29 Kasım 2010 Pazartesi

İstanbul’daki Rum mimarlar

Pera Palas da bir Rum mimarın eseri.

“Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları” sergisi, İstanbul 2010’un en anlamlı işlerinden biri.

2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı son faaliyetlerini yapıyor. Sonuncuların arasında çok anlamlı bir proje; Zoğrafyon Lisesi Mezunları Derneği, 2010 Ajansı ve Ioannis Latsis Vakfı’ndan aldığı destekle bu şehirdeki Rum mimarların eserlerini sergiliyor. Yayına hazırlayanlar Hasan Kuruyazıcı ve Eva Şarlak.

Hiç kuşkusuz ki Pera (Beyoğlu), Boğaziçi, Kadıköy ve suriçi İstanbul’da birçok yerde Rum kalfaların ve mimarların eserleri var. Ahşap ve kagir ve betonarme teknolojisi ile İstanbul’un dört bucağında yapılan eski imparatorluğun kalfalarının ve modern mimarlarının eserleri arasında; mesela ünlü Çiçek Pasajı veya Suriye Pasajı yer alır.

Kiliseler arasında Dolapdere’deki Panaia Evangelista kilisesi, Kumpapı’daki Panaia Elpida ve Aya Kiryaki kiliseleri, Taksim’deki Aya Triada ve Kadıköy’deki Aya Triada gibi 19’uncu yüzyılda yeni bir mimari anlayışı getiren ve mimarlarının Avrupa’da yetiştiği eserler de göze çarpıyor. Hiç şüphesiz ki geleneksel Osmanlı mimarisinin etkisinde kalanlar da var. Mesela Nikolaos Celepis gibi Yıldız Hamidiye Camii’ni inşa eden biri.

Serginin katalogu klasik Osmanlı dönemi mimarları hakkında bilgi verdiği gibi modernleşen mimarinin öncüleri ve eserlerine de yer veriyor. Daha sistematik hazırlanabilirdi. Dimadis Kostantinos, Dimadis Nikolaos, Suriye Pasajı’nı yapan Vasiliyos Dimitiros, Ruhban okulunun mimari Fotiadis Periklis (Zoğrafyon Lisesi de bu mimarındır) gibi modernler yanında Hacı Stefanus Gaytanakis, Gırgırcı Nikola, Kapatinakis gibi klasik mimarlar da var.

Bugün Galata bölgesinin en ilginç binaları Konstantinidos Kiryakidis’in tersiminden çıkmadır. Hiç şüphesiz ki bu serginin Fındıklı’daki eski Güzel Sanatlar Akademisi, şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi’nde açılması bir isabet. Yılın sonunda bütün yılın faaliyetlerini taçlandıracak bir faaliyet.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 28.11.2010)

Menderes, kendi lehine yapılacak askerî darbeye onay vermemişti

Ne yalan söyleyeyim, hükümetin bu kadar yakın takibinde olduğunu bilmiyordum. Geçen pazar (21 Kasım) Menderes'in 16 generali birden görevden aldığını yazdım.

3 gün geçmeden İçişleri ve Milli Savunma bakanlarının 3 generali açığa aldıkları haberi düştü ajanslara. Doğrusu bu rastlaşmadan pek hoşlanmadım, zira benim "hükümetin tetikçisi" olduğumu düşünenlerin ekmeğine yağ sürülmüş oldu. Neyse ki, hiçbir siyasetçinin "Bizim Mustafa"sı olmadığımı bilenler biliyor.

En iyisi biz Voltaire'in Candide'i gibi "bahçemize bakalım", yani tarihin aynasına. Tarih, bakmasını bilene ışık tutmakta mahirdir çünkü.

27 Mayısçılara göre Türkiye'de A'dan Z'ye her şey bozuktu. Ve ihtilalcilerimizin alınlarında birer deha ışığı parlıyordu. Her işten anlıyorlardı, kalpleri vatana hizmet aşkıyla doluydu. Anayasa açıklandığında gördük ki, hepsi yalanmış. Baktık, kendilerini "tabii senatör", yani ömür boyu "milletvekili" konumuna layık görmüşlerdi.

Enkaz devralmışlardı, her şeyi tepeden tırnağa düzeltmeleri gerekiyordu. Türkçe ezanı, Türkçe Kur'an'ı geri getirmek için çırpındılar, sonra halktan ve Diyanet İşleri Başkanı'ndan destek bulamayınca vazgeçtiler. Ciddi ciddi İstiklal Marşı'nın sözlerini bile değiştirmek istediler. Kasım 1961'de Milli Eğitim Bakanlığı'nda kurulan Güzel Sanatlar Komisyonu'nda güftesini değiştirmek için bir oylama bile yapıldı. Güya Akif'in güftesi, marşa uymuyormuş.

Böylece iktidarı, emekliliği gelmiş Cemal Aga ile demokratlığıyla dünyaya nam salmış İsmet Paşa'ya devrettiler ve Türkiye'nin sorunlarını arapsaçına çevirip bıraktılar. Bir de kanlı miras daha bıraktılar: TSK'nın damarlarına darbecilik zehrini zerk ettiler ki, nesillerdir temizlemeye uğraşıyoruz.

Demokrat Parti, zorunlu 1950 müdahalesi hariç, orduyla uğraşmamak prensibini takip ediyor, ordu ise tersine, her fırsatta hükümeti sıkıştırıyordu. Celâl Bayar darbe karşısındaki tavırlarını şöyle netleştiriyordu:

"Ben ve Başvekil (Menderes), Atatürk ordusunu da, Atatürk ekolünden gelen muhalefet liderini (İnönü) de bir ordu darbesi içinde düşünmeye razı değildik. Toplumumuzun, ordu darbesi çağlarını geride bıraktığına, dünya yüzünde elde ettiğimiz siyasî seviyenin buna elverişli olmadığına inanıyorduk."

Türk ordusu sömürge ordusu mu idi ki, kendi hükümetine karşı darbe yapsın? Menderes'in düşüncesi buydu.

Bu konuda Bayar'ın ağzından aktarılmış çok özel bir not var, gazeteci Cüneyt Arcayürek'in bir kitabında. Onu okuyunca gerek Bayar'ın, gerekse Menderes'in, en sıkıntılı zamanlarında bile bir askerî müdahaleye razı olmadıklarını göreceksiniz.

Arcayürek'e göre Bayar'ın hiçbir zaman resmen açıklamayacağını sandığı değerli bir anısı vardı. 27 Mayıs'tan kısa bir süre önce sokak gösterileri gemi azıya almış, iktidarı sarsıyordu. Buna Harp Okulu öğrencilerinin sessiz yürüyüşü de eklenmişti.

İşte bu aşamada Çankaya Köşkü'nde Bayar başkanlığında düzenlenen toplantılarda kontrolden çıkmakta olan olaylara hal çareleri araştırılıyordu. Bir toplantıda zamanın Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun şaşırtıcı bir teklifte bulunmuştu. Bu teklif kabul edilmiş olsaydı, belki de, DP yeniden duruma hakim olabilir, bir süre sonra sivil hayat geri gelebilir, 27 Mayıs darbesi yaşanmaz ve mevcut darbeciler de bizzat ordu eliyle, emir-komuta zinciri içinde tasfiye edilirdi.

Peki neydi o teklif?

Hükümetle iyi geçindiği için suçlanan ve bu yüzden Yassıada'da idama mahkûm edilen Org. Erdelhun, geçici bir "askerî müdahale" önermişti. "Geçici olarak Başbakanlığı ben alırım. Orduyla birlikte bu 'pisliği' temizleriz, sonra gene sivil döneme geçeriz." demişti.

Başbakan Menderes önce bu öneriyi makul karşılamış, ancak bir süre sonra Arcayürek'in deyişiyle, "ulusal egemenlik görüşü ve inancı ağır basmış olmalı, öneriyi reddettiğini" bildirmişti.

Bu, nedense, üzerinde durulmamış çarpıcı ayrıntının Bayar'dan başka tanığı yok. Menderes anlatamazdı, Erdelhun da anlatmadı. Ancak bazı karineler, Erdelhun'un ordu içindeki darbeci yapılanmalardan fena halde rahatsız olduğunu, kendisinden izinsiz Harbiye öğrencilerinin sokağa dökülmesi üzerine harekete geçtiğini, darbeci ekibin de çoktandır diş biledikleri Paşa'nın üzerini çizdiklerini gösteriyor. Yani Erdelhun, orduya hakim olamamaktan muzdariptir ve mevcut kaynaşmaları bastırmak niyetindedir.

Yazmadan önce iki canlı kaynaktan teyid etmek istedim. Birisi, Bayar'ın kızı Dr. Nilüfer Gürsoy, diğeri Menderes'in oğlu Aydın Menderes. Dr. Gürsoy olayı doğrulamakla birlikte bir "teklif" değil de, bir "fikir" olarak tartışıldığı kanısında. Aydın Bey ise babasının o gün Çankaya'da Erdelhun'la ertesi gün Başbakanlık'ta buluşmak üzere sözleştiklerini ama Menderes'in kararını değiştirerek randevuya gitmediğini, böylece konunun kapandığını ifade etti. Nitekim Celâl Bayar da gazeteci Taylan Sorgun'a 1986'da konuyu anlatmış ve kayıtlara geçmişti. (Öte yandan Süleyman Yeşilyurt, Erdelhun'un milletvekili olmadığı için başbakan olamayacağını hatırlatıyor.)

Bu ayrıntı gibi görünen olay, Bayar ve Menderes'in, ellerine darbe fırsatı geçtiğinde bile "ulusal egemenliğe" olan inançlarından ötürü buna kalkışmadıklarını, her şeye rağmen "silahların gölgesine sığınmayı" inançlarına aykırı gördüklerini göstermesi bakımından çok önemlidir. Demokrasimiz adına bugün de canlı tutulması gereken damar budur zira.

Mustafa Armağan
(Zaman, 28.11.2010)

Bir Tarih Daha Kül Oldu..!!!

22.20101129105940.jpg

Tarihi Hardarpaşa Tren Garı’nın üst katında

ki yangın saat 15.30’da başladı. Alevler, İstanbul’un Avrupa yakasından da rahatlıkla görüldü. Yang

ına Kadıköy, Kartal, Üsküdar, Erenköy ve Ümraniye itfaiye ekipleri müdahale etti. 52 metrelik merdivenlerle itfaiye yangını söndürmeye çalıştı. Bu arada itfaiye ekipleri anonslarla Avrupa yakasındaki itfaiye ekiplerinden de yardım talebinde bulundu. Yangın nedeniyle gar binası çalışanları ve yolcular hemen tahliye edildi. Dumanlar Ortaköy sahillerine kadar ulaştı. Yangına denizden de müdahale edildi. Kıyı Emniyeti’ne ait olan ve Haydarpaşa’da demirli iki söndürme gemisi çalışmalarına hemen katıldı. Yangın yaklaşık 1 saat sonra saat 16.30’da kontrol altına alındı. Çatıda çok büyük hasar oluşurken, hemen altındaki kat da söndürme çalışmaları nedeniyle hasar gördü. Binada “Onursal İzolasyon” adlı firmanın 25 gündür çatı katında onarım yaptığı öğrenildi. Firmanın ‘membran’ adlı izolasyon maddesini döşediği belirtildi.

Adını vermek istemeyen bir gar görevlisi, yangın öncesi bir kalorifer borusunun patladığını ve boruların tamiri sırasında binadaki bütün elektrik şartellerinin kapatıldığını söyledi. Yaklaşık bir saat elektriksiz kalan binada daha sonra şartellerin açıldığını ve bu sırada bir elektrik kaçağı meydana gelmiş olabileceğini iddia etti.




Haydarpaşa Garı, 1908’de İstanbul-Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak inşa edildi. Binanın bulunduğu sahaya III. Selim’in paşalarından Haydar Paşa’nın adı verildi. Binanın inşaatını, Anadolu Bağdat adı altında bir Alman şirketi gerçekleştirdi. Her biri 21 metre uzunluğunda 1100 adet

suya karşı izole edilmiş ahşap kazık üzerine inşa edildi. Strüktürü bu kazıklara teşkil eden kazık ızgarası üzerine yapıldı. 1. Dünya Savaşı sırasında 6 Eylül 1917’de gar deposundaki cephanelere yapılan sabotajla çıkan yangında bina hasar gördü. Onarılan bina, daha sonra bugünkü şeklini aldı. Haydarpaşa açıklarında, 1979’da Independente adlı tankerin gemiyle çarpışması sonucu meydana gelen patlama nedeniyle ortaya çıkan sıcaklık, kurşun vitrayları hasara uğrattı. Gar, 1976’da tekrar onarıldı ve 1983’te 4 dış cepheyle 2 kulenin restorasyonu tamamlandı.










11.20101129105858.jpg




23 Kasım 2010 Salı

Atatürk'ün tuttuğu takım yoktur

Bir 10 Kasım daha geçti ve Atatürk törenlerle, saygı duruşlarıyla, konferanslarla, konserlerle anıldı.

Anmalara "Atatürk bizim takımı tutardı" diyerek futbol kulüpleri de iştirak ettiler. İstanbul'un eski ve büyük kulüplerinin Atatürk'ü kendi taraftarları gibi göstermeleri zâten âdettendir. Özelliklede Fenerbahçe ile Galatasaray, Atatürk'ün şeref defterine yazdığı satırları, gönderdiği tebrikleri veya iyi niyet mesajlarını yahut imzaladığı fotoğrafları senelerden buyana kanıt diye kullanıp "Taraftarımızdı" derler.

Beşiktaş ise, bu 10 Kasım'da internet sitesine bazı ilâveler yapmış ama elinde Atatürk tarafından bizzat kaleme alınmış veya imzalanmış böyle bir belge bulunmadığı için taraftarlık meselesini üçüncü şahısların anlattıklarına dayandırmış...

Birçok kişiye, meselâ İttihad ve Terakki'nin uzun seneler kâtib-i umumîliğini yani genel sekreterliğini yapan Midhat Şükrü Bey'in (Bleda) söylediklerine dayanarak, Atatürk'ün Beşiktaş taraftarı olduğunu iddia ediyorlar...

HATIRALARDA BULAMADIM
Dün, Beşiktaş Kulübü'nün bu konudaki açıklamasını okuyunca Midhat Şükrü Bleda'nın "İmparatorluğun Çöküşü" ismiyle seneler önce yayınlanan hatıralarını yeniden bir elden geçirdim ama Beşiktaşlılar'ın naklettikleri ifadeleri hatıralarda bulamadım. Acaba gözümden mi kaçtı, yoksa Midhat Şükrü Bey kendisine mâledilen bu sözleri başka bir yerde mi söylemişti, bilmiyorum...

Meselenin aslı, şudur: Atatürk'ün herhangi bir takımın taraftarı olduğu konusunda elimizde hiçbir ciddî kayıt yahut bilgi yoktur ve bu konuda tek bilinen değil futbola, sporun hiçbir dalına pek alâka göstermediğidir! Birkaç defa güreş seyretmiş olması da, onu güreş fanatiği yapmaz. Hattâ, hayatı boyunca bir futbol maçına gidip müsabakayı heyecan içerisinde başından sonuna kadar izlediği konusunda da herhangi bir bilgi yoktur.

Fenerbahçeliler, Atatürk'ün "taraftarları" olduğunu, 1918 Mayıs'ında kulüplerini ziyareti sırasında hatıra defterlerine yazmış olduğu şu satırlara dayanarak iddia ederler:
"Fenerbahçe Kulübü'nün her tarafta mazhar-ı takdir olmuş bulunan âsâr-ı mesâisini işitmiş ve bu kulübü ziyaret ve erbab-ı himmetini tebrik etmeyi vazife edinmiştim. Bu vazifemin ifâsı ancak bugün müyesser olabilmiştir. Takdirat ve tebrikatımı buraya kayd ile mübâhîyim."
Yazdıklarını bugünün Türkçesi'ne nakledeyim:

"Fenerbahçe Kulübü'nün her tarafta takdir kazanmış olan çalışmalarından ortaya çıkan eserleri işitmiş ve kulübü ziyaret ederek bu işte himmet gösterenleri tebriki vazife edinmiştim. Bu görevin yerine getirilmesi ancak bugün olabilmiştir. Takdirlerimi ve tebriklerimi buraya kaydetmekle iftihar ediyorum."

BAŞKA NE YAZACAKTI Kİ?
Bu satırlar bir kulübe verilen "destek" ifadeleri değil, sadece nezaket sözleridir ve şeref defterlerine böyle ifadeler yazmak da âdettendir.

Böyle bir deftere başka ne yazılmasını bekliyordunuz ki? "Kulübünüzün artık ayyuka çıkmış olan beceriksizliklerini her taraftan işitmiş ve bu rezaletlere sebep olanlardan hesap sormak üzere buraya gelmiş bulunuyorum. Şu elimdeki odunu görüyor musunuz? Bu size son ihtarımdır, ona göre!" denmesini mi?

Meselenin bana en tuhaf gelen tarafı ise, Atatürk'ün kendi taraftarları olduğunu iddia eden kulüplerin, kendilerine ait stadlardaki herhangi bir tribüne şimdiye kadar onun ismini vermemiş olmalarıdır... Telefon şirketlerinin, marketlerin, bazı özel havayollarının yahut inşaat firmalarının ismini taşıyan tribün sayısı hayli fazladır ama bir "Atatürk tribünü" yoktur!

Murat Bardakçı
(Habertürk, 12.11.2010)

100 yıl önceki Kosova ziyaretimiz başarısız olmuştu

100 yıl önce Sultan Reşad Kosova'yı ziyareti sırasında götürdüğümüz mütercimin Arnavutça bilmemesi yüzünden sultanın beyannamesini halka tercüme ettirememiştik.

Başbakanımızın Kosova'yı ziyareti bölgedeki Müslümanlar'ın büyük coşkusuyla karşılandı. Balkanlar'daki Müslümanlar'ın tek umut kaynağı Türkiye'dir. Buralarla ne kadar ilgilenirsek bölgedeki Müslümanlar geleceğe o kadar umutla bakabilirler.

Bundan yaklaşık 100 yıl önce Müslüman Arnavutlar'ı bağımsızlıktan vazgeçirmek için büyük hazırlıklar yapılarak Sultan Reşad bölgeye gitmiş ancak ziyaretin en can alıcı yeri olan Sultan Murad Meşhedi'nde kılınan cuma namazından sonra Müslüman Arnavutlar'a yapılan konuşmaları tercüme etmesi için götürülen mütercimin Arnavutça bilmemesi yüzünden büyük bir hüsran yaşanmıştı.

REFORM DİYE AYRILIKÇILIĞI ARTIRDILAR

14 ve 15. yüzyıldaki Osmanlı fetihlerinden sonra Kosova bölgesi halkı zamanla Müslümanlığı seçti. Kosova, imparatorluğun son günlerine kadar Osmanlı'nın bir parçası oldu. Doksan üç harbi öncesinde Priştine, Üsküp, Prizren, Yenipazar ve Debre sancaklarından meydana gelen Kosova Vilayeti teşkil edildi.

İkinci Abdülhamid döneminde padişahın izlediği siyaset sayesinde Müslüman Arnavutlar arasında bağımsızlık hareketleri fazla yayılmamıştı. İkinci Meşrutiyet döneminin başlaması ve Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra Müslüman Arnavutlar arasında ayrılıkçı hareketler çoğaldı.

Sultan İkinci Abdülhamid'i tahtan indiren İttihadçılar, Arnavutluk'ta reform yapalım derken her şeyi birbirine sokup halkın neredeyse tamamını karşılarına aldılar. Kosova Valisi Mazhar Bey'in yanlış siyaseti sonucunda başlayan protesto mitingleri 1910'da isyana dönüştü. Askeri önlemlerle isyan bastırıldı ancak bölge kaynamaya devam ediyordu.

RUMELİ'DE SON OSMANLI PADİŞAHI

Halkı sakinleştirmek için Sultan Reşad'ın Kosova'yı ziyaretine karar verildi. Sultan, hasta olmasına rağmen halkı sakinleştirmek için 5 Haziran 1911'de Barbaros zırhlısıyla yola çıktı. Selanik'te karaya çıktıktan sonra Sultan Reşad her yerde törenlerle ve halkın sevgi gösterileriyle karşılandı. Üsküp'te Arnavutlar padişahı "Padişahımız efendimiz imreti (yaşa)" diye karşıladılar. Üsküp'ten 14 Haziran'da ayrılan sultan Priştine'ye doğru yola çıktı.

Seyahat planında Rumeli Müslümanları'nın gözünde büyük bir manevi değeri olan Sultan Murad Meşhedi'nde cuma namazı kılınması karalaştırılmıştı. Rumeli'nin fethi uğruna şehit düşen bir sultanın türbesinin bulunduğu yerde kılınacak cuma namazı o toprakların sahiplenildiğini gösterecekti.

Sultan Reşad 16 Haziran'da Sultan Murad'ın şehit edildiği yerde 100 bin kişiyle cuma namazı kıldı. Namazdan önce halifenin vekil tayin ettiği Manastırlı İsmail Hakkı Efendi bir vaaz vermişti. Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa ise namazdan sonra genel af ilan edildiğini ve kan gütme davasından vazgeçilmesi için padişahın 30 bin lira ihsanda bulunduğunu padişahın beyannamesini okuyarak duyurdu. Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa daha sonra padişah adına halka hitap ederek ''Bölünmeyelim, birleşelim. Bölünmeye dinimiz de karşıdır'' dedi. Sadrazam yaptığı konuşmada Arnavutlar'ı överek fesatçıların söz lerine kanmamalarını ve tahriklere kapılmamalarını tavsiye etti.

Her şey bu ana kadar iyi gitmişti. Ancak padişahın beyannamesini ve sadrazamın konuşmasını tercüme etmesi için getirilen Manastırlı İsmail Hakkı Bey, Arnavutça bilmiyordu. Bu yüzden konuşmalar boşa gitmişti.

Manastırı da ziyaret eden Sultan Reşad Selanik'ten tekrar Barbaros zırhlısına binip, 26 Haziran'da İstanbul'a döndü. Sultan Reşad'ın Rumeli Seyahati olumlu bir hava estirdiyse de Sultanın hasta hasta bölgeye gitmesi bir işe yaramadı.

İktidardaki İttihatçılar ziyaretin yarattığı yumuşamadan faydalanmayı beceremeyince isyan daha da büyüdü ve Balkan Savaşı'ndan sonra öteki Balkan ülkeleriyle beraber Kosova ve Arnavutluk da elimizden gitti. 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması ile Kosova vilâyeti Sırbistan'a terk edildi.

SULTAN MURAD TÜRBESİ

Artık bir bağımsız devlet olan Kosova Türk tarihi açısından Balkanlar'daki en önemli bölgelerden biridir. Osmanlılar'ın Balkanlar'a yerleşmesindeki en önemli dönüm noktası 1389'daki Birinci Kosova Muharebesi'ydi. Sırplar'a büyük bir darbe vurarak tarih sahnesinden silen muharebede Osmanlılar galip gelmiş, ancak savaş sahrasında hükümdarları Birinci Murad'ı kaybetmişlerdi. Kosova sahrasında Sultan Murad'ın iç organlarının gömüldüğü türbe Rumeli Türkleri için kutsal bir ziyaretgâh hâline geldi.

Türk tarihi açısından önemli bir diğer savaşta 1448'de yine bu ovada cereyan etti. İkinci Murad'ın kazandığı İkinci Kosova Muharebesi, Balkanlar'dan gelebilecek Haçlı tehlikelerini sona erdirip, İstanbul'un fethine zemin hazırladı.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 07.11.2010)

Şeyhülislamlar Osmanlı döneminde protokolde 2. sıradaydılar

Ebussuud Efendi (1490 - 1574)
Fotoğraf Kaynağı: DED

Diyanet İşleri Başkanı'nın protokolde 52. sıradaki yeri tartışılıyor. Osmanlı döneminde şeyhülislam protokolde 2. sıradaydı.

Diyanet'ten Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik, Atatürk döneminde protokolde 3. sırada bulunan Diyanet İşleri Başkanı'nın şimdi 52. sırada olduğunu anımsatarak, bu yanlışın telafi edilmesi gerektiğini söyledi. Osmanlı döneminde şeyhülislamlar protokolde 2. sıradaydılar. Padişah hocası olup olmamalarına göre zaman zaman da 1. sırada yer alırlardı.

FETVA MAKAMI

Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk yıllarında ilmiye sınıfı içindeki en büyük memuriyet kazaskerlikti. İkinci Murad döneminde müftü diye adlandırılan şeyhülislâmlık makamı ortaya çıktı. Fatih Kanunnamesi'nde şeyhülislâmlık bütün ulemanın reisi ve bütün müderrisler, yani üniversite hocaları arasında en büyük mevki olarak zikredilir.

Şeyhülislamlık Kanuni devrinde Ebussuud Efendi'yle birlikte zirveye çıktı. Osmanlı İmparatorluğu'nda dinî meseleleri yürütmekle görevli en üst düzey devlet görevlisi oldu. Ebussuud Efendi'den itibaren şeyhülislamlar, kadı ve müderrislerin tayinlerinde yetkili oldular.

Yargılama işlerini Rumeli ve Anadolu kazaskerleri yaparlarken, şeyhülislâmlar dini konular hakkında halkın sorduğu soruları cevaplarlardı. Fetva bir meselenin dini-hukuki durumuna açıklık getirirdi. Müftülerin verdiği fetva bir bakıma, Kur'an ve Peygamber'in sünnetinde yer alan dini bir hükmün açıklanması ve kapsamının belirlenmesidir. Dini bir konudaki görüş olan, fetva hüküm yerine geçmez. Bir konuda kesin kararı, yani hükmü ise kadı verirdi. Fetva yetkili bir müftüden alınabileceği gibi Osmanlı İmparatorluğu'nda en büyük dini yetkili olan şeyhülislâmdan da alınabilirdi. Müftüler verdikleri fetvalarında genellikle kaynak gösterirlerdi. Şeyhülislâmlar ise istisnai durumlar dışında kaynak göstermek mecburiyetinde değillerdi.

Halk, aklına gelen her konuyu İstanbul'da şeyhülislâma, taşrada da müftülere sorardı. Kanuni Sultan Süleyman'ın meşhur şeyhülislâmı Ebussuud Efendi, bir gün sabah namazından ikindi namazına kadar, adamlarıyla birlikte ne kadar fetva yazdıklarını hesapladığında, ortaya 1413 rakamı çıkmıştı. En ilginç fetva yöntemi Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde 23 yıl şeyhülislâmlık yapan Zenbilli Ali Efendi'ye aitti. Şeyhülislâm Ali Efendi, fetva isteyenlerin sorularını yazdıkları kâğıtları koyabilmeleri için evinin penceresinden devamlı olarak bir zembil denilen bir sepet sarkıtırdı. Soruları sepete koyanlar, cevaplarını da zembilin içerisinden alırlardı. Şeyhülislâm bu alışkanlığından dolayı, halk tarafından "Zembilli Müftü" olarak adlandırılmıştı.

PADİŞAHLARA KAFA TUTAN ŞEYHÜLİSLAMLAR

Osmanlı İmparatorluğu'nda herhangi bir devlete savaş açılacağı zaman şeyhülislâmdan fetva alınırdı. Padişahlar yaptıkları işlere dini bir meşruiyet kazandırmak için mutlaka şeyhülislamdan fetva almaya çalışırlardı. Eğer şeyhülislâm zayıf kişilikli biri olursa sultanın istediği her konuda fetva verirdi. Tam tersine sağlam iradeli olanlar da padişahların yanlış yapmalarını engellerlerdi. Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selim gibi sertliğiyle meşhur bir padişahın haksız yere birçok kişiyi öldürtmesini defalarca önlemişti.

Osmanlı döneminde şeyhülislam veziriazamdan sonra protokolde ikinci sıradaydı. Törenlerde veziriazam, kazasker gibi görevliler etek öperken şeyhülislam ise padişahın önünde eğilir ve elini öperdi. Şeyhülislam padişah hocası ise protokolde veziriazamın önüne geçer ve 1. sırada olurdu.

İkinci Mahmud döneminde askeri sistemdeki değişim ve dönüşüm süreci seraskerliğin statüsünü ve önemini artırdı. 1836'daki teşrifat, yani protokol düzenlemesiyle serasker, protokol bakımından şeyhülislam ve sadrazamla denk hale geldi. 19. yüzyılın ortalarından itibaren devlet teşkilatının yeniden düzenlenmesinden sonra şeyhülislamlar Meclis-i Vükela, yani Bakanlar Kurulu üyesi oldular.

29 YIL GÖREV YAPAN ŞEYHÜLİSLAMLAR

Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu'nun 8 yıl görev yaptığı, bu sürenin uzun olduğunu söyleyenler oldu. Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün kurumlarının saat nizamı içerisinde işlediği dönemde şeyhülislamlar kayd-ı hayat şartıyla, yani ölene kadar görevde kalırlardı. İstifa edenler haricinde ilk 19 şeyhülislam ömür boyu görev yapmışlardı. İlk defa azledilen şeyhülislam 1587-1589 yılları arasında yaklaşık iki sene görev yapan Müeyyedzâde Abdülkadir Şeyhi Efendi'dir. Beylerbeyi Vak'ası adı verilen isyan sırasında 2 Nisan 1589'da diğer devlet adamlarıyla birlikte azledilmişti.

Osmanlı İmparatorluğu'nda 131 şeyhülislâm görev yaptı. Osmanlı tarihinde en uzun süre görev yapan şeyhülislâm 29 yılla Kanuni ve İkinci Selim dönemlerinin şeyhülislâmı Ebussuud Efendi'dir. İkinci Murad ve Fatih dönemi şeyhülislamı Molla Fahreddin Acemi 24, Zembilli Ali Efendi ise 23 yıl görev yapmıştı. En kısa süre görev yapan şeyhülislam ise 5 Mart 1656'da bir isyan sırasında şeyhülislamlığa tayin olunan ve sadece 13 saat görevde kalan Memekzâde Mustafa Efendi'dir.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 14.11.2010)

Menderes'in ilk işi orduyu temizlemek olmuştu

Bundan 60 yıl önce Adnan Menderes hükümeti, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde darbe yanlısı oldukları tespit edilenleri bir çırpıda temizleme cesaretini göstermiş, adeta "darbe gibi" bir operasyonla bütün kuvvet ve ordu komutanları ile 150 albayı görevden almıştı.

Bu çarpıcı tasfiye, TSK'da gerçekleştirilen en geniş kapsamlı ve en hızlı operasyon olarak tarihe geçmiştir. Öte yandan iktidar, 10 yıl sonraki 27 Mayıs darbesinin pimini de çekmiş oluyordu.

Genellikle Menderes hükümetinin 1950'de güvenoyu alır almaz ilk "işi"nin ezanı "Arapçaya çevirmek" olduğu söylenirse de, bu pek doğru değildir. Belki kanun değişikliği anlamında doğru ama "icraat" planında sadece 10 gün önce, radikalliği bakımından ezandan aşağı kalmayan bir iş başarılmıştır.

Birileri haklı olarak soruyordu: Çiçeği burnunda Başbakan bu deli cesaretini nereden buluyordu? Hangi akla hizmeten ordunun harcamalarını kısıyor, üstelik Genelkurmay Başkanı'ndan tutun da terfi bekleyen albaylara kadar yüzlerce subayı ordudan atıyordu? Emekli Org. Sabri Yirmibeşoğlu, hatıralarında harcamalardaki kısıntının ordu üzerinde "soğuk duş etkisi" yaptığını, tasfiyenin ise memnuniyetsizlik doğurduğunu açıkça yazmaktadır.

Bazı mahfillerin gözünde Adnan Menderes'in mimlenmesinin gerçek sebebi, orduyu siyasî otoriteye tâbi kılma girişimiydi. Başbakan bu cesareti kendisinde bir daha bulamayacak olsa da, yıllar sonra ödeyeceği cezayı daha o günden hak etmişti.

Peki olay nasıl gelişmişti?

DP seçimi yeni kazanmıştı ki, birkaç gün sonra birkaç üst düzey komutan toplanıp Cumhurbaşkanı İnönü'yü ziyarete gittiler. Ona, iktidarı devretmemesini söylediler ve bir işaret verdiği takdirde seçimleri iptal ettirip yeniden Tek Parti dönemine dönmeye kararlı olduklarını bildirdiler.

Öte yandan 5 Haziran günü ihbarcı bir albay, Menderes'i Başbakanlık konutunda ziyaret ederek İnönü'ye bağlı generallerin 8 Haziran'ı 9'una bağlayan gece bir darbe yapacaklarını bildirdi. Bunun üzerine harekete geçen Başbakan, önce Milli Savunma Bakanı ve bazı milletvekilleriyle durumu değerlendirdikten sonra bilgiyi Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'la paylaşır. Aynı gece Çankaya Köşkü'nde tasfiye operasyonunun düğmesine basılır.

İhbarın bir albaydan gelmiş olması, ordu içinde bir ayrışma olduğunu gösterir. Genç subaylar DP'yi tutarken, yaşlılar cephesi, CHP yandaşıdır.

6 Haziran 1950 günü tasfiye başlar. Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman ile Genelkurmay İkinci Başkanı, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları ile üç ordu komutanı (toplam 16 general) görevden alınmış, Genelkurmay Başkanlığı'na Kara Kuvvetleri Komutanı Nuri Yamut getirilmiş, diğerlerinin yerlerine de atamalar yapılmıştır. Ayrıca birkaç ay içinde 150 albay daha emekliye sevk edilecektir.

Dikkat çeken nokta ise tasfiyenin özellikle CHP çevrelerinde ve yayın organı olan "Ulus"ta üzüntüyle karşılanmış olmasıdır. Nitekim muhalefet partisi, iktidara karşı ağır bir dille hücuma geçmiştir. "Ulus" 10 Haziran günü manşetten "Komutanlarımıza iftira atmayalım" diye bir haber girmiş ve hükümeti bir açıklama yapmaya davet etmiştir. CHP'liler ise orduyu tahrik edici konuşmalar yapıyorlardı. Bunun üzerine Menderes DP grubuna yaptığı açıklamada orduyu hükümetin üzerine sürmek için tahrik eden CHP'ye fena yüklenmişti. Söyledikleri şuydu:

"Bütün çalışmalarımız demokrasiyi perçinlemek içindir. Esefle bildirmek isterim ki, iktidarımız henüz bir ayı bulmadığı halde bazı zorunlu değişiklikleri mesele haline getiren CHP, başarılı olmak istiyorsa "iktidar hastaları"nı başlarından atmalıdır. Bu "iktidar hastaları", ortalığı karıştırmak istemektedirler."
Şevket Süreyya Aydemir'in "Menderes'in Dramı"nda söylediği gibi Menderes'in suçlaması gerçekten ağırdır. "İktidar hastaları" dediği elbette İnönü ve yakın çevresidir. Bunlar orduyu ele alarak bir darbe hazırlamışlardır ve bu yüzden partiden atılmalıdırlar.

Ancak bu iddia büsbütün asıldan esastan yoksun mudur?

Pek değil. Zira o sırada olmasa bile ileriki yıllarda "CHP artı ordu = İktidar" sloganı duyulacaktır. Paşa damadı Metin Toker'in muhteşem formülasyonu ile bunun "CHP eksi ordu = İhtilal" şekline büründüğünü de biliyoruz.

Öte yandan Menderes tarafından tasfiye edilen generallerin bizzat İnönü'nün silah arkadaşları olup açıktan CHP'yi tuttuklarını hatırlatalım. İnönü bu iddiayı hiç kabul etmemiş, darbeye kimin gücünün yetebileceğini sormuştur. Kimin gücünün yetebildiğini 10 yıl sonra gördüğümüze göre bu sözden, o sırada ihtilal ortamının henüz hazır olmadığını, şartlar hazır olunca gereğinin yerine getirileceğini çıkarmak zor olmasa gerektir.

Nitekim 2 Haziran'da güven oylaması yapılırken CHP'liler son sözü bize vermediniz gibi sudan bir gerekçeyle Meclis'i terk etmişlerdi. DP iktidarının ilk krizi böyle çıkmış, bu yapay kriz, haklı olarak Demokratları kaygılandırmıştı. Demek ki, demişlerdi, CHP, devlet güçlerini ve orduyu kullanarak yeniden iktidara gelmek niyetinde.

Hakikatte bu kanaat hiç de temelsiz değildi. Nitekim Prof. Ali Fuat Başgil, "27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri" adlı kitabında bu noktayı şöyle açıklıyor (özetliyorum):

Halkın tepkisinden çekinen İnönü, subayların bu teklifini reddetmişti. Ancak Menderes'in tasfiye operasyonu üzerine hemen ülkenin her tarafından huzursuzluk hüküm sürdüğünü, kimsenin güvenliğinin bulunmadığını ilan edecekti. Gerçekte bu beyanat, hiçbir esasa dayanmıyordu. İnönü böylece, ziyaretine gelen ve darbe yaparak iktidarı kendisine vermek isteyen subaylara bir tür şükranlarını bildiriyordu. Bundan böyle yüksek rütbeli komutanlar arasında memnuniyetsizlik giderek artacaktı.

Prof. Başgil'e göre, 1950 sonlarına doğru Ankara ile Erzurum arasında uçan bir grup askeri uçak şehir ve köylere "milletin biricik ümidi olan İnönü"nün etrafında birleşmek gerektiğini bildiren beyannameler atmışlardı.

Son cümleleri yazarken aniden tarih uykusundan uyandığımı fark ettim. Yoksa farkına varmadan son birkaç yıldır yaşadıklarımızı mı yazmaya başlamıştım? Balyoz harekâtı filan...

"Tarihte bu kadar şaşırmamızın nedeni, onu yeterince incelemeyişimizdir." diyen Jean-Paul Roux muydu?

Mustafa Armağan
(Zaman, 21.11.2010)

11 Kasım 2010 Perşembe

Protestanlık yeni bir Avrupa yarattı


Yaklaşık 500 yıl önce ortaya çıkan Martin Luther’in Doksan Beş Tez’i ve ona karşı alınan tedbirler, ortaya yeni bir Avrupa çıkardı.

31 Ekim 1517’de yani Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethettiği yılda Katolik kilisesi ve inancı en büyük darbeyi yedi. Martin Luther -ki St. Augustin tarikatından bir keşişti-; Wittenberg’de Schlosskirche’nin kapısına ünlü Doksan Beş Tez’ini astı. Kendisi Roma kilisesine bağlı bir tarikatın mensubu bir keşişti, teologdu (ilahiyatçı). İncil metinleri ve tercümesiyle uğraştığı biliniyordu, nitekim bir müddet sonra Saksonya elektörü Akil Friedrich’in sarayına kapanarak Almancaya İncil çevirisini tamamlayacaktır. Ama bu tarihte öyle bir eseri yoktur.
Onun İncil çevirisi daha yoktu ama zaten İncil’i ilk çeviren adam da Martin Luther değildi, “Birisi İncil’i çevirdi, anında basıldı, okundu, çeviri ve matbaa ile beşeriyet aydınlandı” tezi bizim okulların müfredatına has bir saf yorumdur. Resmi İncil (yani İsa’nın hayatını anlatan yeni Ahid) çok daha evvel Yunancaya, Yunancadan Latinceye çevrilmişti. Hele İbranca asıllı eski Ahid yani Tevrat çevirisi vahim hatalar da içeriyordu.

Sakat düzeni tenkit ettiler
Luther’den iki asır evvel bu gibi yanlışlar üzerinde hep durulmuştur ve nihayet ondan evvel Rönesans’ın büyük aydını Rotterdamlı Erasmus İncil metnini eski metinlerle karşılaştırıp düzelterek (yani yeniden inşa ederek) çevirmişti. Tabii o kiliseyi eleştirmesine rağmen ne Roma kilisesini inkar etti ama ne de kendisine teklif edilen kardinallık görevini kabul etti.

Martin Luther Doksan Beş Tez’de Roma kilisesinin israfını, akraba kayırmacılığına (nepotizm) dayanan sakat hiyerarşik düzenini, tayinleri ve mutaassıp bir kafayla Rönesans’ın büyük sanat eserlerine yapılan masrafları tenkit ediyordu. Özellikle 1506-1626 arasında inşaatı ancak tamamlanan, 60 bin kişi alan, 42 metre kubbeli ünlü San Pietro kilisesi Ayasofya’dan bin sene sonra ortaya çıkmak için kaç tane ünlü Rönesans sanatçısının (Bramente, Michelangelo, Bernini gibileri) elinden geçmişti ve nihayet aşırı masrafları karşılamak için Papa X. Leo endülüjans denen af ve cennette yer edinme beratlarını satmaya başlamıştı. Bunun bir rezalet olduğu açıktı.

Malla mülkle, feodal lordların hakimiyetiyle dertleri yoktu
Luther ve etrafı haklı olarak kilisedeki ahlak düşüklüğünden ve irtikâptan bahsediyorlardı ama rahatsız olanlar daha çok ülkenin birikimlerinin kendilerine değil, Roma’ya akmasından şikayet eden Alman prensleri özellikle Saksonyalı Friedrich’ti. Nitekim Luther’i daha çok o desteklemiştir.

Hiç kimse bu Doksan Beş Tez’de Protestan itikadının, hele kilisesinin nasıl teşekkül edeceğinin ana prensiplerini aramasın. Mesela başta Martin Luther olmak üzere birtakım rahiplerin evlenmesi işi zamanla ortaya çıktı. Gene ne Martin Luther’in ne Reuchelin’in veya Melanchton’un veya İsviçre’de Calvin’in mal mülkle veya feodal lordların hakimiyetiyle fazla bir derdi yoktu. Tabii Fugger gibi bankerlere de bir şey demiyorlardı. Hatta zamanla kilisenin yortu ve tatillerinin kalabalığından şikayet eder oldular; çalışmak lazımdı...

Özgür bir düşünce, laik bir din olarak düşünmemek gerek
Protestanlığın esasları ve bölünmeleri bir mantar gibi çoğaldı. Dokuz sene sonra Mohaç seferi ile en güçlü Katolik krallığın yani Macaristan’ın ortadan kalkışı hem Protestanlara hak verdirdi hem de onlara karşı husumeti arttırdı. Kanuni Sultan Süleyman Han ve halefleri İspanya kralı ve Avusturya Habsburglarının Katolikliğine karşı Protestanlığı kullanmakta tereddüt etmediler.

Diğer taraftan kimse Protestanlığı din bakımından özgür düşünce, laik bir din olarak düşünmesin; o bizim okul kitaplarının yorumudur. Avrupa tarihi daha çok uzun zaman iki inancın etrafındaki bağnazlıklar, cinayet ve katliamları yaşadı. Doğrusu Wittenberg tezlerinin ilan edilişinin ardından imparator Şarlken’in karşı tedbirleriyle devam eden gelişmelerin şekillendirdiği çatışma yeni bir Avrupa yarattı. 500’üncü yılındaki Avrupa Hıristiyanlığının görünümü halen tartışmaya açıktır. Din düşüncesi ve politikaları ne olacak, Hıristiyanlık ve İslam çatışması daha nerelere gidecek? Bunların düşünülmesi lazım.

İlber Ortaylı
(07.11.2010)