22 Ağustos 2012 Çarşamba

OSMANLI İMPARATORLUĞU VE İSLAM

Osmanlı imparatorluğu bugün, gerek Türkiye Cumhuriyetinin yaşamakta olduğu iç ve dış problemler, gerekse vaktiyle sınırları dahilinde bulunan komşu devletlerde cereyan eden olaylar ve bunların Türkiye`ye yansımaları dolayısıyla, aktualitesini bütün canlılığıyla korumakta ve dolayısıyla tartışılmakta bulunan bir büyük imparatorluktur. Dünya Osmanlı tarihi araştırıcılığı, altı yüz yıl gibi çok uzun bir ömür sürmüş bu imparatorluğun siyasi ve idari yapısını, kurumlarını, onu meydana getiren, çeşitli etnik ve dini kökenlere, kültürlere mensup insanların oluşturduğu karmaşık, dev bir toplumsal yapıyı, bütün yönleriyle, bütün görüntüleriyle izlemek, anlayabilmek, açıklayabilmek, için yaklaşık bir yüz yıldır büyük bir emek ve gayret sarfetmekte ve yıllardan beri de önemli sonuçlar ortaya koymuş bulunmaktadır. Buna rağmen, daha araştırılacak pek çok problem olduğuna, bunların araştırıcıları ve bilim adamlarına daha yıllarca meşgul edeceğine hiç şüphe yoktur.
İşte bizim burada ele almayı deneyeceğimiz problem de, üstelik en çetrefil ve en mühim olanlardan biri, Osmanlı İmparatorluğu’nda “İslam Problemi”dir. Bunu seçmemizin sebebi, artık Osmanlı tarihi araştırıcılılığının biraz fazla ihmal edilmiş bu konuya yönelmesi gerektiğini vurgulamaktır. Aksi halde böle devasa bir konuyu bir yazı çerçevesine sığdırmanın mümkün olmayacağı her türlü izahtan varestedir.
Bu itibarla biz burada yalnızca bu büyük İmparatorluğun ideolojisinin, siyasal ve idari kurumlaşmasının kültürünün temelini oluşturan bu konuya dikkat çekmek meseleye nasıl yaklaşılması gerektiğine dair kendi perspektifimizi ortaya koymaya çalışmak ve bu konu çerçevesinde halen mevcut problemlere işaret etmekle yetineceğiz.
Her şeyden önce bu alanı ilgilendiren kaynakların yeterince tanınıp işlenmediğini bu yüzden de bugüne kadar çoktan ortaya konması gereken detaylı monografik çalışmaların bile kalitece ve sayıca yeterli düzeye gelemediğini de söylememiz gerekiyor. Bunun sebepleri ayrı bir tartışma konusudur.
Osmanlı İmparatorluğu, muhakkak ki bir İslam devletidir ; hem de en az Emevi ve Abbasi İmparatorlukları, diğer müslüman İran, Türk ve Arap devletleri kadar bir İslam devletidir. Bu sebepledir ki o, altı yüz yıllık uzun tarihinin hemen hemen her alan ve safhasının sergilendiği üzere, aynı zamanda bir “İnanç Devleti”dir. Onun için kanaatimizce bu İmparatorluk üzerine yapılacak analizlere önce buradan başlamak gerekir. Çünkü Osmanlı İmparatorluk ideolojisinin esasını “İnanç” , yani İslam oluşturur. Bu itibarla, bu İslam’ın nasıl bir İslam olduğu, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslamin rolünü yorumlanış biçimini ve devlet siyasetinden sıradan halkın inanç dünyasına varıncaya kadar çeşitli alanlardaki yansımalarını anlayabilmek için, bu yansımaları doğrudan yorumların hangi kesimlerce ve nasıl üretildiğine bakmak kanaatimizce kaçınılmazdır. Bunu anlamanın yolu, bizce evvela, bu İmparatorluğun ideolojisinin tahlilinden geçer. Bu tahlilin çok dikkatli ve ince bir şekilde yapılması, kanaatimizce Osmanlı İmparatorluğu’yla ilgili pek çok meselenin de daha kolay ve daha bir açıklıkla anlaşılmasını ve çözüme kavuşmasını sağlayacaktır.
Bize göre Osmanlı Dünyasında İslami yorumları üreten dört temel sektör vardır :
1- Merkezî iktidar mekanizması, yahut siyasal mekanizma, yani devlet,
2- Buna eklenmemiş olan ulema kesimi,
3- Genellikle ve çoğunlukla bu ikisinden de bağımsız olan sufî çevreler,
4- Daha çok bu üçüncü sektör etkisinde kalmakla beraber, kendi geleneksel anlayışını sürdüren halk kesimi.
Bunları sırayla devlet İslamı ( veya siyasal İslam ), medrese İslamı ( yahut kitabî İslam ), tekke İslam’ı ve nihayet halk islamı ( popüler İslam ) olarak da adlandırabiliriz. Böyle bir tasnif izafi veya itibari bir tasnif olmayıp, Osmanlı İmparatorluğu tarihi içerisinde İslam’ın tek boyutlu değil bu saydığımız boyutlarıyla görüntülediği vakıasının bir yansımasıdır. Üstelik böyle bir yaklaşım, yapılacak tahlilleri önemli ölçüde kolaylaştıracak, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam olgusunu olabildiğince geniş bir perspektiften görebilme imkanı sağlayacaktır. Dolayısıyla bu sektörlerin ayrı ayrı monografik çalışmalara konu olması gerekir.
1 ) “Devlet İslamı”ndan ne anlamalıyız ? Bundan maksat İmparatorluğunun siyasal yapısı içinde İslam’ın bir siyasal araç olarak yorumlanış şekli, gösterdiği değişim, aldığı biçim ve nihayet devletin iç ve dış siyasetine yansıyış biçimleridir. Her şeyden, devletin temel siyaset aracı olarak İslam’ı nasıl anlayıp yorumlandığını bunu yaparken ona ne gibi bir görünüm kazandırdığını, hangi kurumların, yöntemlere kullandığını çok iyi belirlememiz gerekiyor. İşte devlet mekanizmasının bu yorumu, Osmanlı devletinde, daha önceki müslüman devletlerde pek rastlanmayacak, derecede İslam yorumuna kendine mahsus güçlü bir siyasal mahiyet kazanmıştır.
Bunun böyle oluşu kanaatimizce, Osmanlı İmparatorluğu’nda – Abbasiler de dahil olmak üzere tarihte hiçbir İslam devletinde olmadığı kadar – devlete dinin birbiri içine geçmesinden, yani “Devletle Dinin Özdeşleşmesi”nden ileri gelmektedir. Başka bir ifadeyle, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam siyasal boyutu itibariyle, devletin ayrışmaz bir parçası olmuştur. Bununla beraber, bu içiçelikte devlet daha baskındır ve Osmanlı devletinde “Her şey devlet içindir ; din de devlet içindir.”
Osmanlı’daki bu yapı, köklü bir İslami geleneğin mirası olarak görünür. Buradaki İslami gelenek terimindin, daha çok İslam tarihinin klasik devresini içine alan Emevi ve Abbasi dönemlerinde, bu devletlerin hakimiyet alanlarında eskiden beri mevcut siyasi devletlerin özümsenmesi suretiyle oluşan İslam siyaset teorisini ve ona paralel gelişen siyasal geleneği anlamak icap eder. Bu İslami siyaset geleneğinin içinde ise, eski doğu roma, Sâsâni ve hatta eski hind siyasi telakilerinin etkileri mevcuttur. Tabi ki, bu sentezin harcı İslam olmakla birlikte, bu Peygamber zamanında teşekkül eden İslami siyaset algılayışından Hayli farklılaşmış bir anlayış idi. Oysa klasik İslami gelenekte saltanat İslam’ın siyasal örgütleniş biçimi olarak Emevi döneminden beri meşrulaşmış ve hatta ünlü “Sultan Allah’ın yeryüzündeki bütün mahlukatın kendine sığındığı gölgesidir” uydurma hadisiyle bu meşruiyet dini bir temele oturtulmuştu.
İşte bu klasik İslamı siyasal geleneği İslam hakimiyetindeki geniş coğrafyada meydana çıkmış olup, farklı zaman ve mekanlarda yazılmış Kelîle ve Dimne ( eski Hind Pançâtantra’sının İslami versiyonu ), kâbûsnâme, siyâsetnâme Kutadgu Bilig gibi, Hind, İran, Türk ve El-Ahkamu’s – Sultaniyye gibi arap kökenli zengin bir klasik literatürü vardır. Bu literatür, eski Türk siyasi geleneğinin karakteristiği oları cömertlik ve töre kavramlarının yerine, daha çok Hind-İran siyasi geleneğinin karakteristiği olan akıl, hikmet ve bilgi unsurlarına dayanmakla dikkati çeker. Osmanlı merkezi yönetimi, İslamı siyasallaştırırken bu geleneği daha da geliştirerek din ve devleti ikizlik statüsünden çıkarıp, birbiriyle özdeş yapmıştır.
2 ) İşte, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam’ın bu siyasal boyutunun oluşmasına en büyük katkıyı, “kitâbî İslam”ı, yahut “medrese İslâmı”nı üreten ülema kesimi sağladı. Osmanlı Ülemasının ürettiği bu , “kitâbî İslam” yorumu, çok tabi olarak bürokrasinin eğitim kurumları durumundaki medreseler aracılığıyla klasik Sünniliğin ve bunun içinde de hanefiliğin hemen bütün teorik ve pratik mirasını da aynen devraldı. Ulema örfü hukukun belirli alanlarının dışında, Osmanlı Toplumunun siyasi, idari, sosyal ve hukuki teşkilatlanmasını gerçekleştirdi. Özellikle Fatih Sultan Mehmet’in merkeziyetçi devlet anlayışının güdümüne girdikten sonra Osmanlı uleması, yalnız Osmanlı tarihinin değil, genelde İslam ve Türk tarihinin de en önemli toplumsal sınıflarından biri haline geldi. O artık, bilhassa Fatih’le birlikte tam bir dini bürokrat konumuna gelmiş ve temel görevi, İmparatorluğun müslüman tebaasının dini eğitim ve organizasyonunu yapmanın, hukuki ihtiyaçlarını karşılamanın yanında, belki daha fazla iktidarın bütün hareket ve faaliyetlerini, kısaca iç ve dış siyasetini meşrulaştırmaya odaklanmıştır. Osmanlı ulemasının bu konumu ve özelliği, onu Emevi ve Abbasi devirlerindeki, devletten bağımsız klasik ulemadan ayıran en bariz özelliklerden ve İslam dünyası genelinde ulema sınıfının tarihindeki en büyük değişimlerden biridir. Ulema İslam’ın tam bir siyasal araç haline dönüşmesinin tipik örneğine XVI. Yüzyılda verdi.
XVI. Yüzyılın ilk çeyreğine, yani Yavuz Sultan Selim ( 1512-1520 ) devrine kadar yalnızca ehl-i küfr’e yani Hristiyan dünyaya karşı mücadele misyonu üstlenen Osmanlı devleti, bu yüzyılın başlarında, İran’da Safevi devletinin kurulmasıyla başlanan Şîî propagandaya karşı yeni bir misyon yüklendi : Ehl-i Rafz’a karşı mücadele. Bu, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Sünnii İslam’ın bu misyonu ikinci kez yüklenişiydi. Bu süreç Osmanlı İmparatorluğu genelinde Sünnii İslamı tam bir devlet ideolojisine dönüştürdü. Bu Sünnii ideolojinin temeli, Osmanlı medreselerinde çok eskiden beri okutulmakta olup, Osmanlı Sunniliği’ne ana istikametini veren, XVI. Yüzyılın ünlü alimlerinden Sâdeddin-i Taftazani ( öl. 1395 ) nin eserine Ömer Nefesi’nin yazdığı Şerhu’l- Akaid idi. Yazııldığı dönemdeki şiddetli dini ceryanların etkisiyle genellikle Sünnilik dışı İslam mesheplerine karşı çok katı ve hoşgörüsüz bir tavır takınan ve Osmanlı Sünniliğinin tam bir dogmatizme dönüşmesinde belki en büyük rolü oynayan bu kitabın bu açıdan ciddi ve derin bir analize tabi tutulmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. Bu analiz işleminin bu meyanda meydana getirilen diğer literatüre de uygulanması çok yararlı sonuçlar verecektir.
İşte bu noktada , merkezi yönetimin elinde tam bir siyasal araca dönüşen devlet İslamiyla , bunun üretilmesi görevini üstlenen ülemanın temsil ettiği medrese İslamın tam anlamıyla örtüştüğünü görürüz. Bu örtüşme, kanaatimizce İslam dünyası tarihinde başka bir benzerinin bulunmadığını sandığımız çok önemli bir hadisedir.
Bu örtüşmenin, hem ulema kesimi içinde, hem de şimdi sözünü edeceğimiz sufiyye kesiminde çok ciddi bir entelektüel muhalefete yol açtığını gözlemliyoruz. Bu muhalefeti ulema kanadı, bir örneğini şeyh bedreddin’in başlattığı materyalist bir İslam yorumuna saparken, suffiye kanadı, aynı materyalizme mistik yoldan vahdet-i vücud, daha doğrusu vahdet-i mevcud,yani panteizm vasıtasıyla ulaşır. Bu ise butun bir Osmanlı sufilik tarihinin en can alıcı meselesidir. Çünkü bu panteizm Osmanlı sufiye tabakası içinde merkezi yönetime karşı çıkan bir protestocu kesim yaratmıştır. Osmanlı protestocu sufiliği bu panteizmi bir yandan “mehdici” bir zihniyet, diğer yandan, hem bu dünyaya, hem öbür dünyaya hükmeden, yani hem bu dünyanın, sultanı olan “kutup” teorisiyle sentezleyerek geliştirmiştir .
Burada dikkatimizi en fazla celbetmesi gereken bir mesele, yüksek sufiyye kesimindeki, merkezi yönetime karşı bu panteist protestonun, kırsal kesimin nabzını elinde tutan popüler sufilik içinde daha değişik bir yankı bularak bir takım toplumsal protesto hareketlerini mehdici bir espriyle birleştiren militan hareketlere dönüştürebilmesidir. Bütün bir XVI. Yüzyıl bu hareketlerle doludur. Bu hareketleri sevk ve idare eden liderler, aynen bu belirttiğimiz ideolojiyle büyük kitleleri peşlerine takmışlardır. İşte bu panteist kutb-mehdiliğe dayanan muhalefet ideolojisi, Osmanlı İmparatorluğu’nda popüler İslamın temel karakteristiğinin anlaşılmasına hizmet edecek başlı başına bir araştırma konusudur.
İşte, klasik dönem Osmanlı tarihinde bu kadar renkli bir görünüm arz eden İslam, yenileşme döneminde bu defa kendisi bir problem teşkil edecek, İmparatorluğun Batılaşmacı aydın eliti, onu geriliğin sebebi ve ilerlemenin önündeki engel olarak değerlendirilecektir. B u bakışın yansımaları Cumhuriyetin kuruluş döneminden günümüze bütün canlılığıyla sürüp gelmiştir. Bu, çok önemli dönüşümün habercisidir. Kabaca II. Meşrutiyete kadar Osmanlı Devletinin resmi ideolojisi durumunda olan İslam, artık Tanzimatla birlikte batılılaşmacı yenileşme hareketlerine karşı doğacak muhalefetin ideolojisi olarak yeni bir siyasi ve fikri hareket doğuracaktır : Bu hareket, bu günde yine muhalefet ideolojisi konumunda bulunmakta olan İslamcılıktır.
Bu ideolojinin kökleri, Tanzimatla birlikte yüksek bürokrasi ve aydın kesiminin, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinin sebepleri konusunda koyduğu teşhise gösterilen tepkilerden beslenir. Bu teşhis, merkezi yönetim tarafından daha Lale Devri’nden itibaren askeri alanda başlatılan yenileşme hareketlerinin yetersizliğinin fark edilmesiyle birlikte, esas problemin başka alanlarda yatıyor olmasını düşünülmesiyle su yüzüne çıkmış ve özelikle Batı’yı tanıma imkanı bulan aydın bürokrat kesimin kafalarında İslamı giderek bir probleme dönüşmesine yol açmıştır. Böylece yavaş yavaş belirtilen çevrelerin bir kesiminde İslam, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinden tek suçlu olarak görüldü.
Tanzimat sonrası Osmanlı bürokrasi ve aydın çevrelerinde belirginleşen, Osmanlı İmparatorluğu’nu gerilemesinde İslami sorumlu tutan bu eğilimlere karşı çıktıkları İslam aslında yukarda sözü edilen, Osmanlı merkezi iktidarı ile özdeşleşmiş ve bu sebeple tabii olarak siyasallaşmış ve muhafazakarlaşmış bu geleneksel İslam, yani klasik Osmanlı İslamı idi. Burada bir parantez açarak, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun İslama bakışının da bu açıdan değerlendirmek gerektiğini düşündüğümüzü söyleyelim.
Burada dikkatle tesbit etmemiz gereken ve çoğu zaman farkına varılmayan mühim bir vakıa vardır, ki şudur : Batılılaşmacı yenileşmeciliğe karşı oluşan bu yeni ideoloji, yani İslamcılık, kendisine referans olarak, demin sözünü ettiğimiz klasik dönem Osmanlı İslamını değil, Abduh türü selefiyeci bir İslam anlayışını aldı. Dolayısıyla bu ideoloji, yalnız Batılılaşmacılığa değil, gerek siyasal, gerekse popüler boyutuyla klasik Osmanlı İslamı’na da karşı idi. Bunun üç mühim göstergesi vardır :
1 ) İslamcılar, Osmanlı İslamının geleneksel siyasi kurumu olan saltanat rejimine karşı çıkıyor, İslami bir kurum olarak algıladıkları meşverete dayalı meşruti bir rejim istiyorlardı.
2 ) Geleneksel İslamın kültürel muhteva ve kurumlarının çoğunu reddedip İslamı ilk devirlerin saflığına kavuşturarak orijinal haline döndürmeyi amaçlıyordu. Yani Selefiyeci idiler.
3 ) Geleneksel İslam’ın, dolayısıyla Osmanlı İslamının karakteristik niteliği olan “taklid”i terkedip, yaklaşık X. Yüzyıldan beri kapalı olduğu varsayılan içtihad kapısını yeniden açarak İslam’ın bilim ve düşünce hayatına işlerlik, canlılık, üreticilik ve yaratıcılık kazandırmak amacını güdüyorlardı.
Dolayısıyla II. Abdülhamid dönemi ve Meşrutiyet İslamcılığı, belki temelde klasik Osmanlı İslamına karşı bir tepki hareketidir. Bu yüzdende esas itibariyle modernist ( yenileşmeci ) bir akımdır. Görünürdeki bütün Batı karşıtı tavrına rağmen, yenileşme yanlısı olduğu için, Türkiye tarihide modernist fikir hareketleri çerçevesinde mütalâa edilmelidir.
II. Abdulhamid döneminin Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi İslamcı edip ve aydınları ile, Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Şeyhülislam Musa Kazım ve Said Halim Paşa, Babanzade Ahmed Naim, Mehmet Akif ( Ersoy ), İsmail Hakkı ( İzmirli ), İsmail Fenni ( Ertuğrul ) ve Şemseddin ( Günaltay ) gibi belirli bir Osmanlı İslamcı eliti, İslamın “mani-i terakki” olmadığını, aksine, bilimi, düşünceyi telkin ettiği halde, zamanla müslümanların bu yolu bırakıp skolastik düşünceye kapılarak geri kaldıklarını anlatmaya özellikle ihtimam göstermişlerdir. Onlar, genelde İslam aleminin, özelde Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinden mutlakiyet rejimlerinin ve geleneksel İslamın sorumlu tutulması gerektiğini düşünmüşler, gerçekte İslam’ın insan hürriyetini baskı altına alan hiçbir rejime açık olmadığını izaha çalışmışlardır.
Sonuç olarak, İslamın Osmanlı devletinin kuruluşundan cumhuriyete kadar, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yeri, değişik kesimlerdeki algılanış ve görüntülenişi, bugünün Türkiyesi’nin geçmişi, bugünü ve geleceği açısından da çok ciddi bir biçimde tartışılması gereken, yalnız bilimsel bakımdan değil, pratik olarakta büyük fayda sağlayacak bir meseledir. Osmanlı tarihi araştırıcılığı artık bu mesele üzerine de dikkatle eğilmelidir.
 
Kaynak:http://www.e-tarih.org/makaleler.php?sayfa=makaledetay&makaleno=1199

16 Ağustos 2012 Perşembe

Avusturya elçisi Busbecq'in kaleminden Osmanlı'nın yemek kültürü


1555'te İstanbul'a gelen Avusturya elçisi Ogier Ghiselin de Busbecq "Türkiye'yi Böyle Gördüm" adıyla yayınlanan hatıralarında Müslüman Türk milletinin gıda konusundaki hassasiyetini şu cümlelerle anlatır:

"Türkler obur değillerdir. Gayet az yerler, bir parça ekmekle beraber tuz, soğan ve yoğurt bulurlarsa yemek için başka bir şey aramazlar. Yoğurt ekşimiş süttür... Süte nazaran akıcı değildir. Türkler buna su ilave edip içine ekmek doğruyorlar. Bu, harareti teskin etmek için çok iyi bir sıvıdır. Hem besleyici hem de hazmı kolaydır. Kervansarayların hepsinde yoğurt mutlaka bulunur. Çünkü Türkler yolculuk sırasında sıcak yemek aramazlar. Yoğurt, peynir, üzüm gibi şeyler yerler. Üzüm, vişne gibi şeyleri kaynatıp toprak kaplar içinde saklarlar. Türklerin yiyecek, içecek masrafları o kadar azdır ki bizde bir adamın bir günlük yiyecek masrafı bir Türk’ün on günlük geçinme masraflarına denktir. En mükellef ziyafet sofralarında bile hamur işi tatlılar ve böreklerden pahalı şeyler bulunmaz. Bir de pirinçten yapılan bir yemekleri vardır. Üzerine koyun ve kuzu eti koyarlar. Hadım edilmiş horozu bilmedi gibi sülün, ardıçkuşu gibi kuşlardan haberleri bile yoktur. Bal yahut şeker şerbeti onlar için en mükemmel içecektir. Bununla beraber bir içecekleri daha var. Yeri gelmişken nasıl yaptıklarını da size anlatayım. Üzümü sıkıp suyunu bir ağaç fıçı içine dolduruyorlar. Sonra buna bir miktar sıcak su ilave ederek iyice karıştırıyorlar. Üzerini dikkatle örtüp iki gün dinlenmeye bırakıyorlar. Ekşime pek yavaş meydana geliyorsa biraz toprak ilave ediyorlar. Ekşimeye başladığında bunun tadına bakarsanız pek yavan gelir. Ama daha sonra ekşi bir lezzet alır ki biraz tatlı bir şeyle karıştırılınca çok hoş oluyor. Türkler bu içeceğe Arap şerbeti diyorlar. İstanbul'da pek bol bulunan karla soğutunca birkaç gün müddetle içilebiliyor. Fakat daha fazla zaman geçince iyice ekşiyor. O zaman şaraptan fazla tesir ediyor ve Türklerin dinine göre artık haram sayılıyor. Bu içecekten çok hoşlandığımızı itiraf ederim."[1]

Ahmet Uçar, Sultan, Güç ve Hassasiyet
(Çamlıca Basın Yayın, İstanbul 2012, sf.273-274.)

[1]Ogier Ghiselin de Busbecq, Türkiye'yi Böyle Gördüm, (Çeviren: Aysel Kurutluoğlu), İstanbul, Tarihsiz, sf.58-59.)