı'na dikilecek olan ve Abdülaziz'in bir kısım parasını ödediği heykelin yapımı bitmiş, halkın tepkisinden korkan Said Paşa vazgeçip onu Paris'te bir depoya attırmış (gökdelenlerle yarışan 46 metrelik heykeli alacak bir "depo" Paris'te ne arıyordu?).

Doğruların yanına bir sürü yanlış böyle giriyor demek ki.

Evet Bartholdi Said Paşa'ya bir heykel projesi sundu ama bizzat kendisi bile iki heykel arasındaki benzerliği inkâr etmiştir. (Klaus Kreiser'in "Muqarnas" dergisindeki makalesine bkz. Vol. 14, 1997.) İlk proje için biblo şeklinde bazı denemeler yapıldı ama hiçbir zaman hayata geçirilmedi. Zira ne Mısır'ın, ne de Osmanlı'nın gücü yeterdi bu büyük projenin gerçekleştirilmesine. Heykelin açılışının 25 Ekim'de yapıldığı türünden hataları ise geçiyorum (doğru tarih 28 Ekimdir).

Yazısının sonunda yazar pek yapmadığı bir şeyi yapıyor ve hepimize "Vay canına" dedirten kaynağını açıklıyor. Buna göre Mahmut Esat Ozan adlı birisinin "çalışması"nı kaynak olarak kullanmış. Kimmiş acaba Özgürlük Heykeli uzmanlarının bile bilmediğini bilen yazar? Hemen söyleyeyim: 2009'da ölen, ABD'ye yerleşmiş bir sinemacı.

Şaşırdınız ama gerçekten de kaynak diye sunulan 'çalışma', internette Amerika'daki Türklere yönelik hamaset kokan yazılarıyla meşhur bir sinemacının senaryosundan ibarettir.

Siz ne dersiniz bilmiyorum ama ben buna en hafif ifadesiyle tarihi ciddiye almamak diyorum.

Mustafa Armağan
(Zaman, 24.10.2010)

Avrupalı aydınlar, Osmanlı padişahlarını örnek hükümdar olarak göstermişti

Osmanlı padişahları yönetim biçimleriyle 16. yüzyılda Avrupa'da örnek olarak gösterilen hükümdarlardı.

Gazetemizle birlikte her cuma verdiğimiz padişah ekleriyle dünyanın en büyük iki imparatorluğundan birini kuran ve yöneten Osmanlı padişahlarının hayatlarını ve devleti nasıl yönettiklerini en son akademik araştırmalar ışığında değerli okurlarımıza aktarmaya çalışıyorum.

HAKSIZLIĞA UĞRAYAN PADİŞAHLAR
Osmanlı İmparatorluğu, Roma ile birlikte tarihin gördüğü en büyük iki imparatorluktan biriydi. Böyle bir imparatorluğun kurulmasında da devleti yöneten padişahların rolü büyüktü. Türkler'in tarihte büyük rol oynamalarında liderlerinin etkisi büyük olmuştur. Kuvvetli liderler tarafından yönetildiğimizde tarihte büyük işler başarmış bir milletiz. Bunun en iyi örneği de Osmanlı İmparatorluğu'dur. Ancak uzun yıllar tarih kitaplarında Osmanlı padişahları astığı astık kestiği kestik, kadın delisi ve cahil yöneticiler olarak anlatıldı. Fatih Sultan Mehmed gibi büyük hükümdarları ise Türkler'i yönetimden uzaklaştırdı diye tenkit ettiler.

Halil İnalcık hocamız yıllardır Osmanlı tarihi en yanlış yazılmış tarihtir vurgusunu sık sık yapar. Gerçekten de hem Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihi hem de bu imparatorluğu yöneten padişahların tarihi çok yanlış yazılmıştır.

ÖRNEK HÜKÜMDARLAR
Osmanlı Devleti'nin büyüyüp bir cihan devleti haline gelmesinde de padişahların vizyonlarının büyük rolü vardır. İkinci Osmanlı Padişahı Orhan Gazi, Bursa, İzmit, İznik gibi yerlerden müteşekkil küçük bir beyliğin başındayken kendisini "ufukların efendisi" şeklinde ifade etmesi bu durumu çok açık gösterir.

Halil İnalcık hocamız İstanbul'un fethi sayesinde İkinci Mehmed'in kendisini cihanşümul bir imparatorluğun temsilcisi olarak gördüğünü, mutlak ve hudutsuz bir iktidar kazandığını söyler. Bu durum merkeziyetçi devletin kurulabilmesini ve devamlı fütuhat faaliyetlerinde bulunulabilmesini sağladı. Fatih'in cihanşümul hakimiyet fikrinin temelleri geniş bir yelpazeden oluşuyordu: Türk-Moğol hükümdarlık geleneği, İslâmî hilafet telakkisi ve Roma imparatorluk fikri. Fatih Sultan Mehmed döneminde kapıkulları ile Türkler arasında bir denge kurularak, devlet yönetiminde tek söz sahibinin padişah olması sağlanmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu'nun mutlak padişah otoritesine dayanan bir devlet olması, hükümdarın iktidarını ülkedeki beylerin sınırlayamaması Avrupa'ya karşı üstünlük kurmamızı sağladı.
Avrupa'da asırlarca hükümdar otoritesini sağlamak için mücadele verildi. Kralların ve imparatorların unvanları çoğu zaman kâğıt üzerindeydi. Avrupalı aydınlar, bu yüzden Osmanlı idare tarzı örnek olarak gösterdiler. 16. yüzyılda Avrupa'da mutlakiyetçiliğin teorisyenlerinden Jean Bodin (1520-1596) ve benzeri düşünürler Osmanlı İmparatorluğu'nun ideal bir siyasi sistemin örneği olduğunu söylediler. Jean Bodin, krala Fransa'yı Osmanlı İmparatorluğu gibi yönetmesini tavsiye etmişti.

MAREŞAL HÜKÜMDARLAR
Osmanlı padişahları imparatorluğun kuruluşundan itibaren ordulara komuta ederek, büyük zaferlere imza attılar. Padişahların 15'i, ordularının başında sefere çıkmış, bunlardan da 10'u meydan muharebelerinde orduya komuta etmişlerdir. İlber Ortaylı hocamızın dediği gibi Osmanlı hanedanı kadar mareşal çıkaran başka bir hanedan da yoktur.

ŞAH İSMAİL
Türk tarihinin en önemli figürlerinden biri olmasına rağmen İran Safevi Türk devletinin kurucusu Şah İsmail hakkında Türkçe kitap çok azdır. Tufan Gündüz'ün orijinal kaynaklara dayanarak kaleme aldığı ve Yeditepe yayınları arasından çıkan "Son Kızılbaş Şah İsmail" isimli eser ülkemizdeki bu boşluğu doldurdu.

16. yüzyılın başlarında İran'da kurulan yeni devlet, tarihin akışını değiştirdi. Devletin kurucuları olan Kızılbaş Türkmenler aynı zamanda onun kurbanıydılar da. Şahın emirlerine kayıtsız-şartsız itaat ettiler. Bir yanda Şah'ın otoritesini kurmak, diğer yanda ülkenin sınırlarını korumak ve devleti ayakta tutmak için canlarını verdiler. Bazen onlar şaha hakim oldular, bazen de şah onlara.

Safevî Devleti, bir inanç hareketinin devletleşmesi, biçim değiştirmesi, farklılaşmasıydı. Dinin siyasallaşması, devletin dinin hizmetine alınması, dinin devletin dayanağı haline gelmesiydi. Kızılbaşlık İran'da Şiîliğin yayılmasıyla birlikte bir değişim geçirdi.

Türk tarihinin en önemli isimlerinden biri olmasına rağmen sadece Osmanlı penceresinden baktığımız için layıkıyla değerlendiremediğimiz Şah İsmail ile ilgili büyük emek mahsulü bu kitabı kaleme alan Türkiye'nin en önemli tarihçilerinden Doç. Dr. Tufan Gündüz'ü tebrik ediyor, bu kitabı da herkese tavsiye ediyorum

Erhan Afyoncu
(Bugün, 24.10.2010)

18 Ekim 2010 Pazartesi

Miryokefalon Türkler için dönüm noktasıydı


(Bu resim Gustavo Tore tarafından yapılmıştır.
Miryokefalon zaferinde Türk askerinin pusudaki durumunu tasvir etmektedir.
Konya'da yapılan pusudaki başarı, İmparator Manuel'in umutlarını tüketmiştir.)

Malazgirt zaferimizin 939. yıl dönümünü kutladık. Malazgirt bize, Türkistan’dan sonraki yeni ana yurdumuz Anadolu’nun kapılarını açtı. Bizi Akdeniz’e, tarihimizde ilk defa açık denizlere çıkardı. Osmanlı Cihan Devleti’nin alt temellerini oluşturdu. Ama biz tarihçilerin 2. Malazgirt dediğimiz Miryokefalon zaferini bugün aydınlarımız, gençlerimiz, çocuklarımız bilmiyor. Miryokefalonsuz, bugün yaşadığımız coğrafyayı edinmemiz mümkün değildi.

17 Eylül 1176 Miryokefalon zaferinin 834. yıl dönümündeyiz. Türk milletine kutlu olsun! Zaferi bizim için kazanan Selçukoğlu İkinci Sultan Kılıç-Arslan‘ı (1116-1155-1192), eksiksiz bir saygı, sonsuz bir sevgi ile anıyoruz. Asker, hükümdar ve insan olarak yüce karakterine hayranlığımızı açıklıyoruz.

Miryokefalon, Eğridir Gölü’nün az kuzeyindedir. Tam yeri hakkında bu yörenin insanı olan Yk. Müh. Ramazan Topraklı bir kitap yayınladı: M.Savaşı, Ankara 2010.

Burada, 12. yüzyılın en büyük ve en önemli meydan muharebesi vuku buldu. En büyük ve önemli Avrupa ve Hristiyan devleti Bizans’ın, çok seçkin bir asker, devlet ve kültür adamı olan imparatoru Manuel Komnenos (1122-1143-1180), Anadolu Selçuklu sınırını geçti. Miryokefalon geçidine geldi. İkinci Kılıç-Arslan ve Türk ordusu burada idi. Türk’ün geleceğini belirleyen meydan muharebesi burada oldu. Kaybetse idik, düşman, taht şehrimiz Konya’ya gelecek, bizi Anadolu’da sürebildiği kadar doğuya sürecekti. Malazgirt’ten tam 105 yıl sonra, devletimizin geleceği kararacaktı. Avrupa’da bizim Selçuklu devletimize çoktan Türkiye (Turchia) demelerine rağmen, Anadolu’ya gelen Türk nüfusu ile yerli halk henüz dengede idi.

O çağda Bizans (Doğu Roma) imparatorluğu, Anadolu’nun kalın şerit hâlinde istisnasız bütün sahillerini, Balkanlar’ı, Kıbrıs ve Girit’i, Güney İtalya’yı içeriyordu. İmparator Manuel’in ordusunda Macar, İtalyan, Fransız, Sırp, hattâ Türk (Gök Tanrı dininden Peçenek) yardımcı birlikleri bulunuyordu. Türkleri Anadolu’dan atmak üzere, Kılıç-Arslan’ın 60.000 askerden oluşan ordusu ile karşılaştı.

BİZANS SARAYINA ZİYARET
İkinci Kılıç-Arslan, Yunanca, Farsça, Arapça’ya vakıftı. İmparator Manuel’i yakından tanıyordu. Şahsen dosttular. İmparator’u Bizans (İstanbul) şehrinde ziyaret etmiş, 3 ay sarayında kalmıştı. Böylesine bir ziyareti hayal bile etmeyen -o çağda Hristiyan dünyasının en medenî ülkesi olan- Bizans’ın İmparatoru, sarayına şeref veren Kılıç-Arslan’ın her öğün yemeğini altın tabaklarla göndermiş ve hiçbir öğün tabakları geri almamıştı. Bizans’ın haşmetini büyük rakibine göstermek için elinden geleni yapmıştı.

Şimdi Sultan Kılıç-Arslan, Miryokefalon’da mağlûp Bizans ordusunun karşısında idi. Manuel’i esir alarak prestijini kırmak istemedi. Zaferi kazandığı an, çepeçevre kuşattığı Bizans ordusunun çekilip gidebilmesi için, ordumuzun bir kanadını açtı ve düşman rahatça geçti. Hâkanımız, bu coğrafyada beraber yaşayacağımızın idrakinde idi. Zamanının medenî seviyesinin çok üzerinde idi. Mağlûp ve ağır zayiat veren İmparator, saflarımızı selâmlayarak çekilip gitti.

Kılıç-Arslan, Mısır-Suriye sultânı Selâhaddin Eyyubî ve Almanya İmparatoruFriedrich Barbarossa başta, belli başlı hükümdarlara zafer-nâmeler göndererek Miryokefalon’u anlattı (buna rağmen Barbarossa, 3. Haçlı Seferi başkomutanı sıfatıyle üzerimize gelerek topraklarımızda can verecektir).

“DUÂNIZLA KAZANDIM”
Zaferden sonra Sultan Kılıç-Arslan, taht şehri Konya’ya geldi. Büyük törenle kutlamaları kabul etti. Süryânî Patriki de kendisini kutlayınca “Duânız berekâtıyle kazandım!” dedi. Dünya tarihinde, hele Orta Çağ’da telaffuz edilmiş en derin manalı, insanlık tarihinin parıltılı tezahürlerinden bir cümledir. Atalarımızın ne yüce bir kültür ve siyaset çizgisine eriştiklerinin göstergesidir. Ancak kendi pozisyonundan ve inancından emin ve müsterih bir insanın söyleyebileceği bir sözdür. Oğuz‘luktan -Müslüman olarak- hızla Türkmen ve oradan aynı hızla yüksek yerleşik uygarlığa geçerek Türk olabildiğimizin kanıtıdır. Böylesine bir hızla bin yıllık Anatolia’ya Avrupa’da Türkiye dedirttiğimiz âşikârdır. Böyle bir cümleyi, karşıt bir dinin en yüksek ruhanisine söyleyebilecek devlet başkanının bugün bile dünyamızda varlığından şüphe ederim.

Bizans, Orta Anadolu’yu Türklerden geri alabilmek için bir asırdır fırsat buldukça nice teşebbüsler yapmıştı. Miryokefalon’da Bizans’ın bu ümidi söndü. Sultan Kılıç-Arslan, torunu Büyük Alâeddin‘e (1192-1219-1237), Anadolu’yu, dünyanın o asırdaki en müreffeh ülkesi hâline getirebileceği zemini, Miryokefalon zaferi ile hazırladı.

Yılmaz Öztuna
(Türkiye, 18.09.2010)