25 Mart 2018 Pazar

Hititlerin Hiyeroglifi

image

Büyük Ramses’in yaşlılığında varis seçtiği oğlu Kha erken ölünce, yerine 13. oğlu Banenre Merenptah (M.Ö. 1213-1203), 19. Sülale’nin 4. Firavunu olarak tahta çıkmıştı. Babasının Hititlerle yaptığı Kadeş Barışı’nı devam ettirmiş ve Hatti Ülkesi’nde kıtlık çıkınca yardım göndermişti.
İktidarının 5. yılında (Yıl 5, Şemu (yaz mevsimi)‘nun 3. ayı, gün 3) askeri bir sefere çıkan Merenptah, Berberi orjinli bir Libya kabilesi olan Libulara ve onların müttefiki Deniz Kavimlerine karşı zafer kazanmıştı. Bu zafer siyah granitten bir stele yazılacaktır. Stel ayrıca Kenan’daki halklara karşı kazanılan zaferlerden de söz etmektedir.
image
İngiliz Mısırbilimci Sir William Matthew Flinders Petrie, 1896’da Teb’de Merenptah’ın yaptırdığı Ölüler Tapınağı’nın birinci avlusunda bir stel bulur. Taş 3,18 m. yüksekliğinde ve 1,63 m. enindedir. Üzerindeki yazıt 28 satırdan oluşmaktadır. Tercüme için Alman filolog Wilhelm Spiegelberg’den yardım ister. Dikilitaş, Merneptah’ın Zafer Steli’dir.
image
Stelin son üç satırı Kenan Ülkesi’ndeki halklara karşı elde edilen zaferlerden bahsetmektedir. Bu steli ünlü yapan şey Antik Mısır’da, İsrail’den söz eden ilk kaynak olarak kabul edilmesidir. Spiegelberg, metinde geçen “I.si.ri.ar?”sözcüğünü aceleyle İsrail olarak tercüme eder. Bu durum bugün hala tartışma konusudur. Yazıt şöyle son bulmaktadır:
Prensler secde ederek “Barış!” diyorlar.
Kimse başını Dokuz Yay arasında yükseltmiyor.
Şimdi Tehenu (Libya) mahvoldu,
Hatti barışta;
Kenan tüm gamıyla yağmalandı:
Ashkelon fethedildi;
Gezer kuşatıldı;
Yano'am yok edildi.
İsrail çöp edildi  ve tohumsuzlaştı;
Hurru, Mısır yüzünden dul oldu.
image
Lakin bizim burada ilgilendiğimiz İsrail değil, Anadolu’nun bilinen en eski adı olan Hatti Ülkesi. Bu stelde Hatti sözcüğünün Mısır hiyeroglifleriyle yazılması çok net bir şekilde görülebilmektedir. Sargon’un kurduğu ve tarihin ilk imparatorluğu olan Akkad Devleti (M.Ö. 2270-2080)  kayıtlarında Anadolu’dan (URUHa-at-ti), “Hatti Ülkesi” diye söz edilir. Bu adlandırma neredeyse 1500 yıl boyunca geçerli kaldı. Bu Anadolu’nun bilinen en eski adıdır. Ve burada yaşayan insanlara da Hattiler deniyordu. Kendilerine Nesililer diyen Hititler de ülkeleri için bu adı kullandılar. 1915 yılında Bedrich Hrozny’nin Hitit Çivi Yazısı’nı çözmesinin ardından, okunan kil tabletlerde “ Hatti” sözcüğüne çok sık rastlanmasından dolayı, ilk zamanlarda, Nesililer de Hatti olarak adlandırılmıştı. Oysa bu halk bambaşka bir dil konuşuyordu.
image
Kavram karmaşası öyle bir boyuta gelmişti ki hatalı bir şekilde Hititler ile Hattilerin aynı kavim oldukları kabul edilerek Hattilere, Proto-Hititler ; hatta ve hatta Proto-Hattiler gibi mantık dışı adlar takıldı. Ancak araştırmalar ilerledikçe gerçek anlaşıldı ve iki halkın da farklı diller konuşan farklı uluslar olduğu tespit edildi.
Ancak “ Hitit” sözcüğü de uydurma bir addı.
Hititlerden (Geç Hititlerden) ilk bahseden kaynaklardan olan Tevrat’ta adı geçen ve Hetoğulları olarak Türkçeleştirebileceğimiz “Hittim” kavmi, İbranice’de sesli harfler olmadığı için “ht” olarak yazılıyordu. Martin Luther, Tevrat’ı Almanca’ya çevirirken bu harfleri “hethit” olarak telaffuz etmişti. Buradan yola çıkılarak Almanca Die Hethiter, İngilizce The Hittities, Fransızca Les Hittities ve İtalyanca Gli Ittiti  gibi terimler uyduruldu.
Üstelik bu Tevrat bağlantısından dolayı, Hattuşa kazılarına başlanıp  dilleri çözülene kadar, Hititlerin Kuzey Suriye’de yaşamış semitik bir kavim olduğu sanıldı.
image
Merenptah Steli’nin 26. Satırında geçen “Hatti barışta” ifadesi Kadeş Anlaşması hükümlerinin devam ettiğinin bir göstergesiydi. Burada “Hatti” sözcüğünün hiyeroglif olarak dile getirilişi şu şekildedir.
image
“Hatti Ülkesi” hiyeroglif dizisine eklenen “Adam” sembolü ise Hatti Ülkesi’nin Adamları’nı yani Hititleri belirtmektedir.
Kaynak: http://arkeokur.tumblr.com/

İstanbul'un Kaçırılan Atları

image


M.Ö. 4. yüzyılda yaşayan Yunanlı heykeltıraş Lisippos’un eseri olduklarına inanılan ve bugün Venedik’teki meşhur San Marco Kilisesi’nde sergilenen bronzdan yapılmış ‘Quadriga atları’ denen dört adet at heykeli, bir zamanlar İstanbul’da durur, Bizans’ın şimdi Sultanahmed Meydanı olan Hipodrom’unu süslerdi.
DÖRT ATLI ARABAEski Roma’da dört atın çektiği arabalara ‘Quadriga’ denirdi ve dünya sanatının en güzel Quadriga atı örnekleri Bizans’ın, daha doğrusu Doğu Roma’nın başkenti İstanbul’un hipodromunda, yani bugünün Sultanahmed Meydanı’ndaydı. M.Ö. 4. yüzyılda yaşayan Yunanlı heykeltıraş Lisippos’un eseri olduklarına inanılan, bronzdan yapılmış olan ve her biri bir mermer sütun üzerinde yükselen dört at heykeli, meydanın güzelliğine güzellik katardı.

Heykeller, Dördüncü Haçlı Seferi’ne kadar, asırlarca Hipodrom’da kaldılar. Avrupa’dan kutsal topraklara, yani Filistin taraflarına gitme bahanesiyle kopan ama yollarda aç kalan Haçlı ordusu, o zamanın Konstantinopolis’ini 1204 Nisan’ında yağma etmekten çekinmedi. Ateşe verilmiş elyazması kitapların dumanları gökyüzünü sararken, kiliselerde altından yapılmış tek bir haç bile kalmamacasına, herşey talan edildi. Şehir yeni kurulan ‘Latin İmparatorluğu’nun başkenti oldu ve İstanbul’un üzerine çöken bu kábus tam 57 sene devam etti. Bizans İmparatoru Sekizinci Mihail Paleolog, şehri 1261’de geri aldığı zaman baştan aşağı yağmalanmış bir Konstantinopolis ile karşılaştı. Haçlılar varsa toparlayıp götürmüşlerdi. Hipodrom’daki heykeller, Hristiyan azizlerinin kemikleri ve Hazreti İsa’ya ait olduğuna inanılan ve bugün Torino’da olan kefen de gidenler arasındaydı.

Ama, Quadriga atlarının macerası bu yağma ile noktalanmadı; atlar için herşey daha yeni başlıyordu ve asırlar boyunca bir memleketten ötekine taşınıp duracaklardı.

Önce, Venedik’teki bir askeri deponun önüne yerleştirildiler; daha sonra Aziz Marko Kilisesi’nin girişinin üzerine kondular ve neredeyse altı asır boyunca burada kaldılar. Derken, 1797’de Venedik’i Avusturya’ya veren Napolyon Bonapart şehirden bir hatıra almak istedi ve atları seçti. Dördünü birden Paris’e götürdü, önce Tuilleries Sarayı’nın girişine koydurdu, sonra da inşa ettirdiği meşhur ‘Zafer Takı’nın üzerine çıkarttı.

Atlar, Napolyon’dan sonra, 1815’te Venedik’e iade edildiler ve eski yerlerine, kilisenin üzerine yerleştirildiler. Aradan gene seneler geçti, Birinci Dünya Savaşı patladı ve güvenlik altında tutulmaları için Roma’ya taşındılar. Savaştan sonra geri gittilerse de kilisenin tepesindeki ikametleri gene kısa sürdü, İkinci Dünya Savaşı patladı, atlara bu defa Padua yolu göründü ve eski yerlerine, yani Aziz Marko Kilisesi’ne 1945’te dönebildiler.

İmparator Konstantin’in atları yerlerinde durmamaya, dolaşmaya alışmışlardı bir kere… 1990’da tekrar söküldüler ve bu defa kilisenin içine taşındılar. Gerekçe, hava kirliliği yüzünden artık çürümeye başlamış olmalarıydı. Sıkı bir bakımdan geçirilen Quadriga atları bugün Aziz Marko Kilisesi’ndeki salonlardan birinde teşhir ediliyorlar, aynı kilisenin tepesinde ise sahteleri duruyor.
KAynak

21 Mart 2018 Çarşamba

Osmanlı’da esnaflık şartları

Osmanlı’da esnaf olmak öyle kolay değildi. İşini yarım yamalak yapanlar esnaf loncalarına kayıt yaptıramaz, dolayısıyla hiçbir yerde dükkân açamazdı. Öncelikle işin ehli olmak lâzımdı. Ayrıca da esnafta dürüstlük, güvenilirlik, dinine bağlılık, mertlik ve saygı aranırdı.
Her esnaf bulunduğu mahalleyi kendi mahallesi gibi benimser, mahalledeki her evi kendi evi gibi, her mahalleliyi anası, babası, kardeşi gibi görürdü.
Esnaflık, el sanatlarından sokak satıcılığına, hakkaklıktan ayakkabıcılığa, terzilikten berberliğe, şekercilikten ciğerciliğe, zahirecilikten bakkallığa, şerbetçilikten turşuculuğa, hatta hamallığa uzanan bir zincirdi.
Birbirinden çok farklı alanlarda faaliyet gösteren esnafın ortak noktası, “lonca”lar ve “gedik”lerdi. Ticaret ve sanat yapma yetkisine “gedik”, örgütlerine “lonca” denirdi. 
“Gedik” sahibi olmak için çıraklık ve kalfalık evrelerinden geçip ustalık belgesini almış olmak gerekirdi. 
Loncalar ise şimdiki “oda”ların (Esnaf Odaları, v.s) işlevini gören sivil örgütlenmelerdi. Merkezi otoriteye karşı esnafların hakkını-hukukunu korur, onları örgütler, denetler, usulüne uygun faaliyet göstermelerini sağlardı.
Lonca teşkilatının başında esnaflar tarafından seçilen Esnaf Şeyhi” ya da Esnaf Kethüdası” bulunurdu. Lonca’nın başında bulunan Esnaf Şeyhi veya Esnaf Kethüdası, esnaf tarafından seçilir ve kadı tarafından sicile kaydedilirdi. Kadı Efendi, anlaşmazlıkları şer-i hususlara göre çözer, taraflar buna razı olurdu. Bu yüzden esnaf arasında kardeşlik hüküm sürerdi.
Loncaların en önemli görevi üyelerinin ticari faaliyetlerini denetlemek ve düzenlemekti. Üretim süreci, üretim kalitesi, ürün fiyatı ve müşteri ile ilişkiler dikkatle takip edilir, hata eden esnafa göz açtırılmazdı.
Uygulanan cezalar ise “öğüt”le başlar, “para cezası”na, hatta dükkân kapatmaya kadar giderdi.
Fazla uygulanmamakla birlikte, Lonca’nın “dayak cezası” verme hakkı bile vardı. Bundan ötesi zaten mahkemeye intikal ederdi.
Kökeni dini inançlara, tarikatlara dayanan bu sistemin, kendine mahsus merasimleri vardı. Çırak veya kalfa çıkarmak, bu tür törenlerin en dikkat çekici olanlarıydı. 
Dini inançlar bu törenlerde alabildiğine öne çıkarılır, Allah’a şükür, Resulüllaha salâvat, mesleğe sadakat vurgusu yapılırdı. Ayrıca dükkânlar açılmadan önce mutlaka “bereket duası” yapılırdı. Eski adı “Valide Çarşısı” (Sultan Dördüncü Mehmed’in annesi Turhan Valide Sultan tarafından, bânisi olduğu Yenicami’ye gelir sağlaması amacıyla 1660 yılında yaptırılmıştır) olan bugünkü Mısır Çarşısı’nda bir “Dua Meydanı” ve “Dua Balkonu” var.
Bu meydan, “L” şeklinde bir mimari üslupla yapılan çarşının uzun ve kısa kollarının birleştiği meydandır. Her sabah esnaf “Dua Meydanı”nda toplanır, Esnaf Şeyhi “Dua Balkonu”na çıkıp “sağlık, sıhhat, afiyet ve bereket duası”yapardı.
Esnaf bir ağızdan duaya “âmin” dedikten sonra, besmele ile dükkânlar açılır, “siftah müşterisi” denilen ilk müşterinin gelmesi için beklenmeye başlanırdı.
Maalesef, 1940’lı yıllarda yapılan tadilat sırasında uzun süre çarşının kapatılması, o tarihte dini ritüellere duyulan alerjinin de etkisiyle bu güzel geleneğin terk edilmesine sebep oldu: Dua Meydanı da, Dua Balkonu da öksüz kaldı.
Başka bir naktı daha: Çarşının altı kapısından biri olan Haseki Kapısı’nın üzerinde, esnafın kendi aralarında yahut müşteri ile esnaf arasında zaman zaman meydana gelen sürtüşmelere bakan bir “Esnaf Mahkemesi” vardı. Ufak-tefek nizalar kadıya intikal ettirilmez, bu mahkemede çözülürdü. 
Yavuz Bahadıroğlu 21.03.2018