28 Ocak 2011 Cuma

Ankara’ya demiryolunun gelişi

Ankara’daki ticari sınıf, demiryolunun kente gelişinin ardından kendini ispat etmeyi başarmıştı. "Demiryolu ile İstiklal Savaşı arasında nasıl bir bağlantı vardır?” diyeceksiniz, pekala vardır. Sultan Abdülaziz devri boyunca ancak İstanbul’dan İzmit’e kadar iki yılda tamamlanabilen demiryolu, demiryollarının imparatorluğu kurtaracağına inanan Sultan Abdülaziz’i hayal kırıklığına uğratmıştı.

Sultan Abdülaziz iki alanda fevkalade ısrarlıydı; Donanma ve demiryolu. Kuvvetli bir donanmayla Rusya’ya karşı Karadeniz’de hakimiyeti yeniden kurarak Kırım’ı alma emelinde muvaffak olamadı. Donanma büyük harcamalarla büyüdü, gemi sayısı bakımından büyük devletlerle yarışır hale geldi ama o donanmayı götürecek yeteri sayıda bahriye subayı, astsubay ve teknisyen yetiştirilemedi ve tersanelerde beklenen modernleşme sağlanamadı. II. Abdülhamid döneminde donanmanın tamamen ihmal edilmesinde bu ölçüsüz büyümenin de etkisi vardır.

Sultan Abdülaziz isabetli bir kararla demiryollarına da önem verdi. Ancak isteneni sağlayamadı. Rumeli demiryolları mesela Bosna-Hersek gibi imparatorluğun önemli bir parçasına uzanamadığı gibi, Adriyatik kıyılarına da ulaşamamıştır. Anadolu kıtasında da İzmir-Aydın hattı ve İzmir-Bandırma hattı ilki İngiliz, ikincisi Fransız imtiyazıyla inşa edilebildi. Sultan Abdülaziz’in milli teşebbüs olarak kurmak istediği Anadolu hattı İzmit’te tıkanmıştır.

Anadolu ve Mezopotamya’nın zenginliklerini inceleyip değerlendirmek isteyen Alman sermayeli şirket için imtiyaz alıp demiryolunu döşemeye başlamak, II. Abdülhamid devrinde gerçekleştirilen önemli bir yatırımdır. Demiryolu için verilen garanti akçesi ağır bir borçlanma getiriyordu ama Almanların demiryolu döşeme tekniği de Fransız ve İngilizlerinkiyle mukayese edilmeyecek kadar hızlı idi.

Ordu ilk defa Anadolu buğdayı ile beslenmişti
4 Mart 1889’da Osmanlı Anadolu Demiryolu Şirketi olarak teşkilatlanan Alman sermayesinin arkasında İngiliz ve Fransız bankacılığına göre daha etkin yöntemlerle çalışan Deutsche Bank vardı. 2 Haziran 1890’da 40 kilometrelik Adapazarı hattı tamamlandı. 16 tünel, birçok köprü ve 180 km’ye ulaşan tepelerin yarılmasıyla açılan güzergâhtan geçerek hedefe ulaşan demiryolu 1892’nin son gününde Ankara’daydı. Üç sene içerisinde 500 km’ye yakın yol inşa edilmiştir.
Ankara halkı çoktan beridir bu yolu bekliyordu. Dilekçeler yazıyorlardı hatta bağış kampanyası düzenlemek istediler. Ama daha ısrarla bu yolu bekleyen Kayseri’nin imalatçı ve tüccarları demiryolunu göremediler. Tertipledikleri deve kervanları ile taşıdıkları malı Ankara’dan daha batıya tenzilatlı olarak sevk etmek için şirketle bir sözleşme yaptılar. Kayserilinin önünde hiçbir engel duramaz.

27 Aralık 1919’da Ankara’ya ulaşan Mustafa Kemal Paşa’nın burayı merkez seçmesinin başlıca nedeni kendisini ekseriyetle ve sıcak bir destekle karşılayan Ankara halkı ve eşrafı değildir; demiryolunun ulaştığı bu noktadan direniş de, savunma da, ileriki taarruz da daha kolay başarılacaktır. Nitekim aralık ayı Osmanlı iktisadi tarihinde Rumeli’den gelen göçmenlerin hat boyuna yerleşerek Anadolu’nun tiftik ve tahıl zenginliğinin Avrupa’ya sevk edilmesine neden olduğu gibi, 1896’de Yunanistan’la yapılan savaş sırasında ordunun ilk defa Anadolu buğdayı ile beslenmesini sağlanabilmiştir.

27 Aralık 1919’da da aynı şehir bir bakıma demiryolu savaşı sayesinde kazanılan kurtuluş hareketinin merkezi noktası olmuştur.

Ankara ilginç bir şehirdi; bugünkü Kayseri’nin ve Kırşehir’in de dahil olduğu koca bir vilayetin merkeziydi ama nüfusu ancak 20 bin civarındaydı. Tarih boyu önemli bir merkezdi, nüfusu azdı. 16-17’nci yüzyılda önemli bir ihracat merkezi sayılırdı, 19-20’nci yüzyıl başlarında da bu ticaret nedeniyle birkaç konsolosluğun ve yabancı okulların bulunduğu bir şehirdi. Ama görünüşü mutevazı hatta fakir sayılabilirdi. Bu görünüşe aldanmamalı; ticari atılıma hazır ve dünya ile bütünleşme yeteneğine sahip bir sınıf demiryolu sayesinde kendini ispat edebilmiştir.
Kırmızı çizgiyle belirtilen hat motorlu taşıt trafiğine kapatılacak.

Yayalaştırma kararı için geç bile kalındı

Fatih Belediyesi 1 Ocak 2011 tarihinden itibaren Eminönü-Cağaloğlu bölgesinde önemli bir bloku motorlu trafiğe kapatma kararı aldı. Bu bölge Galata Köprüsü’nü geçtikten sonra batı tarafında Cemil Birsel ve Uzunçarşı caddeleri, doğu tarafında Babıali ve Ankara caddeleri, Eminönü’nde Yeni Cami ve Mısır Çarşısı’nı hizalayan Gümüşpala ve Reşadiye caddeleri ile Marmara tarafında da Kapalıçarşı ve Nuruosmaniye caddeleridir.

Sultanahmet’ten sonraki bu ikinci girişim ile İstanbul’un 2 bin yıllık merkezi, beşeriyetin en önemli eserlerinden Ayasofya ve At Meydanı mıntıkası, Yeni Cami, Rüstem Paşa, Mahmut Paşa camileri, Kapalıçarşı gibi klasik Osmanlı eserleri ve Nurosmaniye bölgesi yaya trafiğine tahsis edildi.

Şüphesiz ki buralarda motorlu trafiğin yasaklanması veya azaltılması mevcut perakende ticaret bölgesine bir zarar değil, aksine daha büyük canlılık getirir. Bazı imalathanelerin ise İstanbul surları dışına çıkmasını teşvik eder, doğrusu da budur. Bu karar, Eminönü-Fatih belediye bölgelerinin birleştirilmesinin faydalı sonuçlarından biridir. Bilhassa bu son bölgede motorlu taşıtlar eski eserlere zarar vermekte ve tarihi sokaklarda eskilerin tabiriyle “murur-u ubur”u yani insanların gelip geçişini cehennem azabı haline getirmektedir. İnşallah kapatma kararı ve uygulama başarılı olacaktır.

Klasik Konstantinopol ve hakiki Osmanlı İstanbul’u, Unkapanı Köprüsü ve Yenikapı arasındaki hattın doğuda kalan kesimidir. Ümit ederiz ki yakın gelecekte bu başarılı uygulamalarla Süleymaniye Camii, Beyazıt Camii, İstanbul Üniversitesi, Gedikpaşa mıntıkası ve Marmara kıyıları da hiç değilse kısmen motorlu trafiğe kapatılır ve Malta’da ve bazı eski şehirlerdeki gibi elektrikli taşıma araçlarıyla günün büyük kısmında ulaşım sağlanır. Bu kaçınılmaz ve gerekli bir gelişmedir.

2000 yıllık medeniyet merkezini bugünkü ağır tramvay, kamyon ve otobüs ulaşımıyla tahrip ederek insanlığa olan borcumuzu yerine getiremeyiz. Geç kalmış bir uygulamadır, zararın dönülen yerine kâr denir. Herkesin belediyenin bu kararına uyması ve yardımcı olması gerektiğine şüphe yoktur.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 26.12.2010)

Lozan'ın onayı için hilafetin kaldırılması beklendi

"Aksiyon" dergisinin geçen haftaki sayısında tarihçi Hakan Özoğlu ile yapılan bir söyleşide hilafetin kaldırılmasıyla ilgili çarpıcı bir ayrıntı yer alıyor. Özoğlu'nun ABD arşivlerinde rastladığı bu diplomatik yazıda, Türkiye'nin halifeliği kaldıracağı, bir hafta kadar önce Washington'a bildirilmişti.

İşin daha ilginç yanı, ABD'li diplomatın bu bilgiyi bir Fransız meslektaşından almış olmasıdır. Demek oluyor ki, Fransızlar ve ABD'liler daha Türkiye'de yaşayanlar olup bitenlerden habersizken, açıktan veya gizliden haberdarlar gelişmelerden. Bu durumda hilafetten ödleri kopan İngilizlerin bu işe çok önceleri agâh olduklarını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Hakan Özoğlu'nun, elindeki belgeyi bir an önce yayınlamasını beklerken, manzarayı netleştirmek bakımından tuvale bazı fırça darbeleri atmakta fayda var. O zaman belgenin büyük ölçüde yerine oturacağını söyleyebiliriz.

Malum, halifelik, 3 Mart 1924'te kaldırılmış ve Halife Abdülmecid, hanedan üye ve mensuplarıyla birlikte aynı gece yurtdışına çıkarılmıştı. Gerçi kanunun gerekçesinde hilafetin "şahs-ı manevisi" (tüzel kişiliği) TBMM'nin uhdesine devredilmişti deniliyordu ama bunun, bir devamlılık sağlamaktan ziyade, hilafetin bir "meraklısı"nın eline geçmesine mani olmaya yönelik iğdiş edici bir tedbir olarak anlaşılması doğru olurdu. Açıkçası bu karar, halifeliğin sonu anlamına geliyordu.

Çeşitli bahaneler üretildi elbette. Yok halife daha çok para istiyormuş da, yok "Hilafet hazinesi"nden söz ediyormuş da, ne demekmiş efendim "Hilafet hazinesi"? Böyle bir hazine mi varmış ki?

22 Ocak 1924'te, yani kaldırılmasından 40 gün kadar önce Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, Halife'nin Cumhuriyet'e tecavüz ettiğini söylüyor, bunun cezasız kalmayacağını ima ediyordu.

Ancak aynı günlerde Türkiye'de gergin bir bekleyişin hüküm sürdüğü de keskin dikkatlerden kaçmıyordu. Sanki yalnız Halife'ye değil de, diğer dinlerin reislerine karşı da bir şeyler yaşanacağı hissi basında kol geziyordu. Nitekim 7 Şubat günü Eğitim Bakanlığı'nca (ne var ki o zaman henüz "millî" olmamıştır) yabancı okul binalarındaki dinî alamet ve işaretlerin kaldırılması hakkında karar çıkar. Ayın 15'inde ise İzmir'de Harp Oyunları başlar. (bitişi: 22 Şubat)

Çok sonraları bunun, Kâzım Karabekir Paşa da dahil, pek çok asker-siyasetçiyi Meclis'ten ve Ankara'daki gelişmelerden uzak tutmak üzere geliştirilmiş gerçek bir "oyun" olduğu anlaşılacaktır.

Velhasıl, kamuoyunda hilafetin kaldırılmasının ardından diğer din temsilciliklerinin de kaldırılıp reislerinin sınır dışı edilmesi yönünde bir beklenti mevcuttu. Hatta bunu konu alan bazı karikatürlere bile rastlanır.

Şaşırtıcı gelmiyor mu size de: Rum ve Ermeni patrikleriyle Musevi hahambaşısının Türkiye'de kalmaları Lozan Antlaşması'nda karara bağlanmamış mıydı? Lozan da bir yıl kadar önce imzalandığı halde bunların yazılıp çizilmesi Lozan'ın delinmesi anlamına gelmiyor mu?

Hayır, zira Lozan o sırada henüz onaylanmamıştır. Malum, bir uluslararası antlaşma üç aşamadan geçtikten sonra geçerlilik kazanır. 1) Yetkililerin imzalaması, 2) Meclislerden geçmesi ve, 3) Devlet başkanlarınca onaylanması.

Sevr işte bu 2. ve 3. aşamalardan geçmediği için resmiyet kazanamamıştı. Peki ya Lozan?

Sıkı durun: Lozan Antlaşması, halifeliğin kaldırıldığı tarihte henüz yürürlüğe girmiş değildi. Bu durumda halifeliği emsal alarak diğer dinî reislerin de ülkeden kovulmalarını istemek bir yerlere gözdağı vermek anlamına mı gelmektedir, yoksa samimi bir 'laik' talepte bulunmak anlamına mı? Bence ikisi de değil. Asıl maksat, rakiplerimizi bir an önce Lozan'ı onaylamaya zorlamaktır.

Aklınıza takılmış olmalı: Lozan 24 Temmuz 1923'te imzalanmış diye biliyoruz, Ekim ayında da Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş. Peki 1924 yılında hangi onayı bekliyoruz hâlâ?

Biz 23 Ağustos 1923 günü Meclis'ten geçirmiştik Lozan'ı ama 3. aşamaya, yani devlet başkanının onaylaması noktasına hilafetin kaldırılmasından sonra gelebilmiştik. Bir başka deyişle Mustafa Kemal Paşa Lozan'ı, hilafetin kaldırılmasından 28 gün sonra onaylamıştı.

Yani bir tür satranç oynandığından emin olabilirsiniz. Önce Yunanistan onaylasın, sonra hilafeti kaldıralım, ardından biz onaylayalım, sonra da İtilaf devletleri...

Nitekim Yunanlılar bizden daha atik davranmışlar ve 11 Şubat 1924'te meclislerinde onaylamışlardı Lozan'ı. İtilaf devletleri başkanlarının ne zaman onayladıklarını biliyor musunuz? 6 Ağustos 1924 tarihinde.

Peki neyi beklemişlerdi bunca süre?

Anlaşılan, önce Lozan'da verdiğimiz sözlerin yerine getirilip getirilmediği (icraat) görülecek, sonra nihai onay verilecekti. O devrin Birleşmiş Milletler'i demek olan Cemiyet-i Akvam ise bir ay sonra, 5 Eylül'de Lozan Antlaşması'nı resmen tescil edecek ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması uluslararası garanti altına alınacaktı. Öte yandan Medeni Kanun'un hazırlanmasına bundan sadece 6 gün sonra başlanmış olması size de yeterince anlamlı gelmiyor mu?


ABD ve Fransa'nın hilafetin lağvı haberini bizden önce almalarında bir gariplik yok sizin anlayacağınız. Dert onların derdiydi çünkü.

Bu kitabı okuyan asker, darbeci olmaz da ne olur?
Masamda 1971'de basılmış bir "Türk Devrim Tarihi" kitabı duruyor. Yayınlayan: Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı. Kitaba göre Türk ordusunun "komutanları" çok kez milletin kaderine el koyarak onu kurtarmışlar. "Türk subayına gelecekte gene böyle bir görev düşebilir"miş. Bu kitabı okuyan öğrencinin ruh sağlığını düşünün.

Mustafa Armağan
(Zaman, 26.12.2010)

Rasputin’in ve Rusya’nın ölümü

Rasputin öldürüldükten altı yıl sonra Sovyetler Birliği ilan edildi. “O ölmeseydi imparatorluk çökmezdi” lafını çok kez duydum.

30 Aralık 1916’da Çar ailesinin yani Romanovlar’ın damadı Prens Feliks Yusupov sarayın gözdesi keşiş Rasputin’i öldürdü. Sibiryalı keşiş St. Petersburg’un büyüye, spiritizmaya düşkün yüksek çevrelerinde çoktan “kutsal adam” diye niteleniyordu. Taraftarları vardı, adeta kendilerini ona adamışlardı. Rasputin’in olağanüstü gücüne Çariçe Aleksandra’nın kendisi de inanıyordu ve son çarı ikna etmişti.

Petersburg’un yüksek çevrelerinde Rasputin bir azize yaraşmayacak, keyifli bir hayat sürüyordu. Devamlı kadınların ortasındaydı, içiyordu. Sarayla ve hükümetle iyi geçinmek isteyenler, daha doğrusu hükümette ve iktidarda kalabilmek niyetinde olanlar onunla çatışmaya giremiyorlardı. “Dokunulmaz nedir?” diye sorsanız cevabı “Rasputin”di.

Rasputin cahildi ama Rusya’daki çok insandan daha kuvvetli sezgileri vardı. Savaşı istemeyen nadir takımdandı. Nitekim silahsız ve donanımsız ordular harbe gitti, çok kısa zamanda da felaketin ne kadar yakın olduğu anlaşıldı. Tannenberg bataklıklarında Hindenburg’un komutasındaki Almanlar kolay bir zafer kazandılar, kesin zafer değildi. İki yıl sonra 1916 kışında Rusya açlık yokluk içinde hâlâ düşmanla savaşıyordu.

Hemofili hastalığı getirdi
Bazıları yenilginin de suçlusu olarak bu çılgın ve murteşi papazı gördüler. Feliks Yusupov ve arkadaşları için de acilen yok edilmesi gereken düşmandı. 30 Aralık gecesi onu Yusupov’un sarayına davet ettiler, baş düşmanı Rasputin’in samimi dostu görünümündeydi. Önce zehirlemeyi denediler. Çılgın Roma İmparatoru Neron da anası Agripinna’yı zehirlemeyi denemişti. Ama Agrippina da Rasputin de zehire çok dayanıklı çıktılar. Bunun üzerine keşişi düpedüz tabancayla ortadan kaldırmayı denediler; kurşuna da dayanıklıydı, dayakla halledildiği sanılarak bir çuvala tıkıldı ve Neva nehrine atıldı, günler sonra cesedi bulunduğunda boğularak öldüğü anlaşıldı.

Çariçe babasının mensup olduğu Hesse-Darmstadt hanedanı üzerinden hemofili hastalığı getirmişti. Romanovlar hanedanı bu hastalığı önlemek için Çar Nikola ile evliliğine niye mani olamadılar, bu hâlâ tartışılıyor. Evliliğin sağlık bakımından bazı sorunlar yaratacağı galiba hissediliyormuş ama III. Aleksandr veliahtı bu evlilikten niçin men etmedi bilinemez. Her halukarda birbirini delice seven ve dört kızlarıyla birlikte çok mutlu bir aile olan son çarın ve çariçenin birliği, veliahtın hastalığı ile tatsız bir döneme girdi. Şehirdeki kışlık saraydan (bugünkü Ermitaj Müzesi) civardaki Peterhof’a kaçarcasına çekildiler.

Hiç kimse çarı sevmiyordu
1905 ihtilalinden beri çalkantı içindeki Rusya, çarı sevmiyordu. Bolşevik ve Menşeviklerin sevmeyeceği açık, liberaller ise onu sadece yetersiz değil, geri ve ahmak buluyorlardı. Çar ve çariçeyi hâlâ baba ve anne diye bilen milyonlarca köylünün dışında sefil işçi takımı da ondan soğumuştu.

Bizzat İsmailiye cemaatinin reisi Ağa Han bile Rus işçi sınıfının hayat şartlarını Hindistan’daki sefil işçilerden daha kötü buluyordu. Gerekçesi çok açıktır; “Berikiler hiç değilse havasız fabrika ve yatakhanelerinden dışarı çıkıp temiz hava alabiliyorlar, keskin soğukta bu da pek mümkün değil” diyordu. İşin garibi Slavyanofiller ve hatta muhafazakar güçler bile çarlarını ve Alman asıllı çariçeyi yetersiz görmeye başladılar.

Başta Yahudiler olmak üzere mahkum milletler de monarşiyi sevmiyordu. Çara en bağlı olan unsurun belki de Rusya’nın Müslüman halklar olduğunu söylersek durumun vahameti anlaşılabilir. Savaşın sıkıntıları içinde etrafta zavallı çariçenin Rasputin’in metresi olduğu bile tertiplenmiş dedikodu halinde dolaşıyordu. Oysa çariçenin oğlunun hastalığından dolayı bedbaht ve olağanüstü kuvvetlerden medet uman bir çaresiz olmaktan başka kusuru yoktu.

Öldürüleceği günü ve katilleri biliyor muydu?
Çar ise askercilik oynuyordu, payitahta oturup cephe gerisini düzene koyacağı yerde, cephede anlamadığı başkumandanlık rolündeydi. Harp eden devletlerin hiçbirisi, bu savaşa girerlerken cephe gerisindeki halkın düşeceği durumu göz önüne getirememişti.

Feliks Yusupov, Rusya’nın en ilginç kişiliklerinden biriydi. 1552’de Kazan Hanlığı IV. Ivan (Korkunç Ivan) tarafından alınınca din değiştirerek Rus soyluları arasına katılan Altın Ordu-Tatar soylularından bir aileden geliyordu. Diğer soylu üyelerin aksine sınırsız topraklarının geliriyle yetinmeyip sanayiye de el atan tek Rus prensiydi. Bu konuda Kazan Tatar soylularının kabiliyetini miras edinmiş gibiydiler.

Yusupovlar çok zengindi. St. Petersburg’un en ilginç saraylarından biri onlarındı. Üstelik Feliks, Çar Nikola’nın yeğeni ile evlenince aile Romanovlarla akraba oldu. Rusya haddi olmayan bir açgözlülükle hazırlıksız girdiği harbin bedelini iki ihtilalle ödedi. Her şey altüst oldu.

Rasputin efsanesi ise halen yaşıyor. Geçtiğimiz iki yılda onun hakkında batıda ve Rusya’da yapılan neşriyat küçümsenmeyecek miktarda, hatta birkaçı bayağı ciddi belgesel araştırmalara dayanıyor. Keşişin öleceği günü ve katillerini önceden bildiği hep söyleniyordu. Bu mealde yazdığı mektuplar da neşriyatın içinde yer alıyor. St. Petersburg yüksek cemiyeti ve politikacılar ile olan ilişkileri ise devamlı abartılı yorumlara konu oluyor. Ona kalsa Rusya barış içinde yaşayacak ve ondan yararlanabilecekti.

Keşiş öldürülmese ihtilal dahi önlenebilecekti” sözünü hayatım boyu bazı ihtiyar mültecilerden duydum. “Öyle olsaydı, böyle bitseydi” ile tarih yapılmayacağı açık ama Rasputin Rusya tarihinin halen en ilginç portrelerinden biri olarak yerini muhafaza ediyor. Onun ölümünden tam altı yıl sonra, 31 Aralık 1922’de, iç harbi kazanan Bolşeviklerce Sovyetler Birliği resmen ilan edildi.

Bir yılı daha geride bıraktık. Hepimize dertsiz, az tasalı, sağlıklı bir 2011 yılı diliyorum.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 02.01.2011)

Abdülhamid "Muazzam bir eser isterim" deyince bugünkü gar binasını inşa ettiler

Haydarpaşa İstasyonu'nun demiryollarının merkezi olması, 1872'ye kadar uzanır. Gar, bu tarihte İzmit'e kadar götürülmesi planlanan Anadolu demiryollarının başlangıç noktası olarak tasarlanmış, ancak Osmanlı Devleti ekonomik ve teknik yetersizlikler yüzünden hattı işletememiş ve kullanım hakkını bir İngiliz şirketine kiralamıştı.

İngiliz şirketi, hattı ilk başta Adapazarı'na, ardından da Ankara'ya kadar uzatma talebinde bulunduysa da, gerekli izni alamadı. Kısa sürede devreye giren Almanlar ise, hattın işletme hakkını dönemin siyasi dengelerini de kullanarak ele geçirdiler. Deutsche Bank ile anlaşmaya varan Alfred von Kaulla adlı müteşebbis, ilk önce hattın İzmit'e kadar uzatılması için, 1892'ye gelindiğinde de Ankara'ya kadar ilerlemesi için hükümetten gerekli izinleri almayı başardı.

Demiryolu hattının kısa sürede işlerlik kazanması ve iskele vasıtasıyla Anadolu yakasına bağlanmasının ardından ek hizmet binalarının yapımı gündeme geldi. Bu amaçla yeni bir rıhtım binasının yanısıra, gümrük dairesi, polis karakolu ve antrepoların yapımına girişildi. Ancak, Sultan İkinci Abdülhamid, inşaat faaliyetlerini yeterince görkemli bulmadı.

Hükümdar, doğuya uzanan hattın merkezi konumundaki bu mevkide abidevi bir yapı görmek istiyordu. Bu isteğin etkisiyle 1906'nın 30 Mayısı'nda garın yapımına başlanmış ve 1908'in 19 Ağustos'unda Sultan'ın istediği görkemli bina ortaya çıkmıştı.

Önder Kaya
(Habertürk Tarih, Sayfa:5, 26.12.2010)

Rus prensi Vladimir sırılsıklam âşık düşünce Ruslar Hristiyan oldular

(Vladimir'in Dinyeper Nehri'ne bakan heykeli, Kiev.)

Dokuzuncu asrın ortalarından itibaren kenizlikler, yani prenslikler şeklinde teşekkül eden Rusya, Bizans ile sıkı bir ilişki içerisindeydi. İlk knezlerden Igor'un eşi, Svyatoslav'ın annesi Olga, oğlunun küçük yaşından dolayı idareyi ele almış, bu dönemde bir İstanbul seyahati yapmıştı. İstanbul'dan döndükten sonra Hristiyan inancına geçmiş, lakin bu hareket münferit kalmış ve toplumu etkilememişti.

Ruslar, Knez Vladimir'in, Bizans İmparatoru'nun kızkardeşine olan aşkı sayesinde Hristiyanlık inancını resmen kabullendiler. Anadolu'da Bizans İmparatoru İkinci Basil'e karşı Bardas ve Fokas adlı iki general ayaklandı ve isyanın bir türlü bastırılamaması üzerine imparato, Vladimir'den yardım istedi. Vladimir ise, Bizans İmparatoru'na yardımı karşılığında güzelliği dillere destan kızkardeşi Anna ile evlenmeyi şart koştu, iktidarını korumak isteyen imparator da Vladimir'in teklifini hemen kabul etti.

Sözünde duran Vladimir, 988'de Anadolu'ya asker gönderdi ve isyan bastırıldı. Sıra İmparator İkinci Basil'in sözünü tutmasına geldi, ancak Bizans İmparatoru sözünde durmayarak kızkardeşini göndermeyince, Rus Klezi bu defa Bizans topraklarına saldırdı.
Zor durumda kalan İkinci Basil, tek şartla kızkardeşini kendisine verebileceğini söyledi. İmparatorun şartına göre, Vladimir ancak Hristiyan olursa Bizans prensesi ile evlenebilecekti. Anna ile bir an önce evlenmek isteyen Vladimir, vakit kaybetmeden Hristiyanlığı kabul etti, hatta askerlerini ve halkını da zorla Hristiyan yaptı.

Aykut Can
(Habertürk Tarih, Sayfa:14, 26.12.2010)

Osmanlı'da en büyük acıları türkler çekti

Osmanlı Müslümanlarının göç haritasını çıkaran Amerikalı tarihçi McCarthy, "O dönemde Müslümanlar, özellikle de Türkler en büyük acılara maruz kalan kesimdi" dedi.


Turkish Coalition of America (TCA), tarihçi Prof. Justin McCarthy ile tarih kitaplarında pek yer verilmeyen Osmanlı topraklarındaki 5 milyon Müslümanın acı göç hikayesini, harita olarak yayımladı.

TCA, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış döneminde yaşanan ama Batılı tarihçiler tarafından genellikle sadece Osmanlı'daki Hıristiyanlara odaklanılarak tek taraflı anlatılan göç konusunda madalyonun öteki yüzüne de dikkati çeken bir çalışmayı ortaya koydu.

Justin McCarthy'nin hazırladığı ve Müslümanların göç rotalarını gösteren harita.

Louisville Üniversitesi'nde tarih profesörü olan ve Osmanlı İmparatorluğu hakkında ayrıntılı demografik çalışmalarda bulunan Prof. McCarthy tarafından hazırlanan "Osmanlı İmparatorluğu'nda Zorunlu Göç ve Ölümler-Açıklamalı Harita"da, Osmanlı topraklarında, 1770-1923 yıllarında göç eden 5 milyon Müslüman tebanın yaşadığı göç gösteriliyor. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinin Ermeniler gibi sadece Hıristiyan nüfusu etkilemediğine, milyonlarca insanın acı ve zorluklar yaşadığına vurgu yapılıyor.

Ayrıca, Osmanlı topraklarında göçe zorlananların 5 milyonunun Müslüman, 1.9 milyonunun Hıristiyan olduğuna işaret eden harita, böylece savaş ve iç çatışmaların acılarını, düşünüldüğünün aksine, daha çok Müslümanların yaşadığını gözler önüne seriyor.

ÖLEN MÜSLÜMAN SAYISI HRISTİYANLARIN 4 KATI

Harita, 1864-1922 yıllarında yaşanan savaş ve iç çatışmalar sırasında hayatlarını kaybeden Müslümanların sayısının, Hıristiyanlarınkine oranla 4 katı fazla olduğunu da gösteriyor.

Harita, aynı zamanda, 1864-1922 yılları arasında, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması sürecinde ölen 5 milyon Osmanlı Müslüman'a yönelik bir kayıt anlamına da geliyor.

Prof. McCarthy, konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada, Osmanlı topraklarında yaşayan değişik kimliklere mensup tüm grupların acı çektiğini ifade etti. Ancak, Müslümanların, özellikle de Türklerin en büyük acılara maruz kalan kesim olduğuna dikkati çeken McCarthy, "Haritanın, tüm bu insanların felaketlerle dolu kaderlerini göz önüne sereceğini umuyorum" dedi.

TCA Başkanı Lincoln McCurdy de kurum olarak bu yayını desteklemiş olmaktan gurur duyduklarını belirtti. Prof. McCarthy'ye, "tarihin sayfalarında neredeyse hiç yer almayan Müslüman Osmanlı halkları hakkında bıkmadan ve yılmadan yaptığı kapsamlı araştırmaları dolayısıyla" teşekkür eden McCurdy, şunları kaydetti:

"Çok az Türk aile vardır ki büyükannesi veya büyükbabası, Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Kırım veya Kafkasya'dan gelmiş olmasın. Ya da Anadolu'da yaşanan savaslardan dolayı yaşadığı iç göçe dair acı bir hikayesi bulunmasın.

Ancak, modern Türkiye'nin kurucuları, genç Cumhuriyetin, bir varoluş mücadelesinden çıkmış halkını, geçmiş yerine geleceğe bakmaya yönlendirmiş ve eski düşmanlarıyla barış felsefesini benimsemistir. Ne yazık ki, başka toplumlar, yaşadıkları trajedileri Türklere karşı nesilden nesile aktarılan düşmanlığa dönüştürdü.

Bu harita çalışması, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılışı sürecinde Müslüman halkların kayıplarını göz ardı ya da inkar eden, geçmiş çağların ırkçı ve bağnaz yaklaşımlarının izlerini taşıyan zihniyete bilimsel bir cevaptır."

Kaynak: NTVMSNBC

Osmanlı Türklüğüyle gurur duyardı

Sayın Kılıçdaroğlu "Osmanlı'da Türk olmak ayıptı" diye konuştu.

Ancak bu iddianın tam tersine Osmanlı Türklüğüyle gurur duyar, hanedan kendisini Oğuz Han'a bağlardı.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, geçtiğimiz günlerde "Osmanlı Devleti'nde Türk olmak ayıptı. O dönem ümmet toplumu vardı" diye konuştu. Bu sözler bundan 80-85 sene önce, Cumhuriyet'in ilk kuruluş yıllarındaki iddialardı. Yapılan akademik araştırmalar bu iddianın doğru olmadığını ortaya çıkarmıştır.

TÜRKLÜK DEĞİL HAYAT TARZI

Bazı Osmanlı tarihçilerinin eserlerinde Türkler için etrâk-ı bî-idrâk, yani idrâksiz Türkler denilmesinden hareket eden bir kısım araştırmacılar Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk devleti olmadığını iddia ederler. Bu tutarsız bir yaklaşımdır. Osmanlı tarihçilerinin eserleri incelendiğinde Türkler'le ilgili bu tür ifadelerin etnik kimliği değil sosyolojik ve siyasi bir durumu belirtmek için kullanıldığı görülür. Ayrıca bu ifade ile kötülenenler, genellikle devlete karşı çeşitli hadiselere karışmış veya Şah İsmail'e katılmış Türkmenler'dir. Düşman olarak görülen bir devlete yapılan bu katılımları aşağılamak için Osmanlı tarihçileri bu tür ifadeler kullanmışlardır.
Türk ve Türkmen isimlerinin olumsuz ifadelerle anılması sadece Osmanlı dönemi tarihçilerine özgü bir davranış değildir. Selçuklu tarihçilerinin de Türkmenler hakkında bu şekilde olumsuz sözleri vardır.

Osmanlı döneminin bazı tarihçileri bu olumsuz ifadeleri Türk kimliğini değil köylü ve göçebeleri kötülemek için kullanırlar. Özellikle yarı göçebe hayat yaşayan Türkmenler devlet düzenine ayak uyduramamaları ve yerleşik hayata zarar vermeleri sebebiyle eleştirilmektedir. Osmanlı tarih yazarlarının eserlerinde bu tür ifadeleri başka milletler için de görmek mümkündür. Örneğin, göçebe Araplar'a, Arab-ı bed-fial (kötü işler yapan Arap), Arab-ı bed-rey (düşüncesi kötü Arap), Arab-ı Şekavet-şiar (eşkıyalığı adet hâline getirmiş Arap) denilirdi.

Buradaki millet isimleri etnik bir mana ifade etmekten ziyade bu toplulukların yaşam tarzını gösterir. Nitekim Fatih Kanunnâmesi'nin bir ceza bahsinde geçen "Türk veya şehirli olsa" ifadesi Türk kelimesinin göçebe Türkmenler ve köylüler için kullanıldığını açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

TÜRKLÜĞÜ ÖVEN TARİHÇİLER

Osmanlı tarihçilerinin eserlerindeki Türkler'le ilgili olumsuz ifadeleri gündeme getirenler, aynı kitaplardaki olumlu sözleri görmezden gelmektedirler. En önemli Osmanlı tarihçilerinden olan ve uzun süre şeyhülislâmlık yapan Hoca Sadeddin, "Tacü't-Tevârih" isimli, kendisinden sonraki tarihçilere büyük tesirlerde bulunmuş eserinde Osmanlı fetihlerini anlatırken "Türk yiğitleri", "Zaferleri gölge edinmiş Türk askerleri" gibi ifadelerle Osmanlı ordusunu över. 17. yüzyıl tarihçilerinden Solakzâde Mehmed Hemdemi de tarihinin birçok yerinde Türk ismini olumlu olarak kullanır ve Cem olayını anlatırken Fatih'i "Kostantiniyye'yi fetheden Türk'ün oğlu" diye anar. 16. yüzyılın en büyük tarihçilerinden Gelibolulu Mustafa Âli ise "Künhü'l-Ahbâr" isimli dünya tarihinde Türk boylarını anlatırken bunları "seçkin millet, güzel ümmet" olarak zikreder. Bunlardan başka pek çok Osmanlı tarihçisinin eserlerinde de bu tür ifadelere rastlanılır.

OSMANLI HANEDANI VE TÜRKLÜK

Osmanlı tarihleri incelendiğinde Orta Asya'dan geldiklerinin ve Türklüklerinin fazlasıyla farkında oldukları görülür. Bu kitaplarda Osmanlı hanedanı Oğuz Han'a bağlanır. Osmanlılar Oğuz neslinden ve Kayı boyundandır. Osmanlı tarihi Türk tarihinin bir parçası olarak ele alınır. Nitekim Şehzâde Cem'in oğluna Oğuz Han, İkinci Bâyezid'in oğluna ise Korkud isimlerinin verilmesi tesadüf değil dönemin siyasi yapısı içerisinde bilinçli bir tercihtir.

Osmanlı bir millet ismi değildir. Osmanlı adı Selçuklu, Karahanlı, Gazneli isimleri gibi bir hanedanın adıdır. Selçuklular, Karahanlılar, Gazneliler gibi Osmanlılar da bir Türk devletidir. Ancak hiç unutulmaması gereken husus Osmanlılar'ın bir imparatorluk olduğudur.
DURMUŞ HOCAOĞLU'NUN ARDINDAN

Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli beyinlerden biri olan Durmuş Hocaoğlu'nu kaybedeli 2,5 ay oldu. Rahmetli ağabeyimin cenazesinde en ilgimi çeken şeylerden biri, yüksek lisans tezinde intihal yapmakla meşhur, doktora tezi baştan aşağı yanlış bilgilerle dolu ancak kendisini tarihçi zanneden birinin de oraya gelmesiydi. Meğer oraya altın diş bulmaya gelmiş. Meşhur olmak için can atan ancak beceriksizliğinden bir baltaya sap bile olamayan bu vatandaş, geçtiğimiz günlerde bir dergide "Durmuş Hocaoğlu'nu Tarihçiler Öldürdü" diye hezeyanlarını kustu.

Rahmetli Durmuş Hocaoğlu benim ve diğer tarihçi arkadaşlarımın her şeyiydi. Yirmi yıldan fazla bir süre gecemiz gündüzümüz beraber geçti. Nitekim o kadar yakındık ki vefat ettiğinde ailesi bu acı haberi gece yarısı ilk olarak bana ve diğer tarihçi arkadaşlarıma ulaştırdı. Hayatta bir çivi bile çakmamış bu zatın Durmuş Hocaoğlu ile hiçbir yakınlığı yoktu. Böyle muhteris kişileri zaten rahmetli Durmuş Hocaoğlu etrafına sokmazdı. Şimdi kalkmış sağa sola iftiralar atarak rahmetli Hocaoğlu'nun felsefi mirasından pay kapmaya çalışıyor. Ancak unutmasın Durmuş Hocaoğlu, vefat etmeden önce onun gibi meşhur olmak için "Osmanlı'da resmi dil yoktu" diye hezeyanlarda bulunanlar, yüzünden kahır çekmişti. Şimdi kendisinin arkasından ah vah eden birçok kişiyi de defterden silmişti.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 09.01.2011)

Uzakdoğu'da bir varoluş mücadelesi: Türk Tatarlarının Bilinmeyen Hikayesi


Rus inkılâbının ardından uzun süredir Rus işgali altındaki Asya topraklarında yaşayan İdil-Ural Türkleri Uzakdoğu’ya göç etmişlerdir. Mançurya bölgesindeki Harbin şehri göçmen İdil-Ural Türkleri için bir buluşma noktası haline gelmiş, 1919’dan sonra da Japonya’ya özellikle de Yokohama, Tokyo, Nagoya ve Kobe’ye taşınmışlardır… 19. yüzyıldan itibaren Tatar aydınlar tarafından temsil edilen ve gurbette birbirlerine sımsıkı sarılan İdil Ural Türkleri gittikleri yerlerde okullar, camiler ve matbaalar kurmuşlar; kültürel faaliyetlerde bulunarak bir varoluş mücadelesi ortaya koymuşlardır…

Bir mezar taşı, bitmiş bir hayat hikâyesinin sonundaki noktadır çok zaman. Bir mezar taşının üzerine işlenmiş üç beş kelimelik bir cümle, yaşanılanların tarihe vasiyetidir aslında. Ve şimdi tarih, er ya da geç kendisine miras bırakılan bütün hayatları anlamak gibi bir sorumluluğun prangasında, Uzakdoğu’da; dalgalarla dövülmüş okyanus kıyılarının, kalabalık şehirlerin, gürültülü otobanların, ormanlarla çevrili sakin kasabaların kenarındaki mezarlıklarda dolaşıyor. Güneydeki okyanuslarda yaşanan sancılı yılları, Batı’daki bloklaşmaların sebep olduğu kanlı savaşların takip ettiği bir devrin uğultusu duyuluyor.

Tokyo’nun Fuchu semtinde bulunan Türk-Tatar mezarlığındaki mezar taşları; Seul Belediyesi’nin arka sokağındaki binaların ketumluğu, Türklerin Uzakdoğu’daki geçmişlerinin bilinmeyen sayfalarını mırıldanıyor. “Hayatı nerde başladı, ömrü nerde bitti!” cümlesinden koparak yayılan hüzün, Türklerin başladığı yerden çok uzaklarda, Uzakdoğu’da biten yaşanmışlıklarını anlatan sayfaları açıyor...

Türklerin Uzakdoğu’daki geçmişleri güvertesinde Halife-i Müslimin Sultan İkinci Abdülhamid’in Güney Asya halklarına gönderdiği selamı dalgalandıran Ertuğrul gemisinin Japonya’ya ulaştığı 1889 yılı ya da Güney Kore’de dünya güçlerinin siyasi hesapları uğruna savaşan Türk askerlerinin Pusan limanından ülkeye ayak bastıkları 1950 yılı ile sınırlı zannedilir. Oysa Türklerin, Uzakdoğu’yla ilk münasebetleri 13. yüzyılda Japonya’yı istila etmek isteyen Moğol ordularının saflarında bulunan Türklerin Japonya’ya gelişleri sırasındaydı. Moğolların Japonya siyasetinden vazgeçerek Çin’e yönelmesiyle Japonya’daki Türk varlığının ortaya çıkışı 19. yüzyıla kadar ertelenmiş olsa da Moğol hâkimiyetine giren Kore’deki Türk varlığı 200 yıl sürmüş, Moğolların ardından bölgede kalan Türk soyları zamanla Korelileşmişti. Türklerin asırlar sonra ikinci defa Uzakdoğu’ya gelişleri ilk önce Ertuğrul gemisinin Yokohama limanına demirlemesiyle gerçekleşecek, ardından Rusya sömürgesi altında yaşayan Orta Asya Türkleri de kalabalık gruplar halinde Uzakdoğu’ya göç etmeye başlayacaklardı. Uzakdoğu’nun birçok ülkesine yerleşen Türklerin Mançurya, Kore ve Japonya gibi ülkelerdeki varlıkları bu defa uzun sürmemiş, bölgedeki siyasi çekişmeler yüzünden dünyanın farklı ülkelerine dağılmışlardı.
Neden “Türk-Tatarlar”?
Bu makaledeki “Türk-Tatarlar” ifadesi Türkiye’deki mevcut milliyetçi algılarla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir içeriğe sahiptir.

“Tatar” kelimesinin ihtiva ettiği halkların kimler olduğu netlik kazanmamış olsa da, Tatarların Cengiz Han’ın soyundan gelen Moğol kabilelerinden biri olduğu şeklinde ortak bir kabul söz konusudur. Bütün Moğol kabilelerini kendi hükümdarlığına bağlayarak büyük Moğol imparatorluğunu kuran Cengiz Han’ın, Moğol imparatorluğuna dâhil edilen bütün kabilelere “Tatar” adının verilmesini emrettiği bilinmektedir.

“Türk” olduklarına ve aslen Moğol soyundan olmayıp Ural Dağları’nın batı yakasında yaşadıklarına dair öne sürülen tezlere göre Tatarlar, aynı zamanda Moğol saldırılarından da olumsuz etkilenen Türk kabilelerinden biridir.

Moğol adının asırlar boyunca korkunç istilacıları hatırlatması sebebiyle olsa gerek, sonraları Uzakdoğu’ya göç edecek olan Tatarların ataları olan İdil Tatarları, “Tatar” ismini sahiplenmek konusunda isteksizlerdi. Zira tarihî süreçte Tatar kelimesi, Moğol kelimesiyle eş anlamlı kullanılır hale gelmişti.

Son olarak, Tatarların, kim olduklarına dair bir başka yaygın görüş olan ve aslında bir Türk kabilesi olduklarını iddia eden tezi, Moğol olarak anılmaya tercih etmiş oldukları da savunulabilir. Aynı zamanda, “Türk” kelimesinin bir zamanlar Müslüman manasıyla eşanlamlı kullanıldığı düşünülürse “Türk” kelimesini Müslüman Tatarlar manasına kullandıkları da düşünülebilir.

Bu zemin üzerinde “Türk-Tatarlar” ifadesine etnik saplantılardan sıyrılarak bakıldığında 19. yüzyılın sonlarından itibaren Uzakdoğu’ya göç etmek zorunda bırakılan ve anavatanlarından ayrıldıktan sonra dünyanın çeşitli yerlerine dağılan Tatarların neden kendilerini tanımlarken Tatar isminin önüne “Türk” şeklinde bir aidiyet ekledikleri daha iyi anlaşılacaktır.

İlk Göç Dalgası Başlıyor
Dünyanın farklı ülkelerine dağılan İdil-Ural Türklerinin (Türk-Tatarlar) Rus yayılmacılığı sebebiyle 19. yüzyıl sonlarında başlayan Uzakdoğu’ya göçler Türk tarihinde yeni bir sayfa açmış, pek bilinmiyor olsa da, Uzakdoğu’yu Türklerin 20. yüzyıl ortalarına kadar yaşadıkları bir yer haline getirmişti. İdil-Ural Türklerinin Uzakdoğu’nun ışıltılı şehirlerindeki sokakların uğultusuna ve yüksek binaların temellerine gömülen hikâyesi, Rusya’nın 16. yüzyılda Kazan’ı işgaliyle başlıyordu. Asırlardır sürmekte olan Orta Asya’daki Rus yayılmacılığının devam ettiği 19. yüzyıla gelindiğinde Rusya, Batı Türkistan’ın hemen hemen tamamını ele geçirmiş durumdaydı. Kuzeyde devam eden Rus yayılmacılığı Asya’daki Türk toplulukları üzerine doğru inerken, Doğu Türkistan da 1878 yılında Çin’in işgaline uğrayacaktı.

Orta Asya’da Çin ve Rusya’nın esareti altında yaşayan Türk halkları, bir araya gelerek ortak bir bağımsızlık hareketi başlatamamışlardı. Arada sırada baş gösteren direniş hareketleri, küçük ayaklanmalardan öteye gidemiyor, halkın yaşadığı ekonomik sıkıntılardan dolayı kısa sürede bastırılabiliyordu. Aynı yüzyılın başlarında Mançurya ve Kore üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen Rusya, 1891 yılında başlattıkları Trans-Sibirya demiryolunu 1904’te ikmal ederek Port-Arthur limanına dayanmış, nüfuz alanlarını buralara kadar genişletmişti.

Trans-Sibirya ve Doğu Çin demiryollarının inşasına başlandığı sıralarda İdil-Ural coğrafyasında yaşayan binlerce Tatar da, demiryolu inşaatında çalışmaya başlamıştı. Tatar işçileri, demiryolunun geçtiği güzergâhta bulunan Mançurya topraklarında özellikle Harbin şehri ve civarındaki köy, kasaba ve şehirlere yerleşiyorlardı. Söz konusu yerleşmelerin artmasıyla birlikte ticari ihtiyaçların ortaya çıkması, Türk tüccarların da demiryolunun tamamlandığı yerlere göç etmesini sağlayacaktı.

Tüccar Tatarlar, demiryolu hattı boyunca kasaba ve şehirlerde küçük dükkânlar açarak ticarete başlamışlardı. Belirli bir pazar oluşturduktan sonra ailelerini de yanlarına alarak bölgeye yerleşen Tatarlar çeşitli şehirlerde cemiyetler kurarak zamanla cami, mescit ve mektepler inşa ettiler. Ancak Rusya Türklerinin Çin’e, oradan da Kore ve Japonya’ya geçtikleri asıl devir, ikinci ve daha büyük çaplı göç dalgası, Rusya’daki Bolşevik ihtilalinden sonra başlayacaktı.
Avrupa’daki siyasi rejimlerden farklı, mutlakıyetçi bir yapısı olan Rusya’nın nüfusunun büyük bir bölümü taşradaki yoksul köylülerden ve işçilerden oluşuyordu. 1905 yılında yaşanan ayaklanmanın sonucunda Petersburg ve Moskova’da İşçi Sovyetleri kurulmuş, ancak ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılmıştı. 1905 ihtilali sırasında yaşanan kısa süreli özgürlük döneminde İdil-Ural Türkleri, Rusya topraklarında yaşayan diğer Türkler arasında öne çıkmış; Tatar aydınlar dini, ekonomik ve siyasi konularda Rus işgalindeki topraklarda yaşayan Türklerin önderliğini yapmaya başlamıştı.

1916 yılının sert kışında yaşanan kıtlık, 1917 Mart’ında Petersburg’da yapılan gösterilerin ardından Rus Çarı’nı tahtından etmişti. Yönetimi devralan Lenin, bir süre sonra baş gösteren ayaklanmalar üzerine ülkeden kaçmak zorunda kalacak, Rusya’da Cumhuriyet ilan edilecekti. Ancak patlak veren yeni bir köylü isyanı sırasında ihtilali yapan Bolşevikler, iktidarı yeniden ele geçirdiler. Bolşevik İhtilali, Çarlık rejiminin yıkılmasını ve Rus olmayan diğer milletler için özgürlük umudunun doğmasını sağlamıştı.

Başarısız Bir Teşebbüs
Mayıs 1917’de toplanan Umumi Rusya Müslümanları Kongresi, iştirakçi Türk boyları ortak bir bağımsızlık arayışı etrafında toplanamadıkları için neticesiz kalmıştı. Zira söz konusu kongrede ortak düşmana karşı milli bir bağımsızlık hareketine girişmek yerine her boy kendi menfaatleri için gayret göstermişti. Bolşevik yönetimi, İç Rusya’da ekonomik sıkıntılar içindeki Rus köylüleri ve işçilerinin kendi istekleriyle Türklerin yaşadığı bölgelere göç etmelerini teşvik etmeye başlamıştı.

Ve Göç Başlıyor
Bolşevik ihtilali Rus sömürgesindeki Türk halkları için fevkalade kötü sonuçlar doğurmuş, gayri resmi bağımsızlık toplantılarında ateşlenmeye çalışılan direniş kıvılcımı, alevlenmeden söndürülmüştü. Başlayan iç savaş sırasında ortada kalan Türk halklarından bazıları Bolşeviklerin saflarına katılırken, bazıları da Çarlık taraftarlarının saflarına dâhil olmuştu. Ancak Sibirya’da Bolşeviklere karşı savaşan Çarlık taraftarları büyük bir hezimete uğratıldı. Kaybeden tarafta, Bolşeviklere karşı savaşan ve topraklarından edilen Türk-Tatarlar, Japonya’nın kontrolündeki Mançurya ve dünyanın çeşitli yerlerine göç etmek zorunda kalacaktı.

İlki 1919’da gerçekleşen bu göçler, takip eden yıllarda -geride bırakılan topraklardaki hayat şartlarının giderek daha da kötüleşmesi üzerine- dalga dalga devam edecekti. 1920’li yılların başında özellikle Rusya’dan başlayarak Çin’e kadar uzanan bölgedeki liman şehirlerinde binlerce Türk-Tatar ailesi yerleşmiş durumdaydı. Uzakdoğu’daki Türk-Tatar topluluğunun öncüleri olan bu ilk kafileler, Doğu Çin Demiryolu İnşaatı için Mançurya bölgesine gelen işçi ve teknisyenlerden oluşuyordu.

Terk etmek zorunda bırakıldıkları topraklarda tüccar, zanaatkâr, hoca ve muallim olan yüzlerce Tatar’ın Uzakdoğu’nun çeşitli yerlerine yaptıkları göçler giderek yoğunlaşacaktı. Tatarlar, kendilerinden önce 19. yüzyılın sonlarında Trans-Sibirya ve Doğu Çin demiryollarının inşası sırasında işçi olarak Uzakdoğu’ya gelen diğer Tatarların yaşadıkları şehirlere yerleşiyorlardı.

Seul’de Bir Türk Mahallesi
Doğu Çin Demiryolu İnşaat Anlaşması’nın ardından artık Mançurya bölgesine yüzlerce işçi ve teknisyen Türk-Tatar yerleşmiş durumdaydı. 1920’li yıllara gelindiğinde Japon Hükümeti, Mançurya’da bulunan Tatarların Japonya’nın sömürgesi olan Kore’ye yerleşmelerine izin veriyordu. Japon hükümetinin kararı üzerine Mançurya’dan gelen 600 kişilik bir Türk-Tatar topluluğu Japonya’ya iltica ederken 200 kişilik bir başka grup da Kore’ye yerleşecekti.
Mançurya bölgesinde pazar bulmak isteyen Türk-Tatar tüccarlar, bölgeye yakın olan Kore’yle de ticarî ilişkiler kurarak zamanla Kore’nin çeşitli şehirlerine yerleşmeye başlamışlardı. Türk-Tatarlar başlangıçta az sermayelerle seyyar satıcı olarak Kore’deki köy, kasaba ve şehirleri dolaşarak kıyafet, battaniye gibi manifatura eşyaları satıyorlardı.

Türk-Tatar tüccarların arasında Avrupalı şirketler adına ticaret yapanlar olduğu gibi kendi hesabına çalışarak dükkan açanlar da bulunuyordu. Kore’de Türk-Tatar dükkânları açıldığı yıllarda, Birinci Dünya Savaşı sırasında zorla Rus ordusuna alınan ya da esir düşerek sürgüne gönderilen bazı Osmanlı askerlerinin de Sibirya’daki esaretten kurtulduktan sonra Mançurya üzerinden Kore’nin kuzeyindeki Pyongyang, Siniyju, Konan ve diğer şehirlerine yerleştikleri sanılmaktadır. Sonraki dönemlerde Japonya ve Mançurya’da yaşayan birçok Türk-Tatar ailesi de Kore’ye gelerek ülkenin çeşitli yerlerine yerleşeceklerdi.

Kore’nin çeşitli şehirlerine yerleşen Türk-Tatarlar, öncelikle sosyal haklarını koruyarak kültür bakımından statülerini yükseltebilmek için ülkedeki bürokratlarla yakın ilişkiler kurmuşlar; zamanla, Kore’yi kontrol altında tutan Japon hükümetine ambulans gibi pahalı hediyeler verebilecek kadar zenginleşmişlerdi.

Seul’de “Dini ve Milli Müslüman Cemiyeti”
1926 yılının Ramazan Bayramı namazı sonrasında Seul’de açılan “Seul Dinî ve Milli Müslüman Cemiyeti”, Müslümanların dinî ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için kurulmuştu. Söz konusu cemiyetin kurulmasıyla Türk milli meselelerinin yanı sıra sosyal ve kültürel işlerin organizasyonuyla ilgilenilmesi hedefleniyordu. Bu meyanda Seul, Taegu ve Pusan şehirlerinde Mahalle-i İslâmiye toplulukları oluşturulmuştu.

Seul Mahalle-i İslâmiye cemaatinin çabaları ve Uzakdoğu Türk-Tatarlarının desteğiyle günümüzde yerinde yüksek binalar inşa edilmiş olan iki katlı bir bina, Türk-Tatar cemaatinin Seul’daki toplantı merkezi haline getirilmişti. İkinci katında mescit ve mektep bulunan binanın giriş katındaki kabul solonu aynı zamanda cemaatin topluca katıldığı düğün, bayram gibi toplantılar için kullanılıyordu. Söz konusu bina, cemiyetin kendisine yeni bir bina bulmasının ardından 1928 yılından itibaren Mekteb-i İslam olarak kullanılmaya başlandı.
Seul Mekteb-i İslam binası Müslüman Türk çocuklarının, dinî ve kültür dersleri yanında çeşitli fen dersleri de aldıkları bir mekân haline gelecekti. Kore’deki Müslüman çocuklarının altı yıllık eğitimleri boyunca ihtiyaç duydukları ders kitapları, 1931 yılında Kurbanali tarafından Tokyo’da kurulan Matbaa-i İslamiye’den temin ediliyordu. “Seul Türk Müslüman Cemiyeti”yle “Tokyo Türk Müslüman Cemiyeti” arasındaki dayanışmanın bir sonucu olarak Matbaa-i İslamiye’de Kur’ân-ı Kerîm ve Kur’ân tefsirlerinin de basılması sağlanmış, ilki Arapça yapılan bu baskıdan bütün Uzak Doğu Türk Tatarları ve Müslümanlarına gönderilmişti.

Seul’un dış mahallelerinde bulunan boş bir araziyi mezarlık haline getiren Müslümanlar, diğer Kore şehirlerindeki cenazelerinin de buraya gömülmesini sağlamışlardı. Kurulduğu yıllarda Seul dışında kalan Kore Türk-Tatar mezarlığı geçen yarım asrı aşkın sürede büyüyen şehirdeki yüksek binaların ve uğultulu otobanların arasında kaybolacaktı.

Az Kâr, Çok Satış
Güney Kore’nin Seul, Pusan, Taegu, İnchôn, Taejôn, Mokpo gibi şehirlerine aileleriyle birlikte yerleşen Türk-Tatarlar, bu şehirlerde dükkânlar açmışlar; hazır giyim, yünlü dokumacılık, terzilik gibi meslekler edinerek zamanla bölge ticaretinde güvenilir bir kimlik kazanmışlardı.
Mançurya-Kore ve Japonya güzergâhındaki ticareti ellerinde tutan Müslümanlar, mallarını genellikle Japonya’nın Osaka ve Tokyo şehirlerindeki büyük toptancılardan satın alarak, gemilerle Japonya’dan Kore’nin güneyindeki Pusan limanına, Kore Savaşı’na katılan Türk askerlerinin de kullandığı güzergâhta, trenlerle Seul ve diğer şehirlere taşıyorlardı.
Seul’de bulunan ve sabahın erken saatlerinden gece 11-12’ye kadar açık olan büyük dükkânlarında genellikle aile fertleriyle birlikte çalışan Türk-Tatarlar iş hacmine göre yanlarında 3-4 Koreli de çalıştırırdı.

Japonların da yaygın bir şekilde ticaretle uğraştığı Kore şehirlerinde yerli halkın pazarlık alışkanlığına rağmen pazarlığa yanaşmayan Japon tüccarların aksine Türk-Tatarlar az bir kâr karşılığında -pazarlıkla- satış yaptıkları için yerli halkın Türk-Tatar mallarına rağbet etmesini sağlamışlardı. Türklerin, Kore şehirlerinde, 69 dükkânı olduğu sanılmaktadır.

Resmî rakamlara göre 1930’lu yıllardaki sayıları 70 civarında kaydedilen, ancak bu sayının 200-300 dolaylarında olduğu tahmin edilen, Türk-Tatarlarına ait dükkânlar, çoğu zaman -Baykal, Altay, Nur, Kama, Kazan gibi- dükkân sahibinin adını taşırdı.
Merkezden uzak yerlerde de şubeler açan Türk-Tatarlar buralarda genellikle yerli halktan bir Koreliyi dükkânın başında bulundururdu.

1940’lı yıllara gelindiğinde bağımsızlığını yeniden kazanan Kore’nin siyasi ve sosyal hayatında değişiklikler yaşanmış, Türk-Tatar halkı dışlanmaya başlamıştı. 1950’li yıllara gelindiğinde ise Türk-Tatarlar giderek tehdide dönüşen gerginlik sebebiyle başta Türkiye olmak üzere ABD, Kanada ve Avustralya’ya göç etmiş durumdaydı.

Japonya Türk-Tatar Topluluğu
Müslüman-Türk halklarının bağımsızlık mücadelesinde mühim rol oynayan Abdürreşid İbrahim Efendi’nin ortaya çıkışı, Uzakdoğu’daki Türk-Tatar topluluğunun mücadelesinde çeşitli hadiselerin ortaya çıkmasına sebep olmuştu.

Abdürreşid İbrahim Efendi, mezhep olarak karışık bir kimliğe sahipti ve Rusya Müslüman-Türklerinin kurtuluşunda alternatif bir müttefik olarak, 1904-1905 Rus Savaşı’nı kazanan Japonya’yı görüyordu. İbrahim Efendi’ye yeşil ışık yakan Japonya’nın asıl maksadı Müslümanlarla siyasi bir rekabet oluşturmaktı. Bu politikasıyla Rusya Müslümanları ve dünya Müslümanlarının lideri konumundaki Osmanlı Devleti ile de yakın ilişkiler kurabilmeyi amaçlıyor, ayrıca verilen destekle İbrahim Efendi’nin Türk ve Müslüman dünyasındaki yazıları ve sözleriyle Japonya’nın propagandasını yapması sağlanıyordu. Abdürreşid İbrahim, aslında Osmanlı Devleti’nin temsil ettiği İslam anlayışını kabul etmiyordu. Osmanlı ulemasına karşı ağır ithamlarda da bulunmaktaydı.

Meiji restorasyonuyla siyasî, ekonomik ve askerî alanlarda yenilikler yaparak Rusya’nın bir rakibi hâline gelen Japonya’da yaşanan bu köklü dönüşme sırasında İbrahim Efendi, ilki 1902 yılında olmak üzere birçok defa Japonya’ya giderek devlet adamları, üst rütbeli subaylar ve aşırı milliyetçi grupların liderleriyle ilişkiler kurarak mücadelesine destek toplamaya çalışıyordu.
Mançurya’dan bilitibar bütün Asya’nın Batılılardan temizlenerek bölgedeki Asyalıların Japonya liderliğinde birleşmesini amaçlayan Genyousha Cemiyeti’nin kurucusu Kokuryuukai Derneği’nin de manevi lideri, Japon milliyetçiliği ve Asyacılığının fikir babalarından Toyama Mitsuru’yla da dostluk kuran İbrahim Efendi, 1909 yılında Mitsuru ve bazı Japon önderleriyle Tokyo’da, Asya Meclisi adlı bir cemiyet kurmuştu.

Cemiyetin kurulmasından çok kısa bir süre önce Müslüman olan birçok üst düzey Japon’un iştirakiyle kurulan cemiyet, Asya Müslümanlarının bağımsızlık hareketlerine destek bularak yönlendirmeye çalışmıştı. Bu mücadelede aktif rol oynayan İbrahim Efendi, Müslümanların sıkıntılarını giderici kalıcı çözümler yerine günübirlik politikalarla vakit geçirmelerine ve nihayetinde bir hedefe varamamalarına sebep olmuştu.

Nihayetinde 1933’te Japonya’ya giderek hayatının sonuna kadar Tokyo’da kalmış ve orada ölmüştü.

Daha sonra İdil-Ural Türkleri Japonya’nın gösterdiği tölerans sebebiyle Japonya’ya gelmiş ve buraya yerleşerek Türk-Japon ilişkilerinin fazlaca bilinmeyen bir yönünü oluşturmuşlardı. Tokyo’da, sonradan Türk hükümetince yeniden yaptırılan Tokyo Camii’nin bitişiğindeki tozlu bir odada bulunan dikiş makinesi ve daha niceleri 1930’lu yılların Tokyo modasını ilmek ilmek dokumuştu.

Türk-Tatarları, bazı kaynaklarda yıkıldığı söylense de hâlâ ayakta olan Matbaa-i İslamiye’nin tozlu sandıklarında paslanmaya yüz tutan ve kalıpları Türkiye’den gönderilen bir matbaa makinesinde basılan Kur’ân-ı Kerîm ve diğer kitapları Uzakdoğu’daki Müslümanlara dağıtıyorlardı.

Tokyo, Trans-Sibirya demiryollarının inşaatı sırasında ya da Rus yayılmacılığından kaçarken Uzakdoğu’ya göç eden Türk-Tatarların yoğun olarak yerleştikleri şehirlerin başında geliyordu. Bürokratların, yüksek rütbeli askerlerin ve yabancı temsilciliklerin yoğun olduğu şehir, pazar potansiyeli açısından da Türk-Tatar tüccarlar tarafından rağbet görüyordu.

Türk-Tatarların 1921’den itibaren buluşma yeri olarak kullandıkları Tokyo Oteli’nde, özellikle dinî gün ve bayramlarda toplantılar yapılıyor, otelin salonlarında Cuma namazları kılınıyordu. Bir süre sonra Tokyo’daki az sayıda Müslüman ailenin yaşadığı Shibuya semtinde birbirlerine yakın evler kiralayan Türk-Tatarlar, zamanla bu semtte baskın duruma geleceklerdi.

Tokyo’daki Türk-Tatarların bazıları kasaplık, zahirecilik gibi daha çok Müslüman ailelerin ihtiyaçlarına yönelik işler yaparken, çoğunluğu kumaş ve hazır elbise ticaretiyle uğraşıyordu. 1930’lu yıllarda Japon bürokratlar, Avrupai kıyafetlerinin çoğunu Tokyo erkek modasını yönlendiren Türk-Tatar terzilere diktiriyorlar ya da onlara ait mağazalardan satın alıyorlardı. Zengin Türk-Tatar tüccarların yanında çalışan seyyar giysi ve kumaş satıcıları, tek başlarına ya da eşleriyle birlikte uzak köylerde mallarını satarak zamanla bu pazarda rakipsiz hale gelmişlerdi.

Tokyo’da kurulan Mahalle-i İslâmiye Cemiyeti, Türk-Tatar topluluğunun toplantı ve ibadetlerini yapabilmeleri için 1931 yılında Mekteb-i İslamiye’yi inşa ettirmişti. Sadece bir ibadethane olmayan Mekteb-i İslamiye’de eğitim-öğretim de yapılıyor, Japonya’daki Türk-Tatarların ihtiyaç duyduğu kitaplar, giriş katındaki küçük matbaada basılıyordu.

Matbaa-i İslamiye’nin eski harf kalıpları, harf inkılabı yapılan Türkiye’deki bir gazeteden satın alınmış ve Uzakdoğu’daki basın faaliyetleri Arap harfleriyle yapılmıştı.

Matbaa-i İslamiye’de Japon Muhbiri adında aylık bir mecmua basılmaktaydı. Çeşitli programlar da düzenlenen Mekteb-i İslamiye’de, Türkçe, Tatarca, İngilizce ve Rusça eğitim alan çocuklar ilkokul müfredatındaki dersleri Japonca okumaktaydılar.

Günümüzde Tokyo’daki Türk-Tatarlarının son temsilcisi ve Tokyo Camii’nin son imamının oğlu olan Ramazan Safa Bey, kaderine terk edilen Mekteb-i İslamiye binasında yaşıyor. Tokyo’nun kenar semtlerinden birinde Tokyo Camii’nin bitişiğindeki binanın bir odasında bulunan tozlu eşyalar ise Türk-Tatarların geçmişe gömülen hatıralarını mırıldanıyorlar.
Bir Devrin Sonu
Japonya’daki Türk-Tatarlardan geriye sadece siyah beyaz fotoğraflar ve tozlu eşyaların kalmasına sebep olan gelişme Ayaz İshaki’nin ortaya çıkmasıyla gerçekleşecekti. 1933’te Tokyo’ya gelen Ayaz İshaki; Kobe, Osaka, Nagoya, Yokohama ve Tokyo gibi Japon şehirlerinde yaşayan Türk-Tatarların bölünmesine sebep olmuştu.

Aynı yıllar, Japonya’nın Çin ve Rusya Müslümanlarına nüfuz edebilmek için, topraklarında yaşayan ya da nüfuz edebildiği ülkelerdeki Müslümanları el altından desteklediği yıllardı. Kurbanali ve Abdürreşid İbrahim gibi kişileri finanse eden Japonya, Müslüman Türk-Tatarları kendi saflarına çekmek için Tokyo’da büyük bir cami yaptırılmasına ön ayak olmuştu.

Uzakdoğu’daki Türk-Tatarlar Tokyo’da büyük bir cami yaptırmış olmalarından evvel ilk olarak 1924’te Mançurya’da Minyıl Mescidi’ni inşa etmişler ve ardından Japonya’nın Kobe ve Nagoya gibi şehirlerinde de camiler inşa etmişlerdi. Nagoya Camii sonradan yıkılmış olduğu için yerinde aynı isimle sonradan yaptırılan bir cami inşa edilecekse de, Kobe Camii günümüze kadar ayakta kalmayı başaracaktı. 1935 yılında hizmete açılan ve inşaatı için Hint Müslümanlarının da maddi destek verdiği Kobe Camii, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki hava saldırıları ve sonraki deprem felaketlerinde yerle bir olan Kobe’de ayakta kalmayı başaran nadir yapılardan biriydi.

Geleneksel Türk motifleri taşıyan caminin bodrumları 1939 yılında Japon Deniz Kuvvetleri tarafından depo olarak kullanılmıştı. Japonya’nın diğer şehirlerinde yaşanan bu gelişmelerin parantezinde Tokyo Camii’nin Ekim 1937’deki temel atma merasiminde hazır bulunan Türk-Tatarların her biri, temele koyulan tuğlalara adlarını kazıyarak toprağa gömmüşlerdi. Yapımı kısa sürede bitirilen Tokyo Camii’nin açılışı 12 Mayıs 1938 tarihinde gerçekleşmişti.

İkinci Dünya Savaşı’ndaki hava saldırılarında fazla hasar görmeyen Tokyo Camii, 1950’lere kadar Japonya’daki Müslümanların buluşma noktası olmaya devam etmişti. 1950’li yıllardan itibaren başta Türkiye, Amerika ve Avustralya olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerine göç eden Türk-Tatarların ardından Japonya’daki hatıraları kendi kaderlerine terk edildi.

Türkiye’ye hibe edilen ve yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Tokyo Camii, 1983 yılında ibadete kapatılmış, yenisinin inşa edilebilmesi için Şubat 1986’da yıkılmasına karar verilmişti. İlk yapıldığı yerde, Türk mimarisine uygun ve önceki camiden kalan hatıraların sergilenebildiği bir yapıda Türkiye’nin öncülüğünde inşa edilen Tokyo Camii, 2000 yılı Haziran ayında yeniden ibadete açılmıştı.

Ve Nihayet…
13. yüzyılda Kore sarayında görev alan Türklerle başlayan Uzakdoğu’daki Türk tarihi, bölgenin ilim ve sanat hayatına çeşitli katkılarda bulunan Türklerin, Ortaçağ’ın sonlarında asimile olmalarıyla sonuçlanmıştı. 19. yüzyılın sonlarında Uzakdoğu’ya göç etmek zorunda kalan Türk-Tatarların zamanla bir cemiyet oluşturmalarıyla yeniden ortaya çıkan Türk varlığı, yaklaşık yarım asır sürmüştü.

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla aynı dönemde başlayan Uzakdoğu’daki Türk-Tatar topluluğunun faaliyetleri özellikle Japonlarca desteklenmiş, Japon devlet adamları Birinci Dünya Savaşı’nın ardından çoğunlukla Tokyo’yu, toprakları Rus işgaline uğrayan Türk ve Müslümanlar için yeni bir çekim merkezi haline getirmeye çalışmışlardı.

Japonya’nın Çin ve Rusya’ya karşı bir strateji olarak gördüğü Türk-Tatar Cemiyeti’ni destekleyerek Asya’ya açılma politikası her ne kadar 20. yüzyılda tam olarak netleşmişse de geçmişi çok daha gerilere gidiyordu. 1868’de Meiji ile başlayan dönemde iktidar, feodal beylerden imparatora geçerek merkezî bir yönetim başlamış, ülkenin dışa açılmasını da sağlayan bu kanlı geçiş ayrıca ilim, teknik, ticaret ve askerlik konularında modernleşerek Japonya’nın yeni bir güç olarak tarih sahnesine çıkmasını sağlamıştı.

Özellikle ekonomik alanda gerçekleşen ilerlemenin, beraberinde hammadde-pazar ihtiyacına sebep olması Japonya’yı bölgesindeki rakipleri olan Çin ve Rusya ile karşı karşıya getirecekti. Bu gelişmelerin sebep olduğu 1894-1895 Çin-Japon savaşı ve ardından 1904-1905 Rus-Japon savaşlarından galibiyetle çıkan Japonya, bütün dünyanın ve özellikle de Rusya mağduru milletlerin -Türkler ve Müslümanlar- dikkatini çekerek sempatisini kazanmıştı.

Japonya, bu başarılarıyla ayrıca Asya kıtasında yeni topraklar ve ekonomik ayrıcalıklar da elde etmişti. 1917 Rus İhtilâli sonrasındaki iç savaşta ABD, İngiltere, İtalya, Fransa ile birlikte Sibirya’ya asker çıkararak bölgedeki Beyaz Rus yöneticilerle temasa geçen ve verdiği destekle kendine bağlamaya çalışan Japonya, bu sırada Beyaz Rus ordularının safında bulunan Müslüman Türk-Tatar gruplarıyla da ilişki kurmuştu.

Ancak bu dönemde Türk-Tatarlarla kurulan münasebetlerin asıl kökleri, bölgesinde güçlü bir devlet haline gelmeye başlayan Japonya’nın bu süreçte tıpkı Avrupa’ya gözlemciler göndermesinde olduğu gibi Asya ana karasına da gezgin ve gözlemciler göndermesiyle başlamıştı. Japon gözlemcilerin seyahat ve gözlemlerinin ardından kurulan birçok dernek aracılığıyla özellikle Çin topraklarından istihbarat akışı sağlanmıştı.

Kültürel amaçlar için çalıştıkları imajı verilmiş olmasına rağmen Çin’in etnik unsurları ve bu unsurların dinî yapılarının anlaşılmasına çalışan bu derneklerin araştırmalarından sonra Çin yönetimleriyle sürtüşme hâlinde olan Müslüman Türk-Tatarların da bölgedeki muhtemel müttefiklerden olarak Japonya’nın tarafına çekilmesi gerektiği anlaşılmıştı.

Japon derneklerinin yaptıkları propaganda, Japon hükümetinin 1917 ihtilali sonrasında bölgede alenen kurduğu resmî ilişkilerin başlamasına kadar devam edecek, hatta bu diyaloga zemin hazırlayacaktı. Japonya’nın bölgeden çekildikten sonra dahi sürdürdüğü bu ilişkilerin devamında Müslümanların potansiyel gücü de Japon dış politikasını belirleyenlerce fark edilmişti.
Türk-Tatar topluluğunun dünya siyasetinin uzağında kaldığı için gürültüsüz gerçekleştiği sanılan yükselişini Rusya’ya karşı el altından destekleyen Japonya, Osmanlı Devleti’nin ardından sahipsiz bırakılan hilafetin kendi kontrolünde yeniden dirilebilmesi için Sultan İkinci Abdülhamid’in torunu Abdülkerim Efendi’yi 1931 yılında başlayan Doğu Türkistan ayaklanmasının başına geçirmeye de çalışacaktı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan evvel İngiltere’nin sömürgesinde yaşayan Güney Asya Müslümanlarına yönelen ve Orta Asya Müslümanlarına olan ilgisini kaybeden Japonya’nın Türk-Tatar topluluğuna verdiği desteği çekmesi, 20. yüzyılın başlarında Uzakdoğu’da parlak bir çıkış yapan topluluğun, buradaki kısa ama iz bırakan varlığının da sonu olmuş, Türk-Tatarlar İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra geride siyah beyaz fotoğraflar bırakarak sessiz sedasız 20. yüzyılın hatıralarına dağılmışlardı.

Kore’den Mısır Çarşısı’na...
Türk-Tatarlar, genellikle yerli halktan birini dükkânın başında bulundururdu. Kore’deki Türk-Tatarların önde gelen isimlerinden Abdulhak Numan’ın sahip olduğu Altay Terzilik, Seul’un en popüler terzi dükkânları arasındaydı. Abdulhak Numan’ın, vefatından önce eşini ve dükkânını, yanında çalışan Pak adında bir Koreliye emanet etmesi, Kore’den İstanbul’a uzanan bir hikâyenin de başlangıcıydı.

Abdulhak Numan’ın vefatından sonra Müslüman olan Pak, Şamil adını almış ve kendisine vasiyet edildiği gibi Nur Şemseddin Hayranoba’yla bir evlilik yapmıştı. 1943’te evlendiği Nur Şemseddin Hayranoba’yla Altay Terzilik’in başına geçen Şamil Pak, diğer Türk-Tatar tüccarlar gibi Kore’deki farklı şehirlerde şubeler açmaya devam edecekti.

Göçler sırasında Kore’yi terk etmek zorunda kalanlar arasında Şamil Pak ve eşi Nur Şemseddin Hayranoba da bulunuyordu. 1949’da ailesiyle Türkiye’ye yerleşen Şamil Pak, Mısır Çarşısı’nda “PAK” adını taşıyan bir kumaş dükkanı açmış, eşi Nur Şemseddin Hayranoba iki yıl sonra İstanbul’da vefat etmişti.

Ekrem Saltık
(Yedikıta Dergisi, 29. Sayı, OCAK 2011)

Kaynaklar: AKÇORA, İnayetullah, “Mukden Şehrindeki Tatarların Dini ve Milli Cemiyeti”. Kazan, No:7-8,Yıl:2, 1972, ss. 97-99; BEASLEY, William G., The Modern History of Japan. Praeger, New York 1974; DEVLET, Nadir, 1917 Ekim İhtilali ve Türk-Tatar Millet Meclisi: İç Rusya ve Sibirya Müslüman Türk-Tatarlarının Millet Meclisi 1917-1919, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1998; DÜNDAR, Ali Merthan ve Eriş, Mahir Ünsal, Japonya Tarih-i Siyasisi, Türk Japon Kültürünü Araştırma ve Dayanışma Derneği, Ankara 2007; DÜNDAR, Ali Merthan, Japonya’da Türk İzleri:Bir Kültür Mirası Olarak Mançurya ve Japonya Türk-Tatar Camileri, Vadi Yayınları, Ankara 2008; Panislamizm’den Büyük Asyacılığa:Osmanlı İmparatorluğu, Japonya ve Orta Asya, Ötüken Yayınları, İstanbul 2006; “Japonya Türk-Tatar Diasporası”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, Kasım 2004, ss.75-89; “Uzakdoğu’da İdil-Ural Türklerinin Yayın Faaliyetleri ve Tokyo Mahalle-i İslamiye Matbaası”, Türkoloji Dergisi, XVI., Ankara 2003, ss.103-116; ESENBEL, Selçuk and Inaba Chiharu, The Rising Sun and the Turkish Crescent: New Perspectives on the History of Japanese Turkish Relations. Boğaziçi University Press, İstanbul 2003; HUNTER, Janet E., Modern Japonya’nın Doğuşu 1853’ten Günümüze, Çev. Müfit Günay, İmge Kitabevi, Ankara 2002; İBRAHİM, Abdurreşid, Alem-i İslam ve Japonya’da İslamiyet’in Yayılması, Sadeleştiren: Ertuğrul Özalp, İşaret Yayınları, İstanbul 2003; ILGAR, İhsan, Rusya’da Birinci Müslüman Kongresi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990;KURAT, A. Nimet,”Kazan Türklerinin Medeni Uyanış Devri”, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, XXIV(3-4), 1966, ss.96-194; KUSHNER, David, The Rise of Turkish Nationalism (1876-1908), Frank Cass, London, 1977; LANDAU, Jacob M., Pan-Turkism in Turkey: A Study of Irredentism, C. Hurst, London 1981; LEE, Hee-Soo (Cemil) ve İbrahim İlhan, Osmanlı - Japon Münasebetleri ve Japonya’da İslamiyet, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1989; Muhammed Ayaz İshaki Hayatı ve Faaliyeti, 100. Doğum Yılı Dolayısıyla, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1979; ÖZBEK, Nadir, “Abdürreşid İbrahim: İslamcı Bir Eylem Adamı”, Toplumsal Tarih, Sayı: 4-20, Yıl: 1995, s.7; ÖZCAN, Ömer, “Uzakdoğu’da İdil-Urallıların Varlık Mücadelesi”, Toplumsal Tarih, 8 Sayı:48, Aralık 1997, ss.39-43; RORLICH, Azade-Ayşe, Volga Tatarları, İletişim Yayınları, İstanbul 2000; SARAY, Mehmet, Doğu Türkistan Tarihi. Kitabevi Yayınları, İstanbul 1988; SAALER, Sven and Koschmann, J. Victor, Pan-Asianism in Modern Japanese History, Routledge, London and New York 2007; TÜRKOĞLU, İsmail, Sibiryalı Meşhur Seyyah Abdürreşid İbrahim, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara1997; USMANOVA, Larisa, The Türk-Tatar Diaspora in Northeast Asia; Transformation of Consciousness: A Historical and Sociological Account Between 1898 and the 1950s, Rakudasha, Tokyo 2007; ZENKOVSKY, Serge A., Pan-Turkism and Islam in Russia, Harvard University Press, Cambridge, 1960.

Yemen'e türkü boşuna yakılmadı

Yemen, hakimiyetimiz altında kaldığı 400 yıllık dönemde Osmanlı Devleti'ne en fazla isyan eden ve bu yüzden defalarca yeniden fethedilen bir bölge olmuştu.

Cumhurbaşkanı ve bakanlarımızın Yemen'de Yemen türküsü söylenirken gözlerinin dolması bana yaklaşık 400 yıl süren zorlu Yemen hakimiyetimizi hatırlattı. Yemen Osmanlı Devleti'nin en zor hakim olduğu, devamlı isyanlarla mücadele ettiği ve defalarca yeniden fethettiği bir bölgeydi. Hulusi Yavuz ve İhsan Süreyya Sırma, eserlerinde Yemen'deki hakimiyetimizi teferruatıyla anlatırlar.

DEFALARCA FETHEDİLDİ

15. yüzyılın sonlarında Ümit Burnu'nu dolaşan Portekizliler Yemen ve civarını tehdit etmeye başladılar. Yemenliler, Portekizliler'e karşı koyamayınca Memlük Devleti'nden yardım istediler. Memlüklüler, Portekizliler'in ilerleyişini durduramadılar. Osmanlı Devleti de kendisinden yardım istenince Selman Reis'i bölgeye gönderdi.

Yavuz'un Memlük Devleti'ni ortadan kaldırması üzerine Yemen'de hutbe Osmanlı padişahı adına okundu. Ancak daha sonra bölge hakimiyetimizden çıktı. Hadım Süleyman Paşa, 1538'de Yemen'i bizzat Osmanlı Devleti'ne bağladı.

İkinci Selim döneminde Osmanlı valilerinin birbirleriyle çekişmesi yüzünden Yemen'de isyan çıktı. Özdemir ve Sinan paşaların gayretleriyle Yemen'de Osmanlı hakimiyeti tekrar kuruldu.

MİSYONERLER YEMEN'DE

İmam Kasım'ın 1598'den başlayıp 1635'e kadar süren ayaklanma­sı sonucunda bölgede hakimiyet Zeydî şeyhlerin idaresine geçti. Osmanlı hakimiyeti tekrar kurulduktan sonra 1848'e kadar olan dönemde Yemen'de fazla bir problem çıkmadı.

19. yüzyılın ortalarında bölge tekrar karıştı. Osmanlı yönetiminin gönderdiği askerler 1849'da Yemen'e tekrar hakim oldular. Ancak bölgede karışıklık bitmedi. Ahmed Muhtar Paşa, 1872'de San'a'yı alabildi.

19. yüzyıl Avrupalılar'ın Yemen'le ilgilendikleri bir dönemdi. Arapça bilen casus ve misyonerler bölgede faaliyet göstererek halkı Osmanlı'dan soğutmaya çalıştılar. Özellikle İngiltere, Zeydî imamlarla iyi geçinerek, onlara para ve hediye göndererek bölgeye yavaş yavaş yerleşti. Osmanlı yönetimi İngiliz yayılmasını engellemeye çalıştıysa da başarılı olamadı.

1889'da çıkan isyan zorlukla bastırıldı. Ancak 1895'te yeni bir isyan çıktı. İki yıl sonra bastırıldı. İmam Yahya 1902'de isyan ederek, halifeliğini ilân etti. Bu Osmanlı'nın karşılaştığı en büyük isyanlardan biriydi. İmam Yahya bir türlü ele geçirilemedi. 1906'da İstanbul'dan gönderilen İmam Yahya'nın 20 gün içinde mutlaka yakalanması yönündeki telgrafa sinirlenen Ahmed Feyzi Paşa, "Sizin İmam Yahya dediğiniz Kasımpaşa İmamı değil ki kulağından yakalayıp getireyim" diye sert bir cevap vermişti.

1911'de İmam Yahya arasında yapılan antlaşma, Yemen'de senelerce süren isyanı sona erdirdi. Ancak Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra 1918'de Yemen'i tamamen terk ettik.

Osmanlılar fethettikleri yerleri birer vatan parçası olarak görmüşler, bu yüzden de her karış toprağını binlerce şehidin kanı ile yıkamadan terk etmemişlerdi. Yemen'in kaybedilmesi kesinleşmişken bile son kurşununa kadar savaşmamızın sebebi de buydu.

YEMEN VE ZEYDÎLİK

Yemenliler'in önemli bir kısmı Zeydî oldukları ve Osmanlı hilafetini kabul etmedikleri için sık sık isyan çıkmıştı. Yemen şeyhleri, imam unvanıyla kabileleri yönetirlerdi. Şeyhler vergi toplar, halkı istedikleri gibi çalış­tırırlardı. Zeydîler, kendi imamlarına sıkı bir şekilde bağlı oldukları için, onun her dediğini yaparlardı. Bu yüzden de Osmanlı Devleti bölgede istediği şekilde bir hakimiyet kuramamıştı.

MUHTEŞEM YÜZYIL'A DAİR

Muhteşem Yüzyıl fragmanları dönmeye başladığından beri tartışılıyor. Bana gelen tenkitler genellikle senin orada ne işin var yönünde. Mart ayında böyle bir dizi çekileceği, danışmanlık yapıp yapamayacağım sorulduğunda bir süre düşündüm. Çünkü Türkiye'de tarihle ilgili bir dizi her zaman tepki toplar. Ben olsam da olmasam da bu dizi çekilecekti. Bu yüzden televizyonda yayınlanacak ve milyonların seyredeceği bir dizide birkaç sahneyi bile düzeltsem faydalıdır diye düşündüm.

Üstelik daha önce tarihle ilgili çekilen filmlerde padişahların elinden içki kadehi düşmez, eşcinsel ilişkiler yer alırdı. Kanuni içki içmediği gibi, herhangi gayriahlaki bir ilişkisi de yoktu. Bunlar benim en önem verdiğim noktalardı ve dizide böyle sahneler yer almadı. Kanuni ileriki bölümlerde içebilir mi diye soruyorlar. Kanuni içki içmeyen bir padişahtı ben danışmanlık yaptığım sürece böyle bir durum söz konusu olamaz.

Ben dizinin yapımcısı veya senaristi değilim. Tarih danışmanıyım. Benim dışımda bir alan olmasına rağmen müdahale edebildiğim ölçüde kurgu sahnelerine de karışmaya çalışıyorum. Bu yüzden adım ahlak polisine çıktı.

Dizide haremin ön planda olduğu söyleniyor. Bu bir kurgu çerçevesinde ilerliyor. Dizinin yapımcısı ben olsaydım daha farklı bir kurgu olurdu. Ancak kurgu benim işim değil. Dizideki olay ve karakterler benim için daha ön planda olan konular. Tepki gösteren arkadaşlar şunu açıkça bilsinler: Danışman ben değil de bir başkası olsaydı, çok daha fazla sahneye tepki göstereceklerdi.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 16.01.2011)

Modern Türkiye’nin ilk anayasası

1921 Anayasası, Anadolu’daki kurtuluş mücadelesinin hukuka saygısını ve saltanatın sona ereceğini gösteriyordu.

Bundan tam 90 yıl önce, 20 Ocak 1921 tarihinde modern Türkiye’nin ilk anayasası Ankara’daki TBMM tarafından yürürlüğe sokuldu. Nadir ve o derecede garip bir uzlaşı ile 1293 (M. 1876) Aralık tarihli imparatorluk anayasası ile bir arada yürürlükte olacaktı.

Uygulamaya bakıldığında meşruti monarşinin temel kanunu olan 1876 Kanun-i Esasi’ye riayet artık mümkün değildi. Bu daha ziyade manevi bir bağlılığı ifade ediyordu. Zira Ankara’daki sistem konvansiyonel denen meclis sistemiydi. Bakanları meclis yani milletvekillerinin oyu belirliyor, hükümetin reisi de TBMM reisi (yani Mustafa Kemal Paşa) oluyordu. Ordu gene TBMM hükümetinin ordusuydu. Bununla birlikte 1921 Anayasası’ndaki birtakım temel hükümlerin de tümüyle yürürlüğe girdiğini söylemek mümkün değildir.

Her şeye rağmen Türkiye milli mücadelesini kanuna ve meşru olmaya dikkat ederek yürütüyordu ve tarihin şartları içinde bu mücadele zafere ulaştıktan sonra da 1876 Kanun-i Esasisi hukuken 1922 Kasım’ında saltanatın lağvıyla ortadan kalkacak; 1921 Anayasası da yerini 1924 Teşkilat-ı Esasi kanununa bırakacaktır. Şu ana kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun ömürlü anayasası da bu olacaktır.

Bu anayasa aslında radikal bir beyanname idi. Saltanatın biteceğini hissettiriyordu. Cumhuriyetin adeta örtülü bir ilanıydı. 24 maddelik kanunun ikinci maddesi Hakimiyet-i Milliye’nin esas olduğunu belirtir. Daha da önemlisi devletin adı kesindir; “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur” deniyordu. 1910’da Süleyman Hayri Bolay hocanın dirayet tefsiri yapan bir öncü diye selamladığı Elmalılı Hamdi Hoca, bugünlerde Taha Akyol’un da vurguladığı gibi Hakimiyeti Milliye’nin hilafette üstün olduğunu belirtmiştir. Yeni düzeni kabul edenler arasında bu gibi medreseliler de vardı.

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun hemen hiç uygulanamayan çok ileri hükümleri de vardır. İl ve bucak düzeyinde eğitim, sağlık gibi işleri ve bütçelerini dahi “şura”lar yapacaktır. Oysa bu şuralar hiçbir zaman kurulamadı. Daha ilginç bir hüküm vardı; başkentte devamlı yasama yapan organ bütün meclis değil, her ilden seçilen birer mebusun oluşturduğu devamlı bir şura olacaktı. Batı demokrasilerine yabancı bu hüküm Sovyetler Birliği’ndeki “presidium” gibi bir organ olabilirdi, hiçbir zaman tatbik edilmedi.

Cumhuriyete bir geçiş belgesi olan 1921 Esas Teşkilat Kanunu hiç şüphesiz meclis üstünlüğünü yansıtmaktadır. Saltanatın kaldırılması, Lozan Antlaşması’nın onaylanması ve cumhuriyetin ilanı ile bu belge artık yetersiz kaldı. Cumhuriyete geçiş beyannamesi yerini 1924 Anayasası’na terk edecektir. Tabii meclis üstünlüğü sistemi de yerini yürütme ve yasama arasındaki ayrılığa bırakmıştır.

1921 Anayasası aslında Anadolu mücadelesinin ne kadar hukuka dikkat eden ama cumhuriyetçi fikirlerini de açıklamaktan çekinmeyen bir hareket olduğunu gösterir.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 23.01.2011)

Ek olarak bkz:
TEŞKİLATI ESASİYE KANUNU
http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa21.htm