18 Ekim 2011 Salı

Türkiye’nin anayasaları nasıl hazırlandı?


(Tanzimat Fermânı'nın asıl örneği.)


Başbakan Erdoğan’a göre yeni anayasa bir yıldan kısa sürede tamamlanmalı diyor, muhalefet karşı çıkıyor. Uzayabilir tabii ama Türkiye iki-üç aydan bile daha kısa sürelerde anayasalar hazırlamıştır.

Saro Dadyan’ın ilginç makalelerinin derlemesi olan son kitabında (“Osmanlı’nın Gayrimüslim Tarihinden Notlar”, Yeditepe Yayınevi) 1863 tarihinde Ermeni milletine verilen Millet Nizamnamesi bir anayasa olarak niteleniyor. Aynı şeyi ondan evvel merhum Bülent Tanör yapmıştı; bunu imparatorluğun anayasasından evvel çıkarılan bir ilk anayasa olarak değerlendiriyorlar. Kuşkusuz Ermeni milletinin nizamnamesi geniş Ermeni- Ortodoks cemaatinin idaresinde sadece ruhanilerin değil, kuvvetlenmeye başlayan zengin Ermenilerin ve yüksek bürokrasinin üyeleri olan amira sınıfının da rol almasını düzenler. Bu iç nizamnameyi Ermeni milleti için esas teşkilat diye nitelendirebiliriz ama anayasa olmaktan uzaktır.

Her halukârda temel anayasal hakları birbiri ardından bahşeden, bu konuda çağına göre Müslüman ve gayrimüslimler arasında esaslı bir eşit statü getiren 1856 Islahat Fermanı ile daha evvelki 3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’nı anayasal belgeler olarak saymalıyız. Bu ikisinin hazırlanışı öyle uzun boylu tartışmaların ve kalabalık heyetlerin katılımıyla olmadı. Tanzimat bürokratlarının becerilerini ve ihata (geniş bilgi ve anlama) kabiliyetlerini gösteren iki belgedir.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan anayasanın bir yıldan çok daha az zamanda tamamlanması gerektiğini söylüyor, muhalefet ise bir yılın kısa bir süre olduğu kanısında. Sayımlı suyumlu, ara anlaşmalı, bütün layihaları dikkate alan bir çalışmanın uzayacağı ve uzatılabileceğine şüphe yoktur. Bildiğimiz kadarıyla şimdiden küçük risale boyunda anayasa tasarılarını kaleme alanların sayısı hayli yüksektir. Barolar Birliği’nin hazırladığı bir anayasa taslağı görmedim ama başkanlık sistemine karşı bir risaleleri şu anda elden ele dolaşmaya başladı. Türkiye iki-üç ayda değil, çok daha kısa zamanda nice anayasalar hazırlamış bir ülkedir. Hatta anayasa hazırlamayı bir fikri ve entelektüel ibadet haline getirenler vardı; merhum Coşkun Kırca’nın portföyünde her zaman birkaç anayasa modeli olduğu söylenir. Elhak bunları sarih Türkçesi ve güçlü hukuk mantığı ile en iyi biçimde kaleme alacak bir devlet ve hukuk adamıydı.

Mithat Paşa ile Cevdet Paşa’nın büyük kavgası
1293 yani 1876 Kanun-u Esasi’si de çok kısa zamanda genişçe bir heyet tarafından kaleme alındı. Cevdet Paşa ve Mithat Paşa kuruldaydılar, ikisinin birbirleriyle münakaşası galiz ölçülere varmıştır. Mithat Paşa “Hoca sen Fransızca bilmezsin, o ibare öyle anlaşılmaz” gibisinden bir söz sarf edince, Cevdet Paşa da “Senin bildiğin Fransızcayı dükkân çırakları da bilir, hukuktan ise anlamazsın” demeye getirmiştir. Gerçekte Mithat Paşa’nın verdiği anayasa layihasının anayasa ile alakası olmadığını Tarık Zafer Tunaya hoca gibi onun tarihi kişiliğine hayran bir hoca bile söylerdi, arşivdeki notlarını okumuştu. Cevdet Paşa’nın ideali ise kâğıt üzerindeki anayasadan çok İngiltere gibi anayasal sisteme ruha ve ananeye sahip bir hukuki toplumsal düzendi. Cevdet Paşa bu ana komisyonun bir iş çıkaracağına besbelli inanmıyordu. Mithat Paşa ise “Anayasa bir an evvel çıksın da ne olursa olsun” telaşındaydı; bu yüzden çıkan anayasanın anayasa ile ilgisi yoktur. Teminat altına alınmayan şahsi hürriyet ve korunma haklarının ilk kurbanı da kendisi oldu, meclis toplanmadan sürüldü. Bu sürgün, ilan edilen Teşkilat-ı Esasiye’ye yani anayasaya mugayir değildi.

Osmanlı, Macar Kontu Seçenyi Paşa’yı itfaiye komutanı tayin ederken dahi bir itfaiye nizamnamesi hazırlamış, bunun için Avrupa’da ne kadar itfaiye nizamnamesi ve teknik şartnamesi varsa çevirip okumuşlardır. Rusya bürokrasisinin ve Osmanlı bürokrasisinin müşterek bir âdetiydi; en hafif bir nizamnameyi yazarken dahi önlerine küçük Alman devletleri dahil bir alay nizamname koyarlardı. Ortaya çıkan hukuki metinler hiç de fena değildi. Ruslar ilave olarak bir de kurumun tarihini yazarlardı. Okunması keyif veren eserlerdir.

1876 Anayasası için esbab-ı mucibe yani gerekçe layihaları çok ayrıntılı tutulmadı. Onun için bizim hukuk tarihçileri “Belçika anayasasına göre hazırlanmıştır-Hayır efendim, Prusya anayasası modeline göre hazırlanmıştır” diye tartışırlar. Modelin ne olduğu o çağın anayasalarının her birini okudukça daha çok tartışma konusu olacaktır. Ama büyük devletler Tersane Konferansı’nda toplanıyordu, baskılara karşı bir an evvel anayasanın ilanı gerekliydi. Öyle de oldu.

1961 Anayasası dayatma ile geçmiş değildir
1908’de meşrutiyetin ilanı yani anayasanın yürürlüğe girmesi söz konusuydu; mevcut anayasa ile meşrutiyetin yürütülmesinin güçlüğü ortaya çıkmıştır. Bu nedenle anayasada önemli bir tadilata geçildi, kabine bağımsız oldu. Meclise karşı sorumluluk kondu. Fakat yargı denetimi gibi bir şey henüz dünyanın birçok yerinde olduğu gibi burada da söz konusu değildi.

Yeni Türkiye’nin 1921 ve ardından 1924 anayasaları hukukçu otoritelerin fazla muhalefetle karşılaşmadan hazırladığı metinlerdir. 1961 Anayasası ise 27 Mayıs hareketinin yapısına uygundu. Demokrat Partililerden başka herkes kurucu meclisteydi ve Demokrat Parti’nin yan kuruluşları olmadığı için o görüşün anayasa hazırlanırken temsili de söz konusu olmamıştır. Fakat 1961 Anayasası her şeye rağmen tartışmasız ve dayatma ile geçmiş değildir. Bizzat anayasayı hazırlayan komisyon iki kere değişti. İkinci komisyon Siyasal Bilgiler Fakültesi ağırlıktır. Gönüllü hazırlığa giriştiler ve kendilerini kabul ettirdiler. Çünkü üyeler arasında uyum vardı.

Geçmişte 1950’lerin sonunda Kilyos’ta bir hafta süren sayfiye toplantısında Ankara Siyasal Bilgiler ile Hukuk fakülteleri, İstanbul Hukuk Fakültesi mensupları ve diğer hukukçuların katılımıyla yapılan seminerlerde bir ön hazırlık söz konusuydu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Fakülte Kurulu salonu çok canlı ve kalabalık bir taslak tartışmasına sahne oluyordu. Değerli hocamız Tahsin Bekir Balta’nın, 1924 Anayasası’nın bazı değişikliklerle muhafazası teklifini sadece dinleyip fazla itibar etmediler. Bu bir talihsizliktir ama 1961 Anayasası görüş birliğinin hâkim olduğu, geniş bir grubun uzunca tartıştığı ve kurucu meclise hâkim olarak yön verdiği bir yasama faaliyetidir.

Aynı şeyi taklit etmek isteyen 1980’nin askeri yönetimi danışma meclisinde böyle geniş bir tartışma ortamı hazırlayamadı. Mecliste ve asıl önemlisi komisyonda muhalefet, hâtta zıt görüş çok tipik değildi. Bazı üyelerin bazı çıkışlarıyla sınırlı kaldı. 1982 Anayasası’nın oluşumunda en göze çarpan niteliklerden biri budur. Tartışmanın uzaması ve uzatılması işi çıkmaza sokabilir ama aksiyle ortaya çıkan bir metnin de fazla yaşama şansı olamayacağı açıktır.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 09.10.2011)

Abdülhamid, Hahambaşı'na nasıl özür diletmişti?

(Theodor Herzl Abdülhamid'le görüştüğü günlerde.)

Siyonizm'in kurucusu Theodor Herzl, yanında Moşe Levi ile kapı kâhyası olduğu halde Sultan'ın huzurundadır. Herzl, Yahudilere gösterdiği ihtimamdan dolayı Sultan'a teşekkür eder ve bir meblağ karşılığında Filistin'e Yahudi göçüne izin vermesi ve Girit'e benzer bir özerklik tanıması teklifinde bulunma cüretini gösterir.

Abdülhamid'in cevabı son derece diplomatiktir: "Yahudilere güven duymuş olmam, teklifinizi reddetmeme mani değil." Ardından da topu ustaca bakanlar kuruluna atar. Böylece bir yandan Herzl'in niyet ve çapını ölçmek için zaman kazanırken, diğer yandan ilişkiyi kesmeksizin zamana yayma stratejisini izler. Tecrübesiz Herzl, bunun olumlu bir cevap olduğunu zannederek sevinecek ve yandaşlarına telgraf çekerek 'bu iş oldu' mesajı gönderecektir. Ancak bu cevap, aslında "olumsuz bir evet" demekti, zira 3 ay sonra Filistin'e ne şekilde girmiş olursa olsun bütün Yahudilerin sınır dışı edilmesini emreden iradenin altında da Abdülhamid'in imzası olacaktı. Demek ki, hayır diyemeyeceği durumlarda muhatabının içine gömüleceği bir cevap yumağı sunmak bir Abdülhamid klasiğiydi.

Fakat Galante, Abdülhamid'in sanki Filistin'e yerleşme izni verdiği anlamına gelecek bu cevaptan kuşkulanmıştır. Zira tanıdığı Abdülhamid imkânı yok böyle bir şey yapmazdı. Bu işin içinde bir iş vardı ama neydi?

Bu soruyu eski Ayan üyelerinden Behor Efendi'ye sorar. O da, Abdülhamid'in Herzl'e görüşmeden sonra altın bir kravat iğnesi hediye ettiğini, bundan, iğneyi hediye ettiği kişiye çok öfkelendiği ve iğneyi göğsüne saplamak istediği manasının çıktığını söyler. İlk işaret alınmıştır. Gerçekte Abdülhamid bu nezaket gösterisi halinde geçen görüşmeden hiç hoşnut olmamıştır. İçy üzünü Levi'nin torunu açıklar.

Herzl Viyana'ya döndükten sonra Abdülhamid Hahambaşı'nı çağırır. Levi sabahın 9'unda Saray'a gider ve huzura girmek için izin ister. Sultan cevap verir: "Biraz beklesin". Öğleye doğru Başmabeyinci Sultan'a kaymakamın beklemekte olduğunu hatırlatır. Cevabı aynı olur. Akşam olurken Sultan bugün gitmesini ve yarın gelmesini söyler. Moşe Levi, Sultan'ın işlerinin çokluğu nedeniyle kendisiyle görüşemediğini düşünerek ertesi gün aynı saatte Saray'a gelir. O gün de huzura kabul edilmez. Levi bu kez Saray'dan ayrılırken, Sultan'ın kendisine karşı olan tutumundan kuşkulanmaya başlar. Üçüncü gün de aynı şekilde bekletilir. Bu durum Başmabeyincinin de garibine gider ve Sultan'a Hahambaşı'nın beklediğini hatırlatır. O da güneş battıktan sonra huzura getirmesini söyler. (Bu, Abdülhamid'in önemli mevkilerdeki kişileri cezalandırma yöntemiydi. Bu bir tür tutuklamaydı. Moşe Levi bu uygulamaya göre 3 gün hapsedilmişti.)
(Yıldız Selamlığı. Abdülhamid döneminde hiç aksatmadan yapılan Cuma selamlıkları devletin ihtişamını sergileme törenleriydi aynı zamanda.)

Sultan, Hahambaşı'na soğuk davranır ve birkaç dakikalık bir sessizlikten sonra kuru ve sert bir ses tonuyla "Hahambaşı (normalde "Hahambaşı Efendi" derdi, bu hitap şekli kızgınlığını gösterir), amcam Abdülaziz tahtta olduğu zamandan beri sizi tanırım ve birkaç gün öncesine kadar sadakatinizi takdir ederdim. Fakat Herzl'in gelişinden sonra bu sadakatten ayrılmış olduğunuzu esefle gördüm. Bir karışlık toprak parçasının bile verilemeyeceğini çok iyi bilen siz Hahambaşı, nasıl oldu da İmparatorluğumun, Müslüman ve Hıristiyan alemlerinin gözlerinin üzerinde olduğu bir parçasına ilişkin olarak benden böyle bir talepte bulunması için o adamı buraya getirebildiniz? Bu adamın talebinin yüzde birini bile kabul etseydim benim ve devletimin başına kim bilir neler gelirdi! O adamın beni ziyaret etmekteki amacından haberiniz var mıydı, yok muydu? Burada nelerin konuşulacağını bilmiyor muydunuz? Cevap veriniz!"

Üzgün ve mahcup olan Hahambaşı şu cevabı verdi: "Size hep sadık kaldım. Şimdi de sadığım ve hep sadık kalacağım. Efendimiz, yemin ederim ki, burada Siyonizm'den söz edileceğini bilmiyordum; Herzl bu konuda bana hiçbir şey söylemedi. Beni onun suç ortağı olmakla suçlamayın. Ben masumum, milletim de masumdur!" Bunları söyledikten sonra, Moşe Levi ayağa kalktı, ağlayarak Sultan'ın ayaklarına kapandı ve kendisini ve milletini affetmesini istedi.
(Tayland Prensi (ortada, sağda olanı) Sarayı ziyaretinden çıkarken fesle poz veriyor.)

Sultan öfke ile ayağa kalktı ve şöyle dedi:

"O adamın ziyaretinden haberinizin olmadığını söylüyorsunuz. Oysa mektubunuzda onun benimle Yahudi milletine ilişkin bir konuda görüşmek istediğini yazıyorsunuz! Ne demek oluyor bu?!" Moşe Levi gözleri yaşla dolu bir vaziyette şöyle cevap verdi: "Efendimiz, o adam gazeteci, zatıalinizin genel olarak Yahudi sorunu konusundaki görüşlerinizi öğrenmek istediğini zannetmiştim". Yetmişlik bir ihtiyarın karşısında ağlamasından duygulanmış olan Sultan şöyle dedi: "Şimdi sizin masum olduğunuzu anladım." Mabeyinciyi çağırdı ve Hahambaşı'nı dinlendirmesini emretti. Torununun anlattığına göre Moşe Levi bu azardan sonra 15 gün hasta yatmıştır.

Son Sultan'dı gerçekten de. Şu sözünün ışıltısı bugüne kadar geliyor: "Bu adamın talebinin yüzde birini bile kabul etseydim benim ve devletimin başına kim bilir neler gelirdi!"

Kabul etmediğin için başına neler geldiğini biliyoruz Sultanım!

Mustafa Armağan
(Zaman, 11.08.2011)