29 Ocak 2012 Pazar

Genelkurmay, Karabekir Paşa'yı yine unuttu


(Kâzım Karabekir 1920 yılında Erzurum'dayken düzenlenen bir törende halkın arasında.)


İlker Başbuğ'un Genelkurmay Başkanı olduğu 2009 yılı, meğer tarih açılımının bereketli yıllarındanmış da kadrini bilmemişiz.

Kâzım Karabekir gibi resmî tarih açısından 'tehlikeli' görülen bir komutanın bizzat Genelkurmay tarafından ilk ve belki de son kez anılması, ona nasip olmuştu. Şöyle ya da böyle Başbuğ bir tabuyu kırmıştı ama arkası getirilemedi. İnsanın aklına ister istemez 'Genelkurmay'ın ahde vefa dediği bir seferlik miydi?' sorusu geliyor.

Geçtiğimiz 26 Ocak Paşa'nın 64. ölüm yıldönümüydü. Karaman Valiliği, Belediye Başkanlığı ve Kazımkarabekir Kaymakamlığı tarafından ortaklaşa organize edilen konferansa çevre illerden gelenler de olmuştu. Verdiğim konferansa gösterilen ilgi gerçekten görülmeye değerdi. Salonda yer kalmayınca ayakta dinleyenler oldu. Beklerdim ki, askerler de gelip dinlesinler. Üniformalı kimse yoktu. 'Sivil' geldilerse bilmem.

Belki de 'benim' Kâzım Karabekir'imin kafalarındaki şablona ters düştüğündendir çekingenlikleri. Ancak bunun için kimseden özür dilemeyeceğim. Karabekir'in bir şiirinde dediği gibi "Korku bir sistir kalkar, hakikat güneştir doğar." Şimdi korku dönemi bitiyor. Hakikat güneşinin doğma vaktidir.

Karabekir Paşa'yı bir elinde kılıç, öbüründe kalemle düşünmek hoşuma gidiyor. İyi bir asker; ama o kadarla bitmiyor. Aynı zamanda müşfik bir baba, kanunlara riayetten kıl kadar ayrılmayan dürüst bir vatandaş, hakkını sonuna kadar savunan medeni bir insan, inandığı dava uğruna hayatını ortaya koymayı bilen bir kahraman, zarif bir koleksiyoner, musiki ve şiirle iştigal etmiş, marş yazıp bestelemiş bir sanat amatörü, eğitim yoluyla kalkınma problemi üzerinde düşünmüş, dahası icraatta bulunmuş, sanayi projeleri olan bir devlet adamı, Kürt ve Ermeni sorunlarının başımızı ağrıtacağını daha 1920'lerden itibaren söyleyen ve mutlaka tedbir alınmasını isteyen ileri görüşlü bir siyasetçi ve düzinelerce kitaba imza atmış velud bir kalem...

(Karabekir Paşa, 1922'de Trakya'ya yaptığı bir gezide subaylarla birlikte.)


O bunların hepsi. Belki de daha fazlası... Dolayısıyla Kâzım Karabekir'e, kafalarımızdaki klasik 'asker' şablonunu bir kenara bırakarak bakmamız, ayrıca Osmanlı'nın nasıl olup da bu denli çok yönlü askerler yetiştirebildiği üzerinde imal-i fikretmemiz gerekir.

Kâzım Karabekir Paşa tarihin yapılmasına katkıda bulunmuş bir şahsiyet her şeyden önce. İkinci olarak Meclis'te görev yapmış bir siyasetçi. Ancak üçüncü bir cephesi var: Yalnız 'tarih yapan' değil, aynı zamanda 'tarih yazan' biri olması. Galiba birilerini fena halde rahatsız eden de bu son özelliği.

O da Atatürk gibi işi şansa bırakmamış ve yaptığı tarihin hikâyesini yazıp geleceğe emanet etmiştir. Bu yüzden evi defalarca basılmış, dosyalarına el konulmuş, parasını kendi cebinden ödeyerek bastırdığı kitabı yakılmış, yine de mücadelesinden vazgeçmemişti.

Bir zamanlar yakılan kitaplarının rahatlıkla basılıp satılabildiği günleri göremedi belki ama hakikatin hakim olacağı, rahatlıkla konuşulabileceği bir Türkiye'nin özlemiyle yanıp tutuşmuştu. Türk Tarih Kurumu'na karşı verdiği mücadeleyi hatırlamamak haksızlık olur. Yetkililere, "Genç nesillere tarihi tek bir kişinin kahramanlığı üzerine kurarak anlatamazsınız. Bu, o kanlı mücadelede canını siper etmiş olan komutanlara ve hele kanını dökmüş Mehmetçiğe de hakarettir. Onların haklarını nasıl ödersiniz?" diye çıkıştığında takvimler 1942 yılını gösteriyordu.
Hayat Karabekir, babasını anlatıyor

Geçenlerde Karabekir Paşa'nın kızlarından Hayat Hanım'la konuşuyorduk. Babasıyla ilgili şu çarpıcı olayı anlattı:

Ailece bir sünnet düğününe gidiyorlarmış. Tabii "karga" dedikleri sivil polisler de peşlerinde. Tramvaya binmişler, polisler de binmiş. Gidecekleri yere gelince kendileri inmiş tramvaydan. "Baktım" diyor, "babam sağa sola baktı. Sonra hareket eden tramvayın peşinden koştu, camını tıklattı ve vatmana "İçeride arkadaşlarımız var, söylesin de insinler, indiğimizi fark etmediler galiba." dedi. Kapı açıldı, hafiyeler de indiler. Babama dedim ki: "Niye haber verdiniz? Ne güzel kurtulmuştuk onlardan." Bana verdiği cevabı hiç unutmuyorum: "Öyle deme evladım, onların da çoluk çocukları var. Onlar da bu işten ekmek yiyor. Bizi kaybederlerse üstlerine ne cevap verecekler? Belki de ekmeklerinden olacaklar. Onların görevi bizi takip etmek. Kendilerine yardımcı olmak da bizim görevimiz."

Bence Milli Eğitim Bakanı'mız Ömer Dinçer bu anekdotu ders kitaplarına koydurmalı.

Mustafa Armağan
(Zaman, 29.01.2012)

17 Ocak 2012 Salı

Çerkez Cariye Rukiye Hanım ve Malezya'yı İdare Eden Osmanlı Nesli

 

Sesler geliyordu uzaklardan. Ufukta başka gemilerin de olduğu fırtınalı bir denizde, kuzeyden dönen gemicilerin sesleri... Onu doğduğu topraklardan kopararak hiç bilmediği diyarlara götüren kalabalık bir gemi güvefsafsdlfrtesinde, herhangi bir eski zamandan, hikâyesinin yıllar sonra derinleşeceği asil bir geleceğe gidiyordu Rukiye...

Rukiye’nin hayatı çocuk yaşta Osmanlı haremine devşirildiği İstanbul’da başlamış, 19. yüzyılın sonlarında Malezya Yarımadası’nın güneyindeki Johor’da (Cohor) farklı bir geleceğe demir almıştı. Osmanlı Arşiv kayıtlarında hakkında -henüz- herhangi bir bilgi olmasa da Malayca kaynaklara göre 1864 yılında dünyaya gelen Rukiye Hanım, Çerkez asıllı bir Osmanlı cariyesiydi.

Osmanlı’nın son asrında genellikle Çerkez, Gürcü ve Abaza asıllı kızların kabul edildiği Osmanlı hareminde zekâlarıyla doğru orantılı hassasiyetleri ve narinlikleriyle bilinen Çerkez kızlarına ayrıca önem veriliyordu.

Ancak Çerkez kızlarının klasik Osmanlı tarihi boyunca haremde söz sahibi olması fizikî güzelliklerinden kaynaklanmıyordu. Bunlar asıl, aileleri tarafından geleneksel bir disiplinle yetiştirilmeleri ve sahip oldukları ahlakî özellikler sebebiyle tercih edilmiş, Osmanlı haremine giren birçoğu sonradan gerek Osmanlı sarayından ve gerekse farklı ülkelerden evlilikler gerçekleştirmişti.

"İstanbul’a Gidesin Çerkez Kızı!"
Rus işgaliyle dünyanın çeşitli yerlerine dağılmalarının hemen öncesine kadar, mevcut düzenlerini kuşaktan kuşağa aktaran Çerkezlerin Osmanlı topraklarındaki geçmişleri çok eskilere uzanıyorsa da kalabalık gruplar halinde Anadolu’ya yerleşmeleri 19. yüzyıl ortalarında gerçekleşmiş, Rusya’nın sürgün ettiği çok sayıda Çerkez başta Samsun, Sinop, Ordu, Trabzon ve Adapazarı olmak üzere çeşitli Anadolu şehirlerine yerleşmeye başlamıştı. 1850’li yıllardan başlayarak 1880 yılına kadar geçen yaklaşık çeyrek asır boyunca sürgün masrafları bizzat Osmanlı Devleti tarafından karşılanan on binlerce Çerkez, Osmanlı coğrafyasındaki çeşitli bölgelere göç etmiş durumdaydı.

Çerkez kızlarının Osmanlı sarayına alınışları 19. yüzyıldaki Çerkez göçlerinden bağımsız olarak çok daha eskilere dayanan bir geleneğin parçasıydı. Çerkez kızları, henüz Kafkasya’dayken dahi İstanbul ve Osmanlı haremine dair övgü dolu hikayelerle büyüyor, çocukluklarından başlayarak ergenliklerine kadar geçen yıllar boyunca Osmanlı haremine girmek, katip ya da paşa, belki de sultan hanımı olmak hayaliyle yetiştiriliyorlardı. Bu hayallerle farklı şekillerde Kafkas köle tüccarlarına verilen, dolayısıyla köleleştirilen Çerkez kızları büyük şehirlerdeki esir pazarlarına götürülüyordu.

Köle tacirlerine emanet edilen ya da satılan çocukların İstanbul’a gönderilişi Osmanlı devletinden önce Bizans ve Roma dönemlerinde de yaşanan bir vakıaydı. Ancak Osmanlı Devleti köleliği, barbarlıktan arandırarak bir nevi modern yaşamdaki “hizmetli”nin görevlerini yerine getiren kölelerin birer aile bireyi gibi algılandığı “insani” bir yaklaşım geliştirmişti. Bu nedenledir ki rahat ve huzurlu bir hayatın doğdukları ya da büyüdükleri yerde değil de bir paşa konağında -ya da belki Osmanlı hareminde- gerçekleşeceği şeklinde bir bilinçaltıyla yetişen Çerkez kızlarının ebeveynlerinden ayrılmaları günümüz değer yargılarıyla bakıldığında “dramatik” gibi görünse de “İstanbul’a gidesin, paşa hanımı olasın, bizi hatırlayıp yardım edesin!” şeklindeki ninnilerle büyütüldükleri düşünüldüğünde nihayetinde saraylara ya da zengin konaklara gitmeyi umdukları için muhataplarının rüyalarını süsleyen bir hayaldi.

Rus sömürgeciliği sebebiyle topraklarından edilen birkaç neslin kırılgan bir hayat çizgisinde yaşadığı çağlar boyunca, Çerkez kızları Osmanlı sarayını adeta fırtınalı bir deniz yolculuğundan sonra sığınmak için çıkılan bir liman olarak görüyorlardı. Sömürgeciliğe karşı Osmanlı Devleti’nin kurtarıcılığı konusunda benzer bir duygu Güney Asya’da farklı şekillerde kendini göstermiş, Rukiye Hanım’ın da gelin olarak gideceği Malay dünyasında Osmanlı Devleti ve Türklere karşı derin bir beklenti ortaya çıkmıştı.

Zülkarneyn’in Oğulları
Güney Asya’daki sömürge hareketleri aynı zamanda buradaki halklarla Osmanlı Devleti arasındaki kültürel, siyasî, askerî ve ekonomik ilişkilerin başlamasına da vesile olmuştu. Osmanlı Devleti’yle Güney Asya ülkeleri arasındaki temaslar bölge halklarının bilinçaltına kadar işlemiş, zamanla özellikle Malay-Endonezya edebiyatında Türklerle ilgili efsane ve hikâyelerin anlatıldığı metinler ortaya çıkmıştı. Rumi, Türkî ve Türkistan gibi kelimelerin sıkça tekrarlandığı klasik Malay-Endonezya ‘hikayât’ında Malay kraliyet aileleriyle, Türkistan hükümdarları arasında olması muhtemel bir soy ilişkisi sıkça işlenmişti.

Başlangıçta asırlar boyunca sözlü olarak nesilden nesile aktarılan bu efsaneler, çok sonraları yazılı hale getirilecekti.

Söz konusu yazılı eserlerin önde gelenlerinden biri olan Sejerah Malayu’da (Maley Yıllıkları) anlatıldığına göre; Malaylar, aynı zamanda büyük dünya hükümdarı olarak da kabul ettikleri İskender Zülkarneyn’in sülalesinden geliyorlardı. Sejerah Malayu’da, kurulan Türk-Malay münasebeti bölgedeki birçok sözlü gelenekte benzer bir üslupla anlatılmış, iki kültür arasındaki bu münasebet Osmanlı Devleti’ne kadar getirilmişti. Bu sebepledir ki; Rusların Kafkasya’yı, Avrupalıların Güney Asya’yı tamamen sömürgeleştirdikleri 19. yüzyılda bile Güney Asya’daki birçok hükümdar, özellikle de Malay sultanlıkları kendilerini Çin ve Osmanlı hükümdarlarının küçük kardeşi olarak görüyordu.

İslamiyet’in 12. yüzyılda yayılmaya başladığı Malezya topraklarındaki ilk bağımsız siyasî teşekkül, 15. yüzyıl başlarında Malay Sultanlığı’nın tarih sahnesine çıkmasıyla gerçekleşecekti. Türklerin Malezya topraklarındaki geçmişi tam da bu eşikte başlıyor, Hindistan’da hüküm süren Müslüman Türk hanedanlıklarına mensup tüccarlar, bölgeye ilk seyahatlerini yapıyorlardı. Tüccar Türklerin ardından Orta Asya ve Anadolu’dan göç eden onlarcası daha Malay adalarında silah imalatından, topçuluk eğitimine varıncaya kadar askerliğin birçok alanında hizmet verdiler. 16. yüzyıla gelindiğinde Hint Okyanusu’nda önemli bir deniz gücü olarak ortaya çıkan Portekiz saldırılarına karşı, dönemin en güçlü Müslüman-Türk devleti ve hilafet merkezi olan Osmanlı Devleti’nin Güney Asya’daki çeşitli bölgelere yardımları devam ediyordu.

Hint denizinin güney kıyılarında yaşayan ve askerî konularda tecrübesiz olan küçük sultanlıkların topraklarını sömürmeye başlayan Portekizliler, 1511’de Malaka’yı ele geçirdiler. Sömürge istilası devam ederken planlı bir şekilde Malay adalarına gelen ve çoğunluğu bir zamanlar Osmanlı vatandaşı olan çok sayıda derviş, asker ve âlim, bölge halklarına yardım etmiş, Malezya’nın savunulması ve direnişinde önemli roller oynamıştı.

Portekiz’in ardından 1795 yılına kadar bölgede tek başına hâkim olan Hollanda, nüfuz alanını, Penang ve Singapur’da kolonileşen İngiltere’yle 1824 yılında yapılan Londra Anlaşması’yla bölüşmek zorunda kaldı.

Başta Singapur limanı olmak üzere bütün Malezya topraklarını ve çevresindeki ufak adaları kontrol altında tutan Johor Sultanlığı, 19. yüzyıla kadar bölgenin en önemli devletleri arasındaydı. Ancak Malaka Sultanlığı’ndan doğan siyasî boşluğu doldurarak asırlarca Portekiz saldırılarına direnen Johor, İngiliz sömürgecilerin baskılarına uzun süre direnemedi. Johor Sultanları 1855 yılında İngiltere ile imzalanan bir antlaşmayla saltanatlarının sürmesi karşılığında topraklarını İngiltere sömürge idaresine veriyorlardı.

Ruqayah Khanum
Johor sultanlarının Malezya’daki hâkimiyetlerini devretmesi, dış ilişkilerde kısmî bir serbestlik kazanarak, dönemin en güçlü Müslüman devleti olan Osmanlı Devleti’yle yakınlaşma imkânı bulmalarını sağlamıştı. Aslında Johor Sultanlığı’nın Osmanlı Devleti’yle kurduğu temaslar, her iki ülkeyle de yakın münasebeti olan, bölgenin saygın Müslüman liderlerinden (Seyyid) Muhammed es-Sagaf aracılığıyla gerçekleşmişti.

Johor Sultanı Ebu Bekir, İngiltere Kraliçesi Victoria ve Galler Prensi Edvard’la olan yakın dostluğu sebebiyle sık sık Avrupa yolculukları yapıyordu. 1879’da yine bir Londra ziyaretinden dönüş yolunda -muhtemelen- Muhammed es-Sagaf’ın da yönlendirmesiyle İstanbul’a gelerek Sultan İkinci Abdülhamid’le görüşmüştü. Söz konusu görüşme iki Müslüman idareci arasındaki dostluğun gelişmesinde tesirli olmuş, bu dostluğun bir nişanesi olarak kendisine saraydaki Çerkez cariyelerden Rukiye Hanım hediye edilmişti.

İstanbul ziyaretini tamamlayarak ülkesine dönen Sultan Ebu Bekir’in beraberinde götürdüğü Rukiye, çok geçmeden (1884 ya da 1885 yılında) Sultan Ebu Bekir’in kardeşi Ungku Abdülmecid’le evlendirilerek kraliyet ailesine alınacaktı. Söz konusu evliliğin, Rukiye Hanım hakkındaki sayıca az kaynakta herhangi bir evlilik gibi geçiştirilmişse de 19. yüzyılın son çeyreğinde Malay sultanlıkları ve bölgedeki diğer Müslüman devletlerden gönderilen elçilerin Osmanlı Devleti’nden himaye talebinde bulundukları bir dönemde gerçekleşmiş olması bir tesadüf değildi. Aynı yıllar Malezya ve Endonezya Müslümanlarının, İstanbul’u hilafet merkezi olarak gördüğü, İstanbul’dan kaldırılacak bir bayrağa kayıtsız şartsız tabi olmaya hazır oldukları bir dönemdi.

Osmanlı Devleti’ne dair herhangi bir gelişmenin bölge Müslümanları üzerindeki tesirine örnek teşkil edebilecek bir hadise, birkaç yıl sonra Batavya’daki Tancung Priok Limanı’nda gerçekleşecekti. Osmanlı okullarında okumak üzere İstanbul’a gönderilmiş olan bir grup Endonezyalı çocuğun ülkelerine döndüğü haberini alan şehir halkı, Osmanlı üniformaları giymiş bu çocuklar için coşkulu bir karşılama merasimi yapmıştı. Hollanda Sömürge Hükümeti’nin bu törenin bölge halkının direnişe geçmesine sebep olacağı düşüncesiyle düştüğü telaş, bölgedeki Osmanlı imajının gücünü ortaya koyuyordu.

Benzer bir coşku, birkaç yıl önce Cariye Rukiye’nin Johor’a getirilişi sırasında da yaşanmış; , Rukiye Hanım İstanbul’dan özellikle de halifenin sarayından gelen bir kadın olması sebebiyle merak ve hayranlıkla karşılanmıştı. Bu yönüyle düşünüldüğünde Rukiye Hanım’ın cariyelikten prensesliğe yükseltilerek Johor kraliyet ailesinin bir ferdi haline getirilmiş olması, Johor Sultanı Ebu Bekir’in artık Osmanlı Devleti’yle akrabalık ilişkisi kurarak bölgedeki rakipleri arasında öne geçtiği manasına da geliyordu.

Nitekim Malay sultanlarının iktidarlarının toplum tarafından kabul görmesi için hacca gitmelerinin gerektiği bu dönemde Sultan Ebu Bekir de hacca gitmişti. Dönüş yolculuğunda rotasını İstanbul’a çeviren Sultan Ebu Bekir, yol güzergâhındaki Mısır’da (o sıralarda İngiliz işgalinde) Osmanlı’yı temsilen “Fevkalade Komiser” sıfatıyla bulunan Ahmed Muhtar Paşa’yla yaptığı görüşmede, ülkesindeki camilerde okunan hutbelerde kendi adından önce Sultan Abdülhamid’in adını okuttuğunu bildirmişti.

Şüphesiz bu beyanı, sonraki ay İstanbul’a vardığında Osmanlı Devleti’ne büyük hizmetlerde bulunan kişilere verilen Nişan-ı Osmani’yi almasında etkili olacaktı.

1893 yılı Mayısındaki ziyareti, Sultan İkinci Abdülhamid’le ilişkilerinin pekişmesini sağlamış, Müslüman dünyasının halifesiyle daha da yakınlaşan Sultan Ebu Bekir, tıpkı Rukiye Hanım gibi kendisine hediye edilen Çerkez cariye Hatice Hanım’la Johor’a döndüğünde nikâhlanarak Osmanlı Devleti’yle akrabalık bağlarını daha da güçlendirmişti.

Rukiye Hanım’ın torunlarından Emekli Korgeneral Dato Cafer bin Onn’un 2007 yılında Malezya’nın ünlü The Star gazetesine verdiği röportaja göre; Hatice Hanım aslında Rukiye Hanım’ın kız kardeşiydi. (Rukiye Hanım’ın birinci kuşak torunlarından 1933 doğumlu Dato Cafer bin Onn, bu iddiayı o sıralarda hazırlıklarına devam ettiği ve büyükannesini konu edinen kitabı için yaptığı araştırmalara dayandırıyor.)

Rukiye ve Hatice Hanım’ların Johor sultanlarıyla yaptıkları evlilikler aynı zamanda Osmanlı vatandaşı olan iki cariyenin Johor Kraliyet ailesine alınarak Prenses ve Kraliçe olmaları anlamına da geliyordu.

İstanbul ve halifeye dair hassasiyetlerin dorukta olduğu bir dönemde, konumu ne olursa olsun en nihayetinde halifenin sarayından olan iki kadının artık Johor Sarayı’nın birer ferdi olmasının bölgedeki Müslüman halk üzerinde tesiri oldukça fazlaydı. Hatice Hanım’ın, kocası Sultan Ebu Bekir’in 1895 yılında vefatının ardından neler yaptığıyla ilgili kayda değer bilgiler olmasa da Rukiye Hanım’ın Johor Kraliyet ailesine dâhil edilmesiyle başlayan hikâyesi, Osmanlı tarihindeki herhangi bir ayrıntı olmaktan çıkıp Malezya tarihini derinden etkileyen evlilikler yapmasıyla devam edecekti.

Rukiye’nin Torunları
Osmanlı sarayındaki herhangi bir Çerkez cariye olarak başladığı yolculuğuna, Malezya’da yaptığı ilk evlilikle prensesliğe yükselerek devam eden Rukiye Hanım, ilk kocası Ungku Abdülmecid’den Ungku Abdülaziz ve Ungku Abdülhamid adlarını taşıyan 2 çocuk dünyaya getirmişti. 1887 yılında dünya gelen büyük oğlu Ungku Abdülaziz, Johor’un 6. başbakanı (Mentri Besar) olarak 1935-1947 yılları arasında Malezya siyasetinde mühim rol oynayacaktı. Rukiye’nin 1888 yılında doğan ve aynı zamanda Sultan Abdülhamid’in adını taşıyan 2. oğlu Ungku Abdülhamid, Malezya bürokrasisinde önemli görevler yaparak bir dönem Johor Tercüme Bürosu başkanlığı yapmıştı. Rukiye Hanım’ın Ungku Abdülhamid’den olan torunu Prof. Ungku Abdülaziz, Malezya’da “Kraliyet Profesörü” (DiRaja) unvanını alan ilk ve tek kişi olmuş, 1968 yılında Malezya Üniversitesi’nde başladığı rektör yardımcılığı görevini 20 yıl boyunca sürdürerek, Malezya tarihinde bu görevde en uzun süre kalan kişi olmuştu.

Malezya’nın önemli ekonomistlerinden biri olan Prof. Ungku Abdülaziz’in gazeteci ve köşe yazarı olan kuzeni Sharifah Azah Syed Mohammed’le yaptığı evliliğinden dünyaya gelen, dolayısıyla hem anne hem de baba tarafından Rukiye Hanım’ın torunu olan 1948 doğumlu Dr. Ungku Zeti Akhtar Aziz, para ve uluslararası iktisat konularında doktora yaparak bir süre Pennsylvania Üniversitesi’nde bulunmuştu. Profesyonel meslekî kariyerine Güneydoğu Asya Merkez Bankası Eğitim ve Araştırma Merkezi’nde başlayan Zeti Akhtar, Malezya Merkez Bankası’na transfer edilişinden itibaren bankanın çeşitli idarî kadrolarında görev yapmış, 1995 ekonomik krizi sırasında aynı bankanın yöneticiliğine tayin edilmişti. Aynı zamanda Malezya devlet geleneğinde şövalyeliğin karşılığı olan “Tan Sri” unvanına da sahip Zeti Akhtar, Malezya Merkez Bankası’nın tarihindeki ilk kadın yönetici olmuş, 2009 ve 2010 yıllarında Global Finans dergisi tarafından yapılan “Dünyanın En İyi Merkez Bankası Yöneticileri” sıralamasında peş peşe ilk 4’e girmişti.

İlk evliliğinden olan torunlarının başarıları Johor ve Malezya’yı aşarak dünya çapında yankılanan Rukiye Hanım’ın Ungku Abdülmecid’’in vefatıyla sona eren evliliğini, Arap sufi (Seyyid) Abdullah (bin Muhsin bin Muhammed) el-Attas’la yaptığı 2. evlilik takip etti. Rukiye Hanım’ın Endonezya’daki tanınmış tüccarlardan Seyyid Abdullah’la yaptığı kısa evlilikten olan tek çocuğu Ali El-Attas’ın oğlu Hüseyin El-Attas, Güney Asya’nın tanınmış akademisyenlerinden olup yolsuzluk, ırkçılık, emperyalizm ve entelektüel esaret gibi konularda yaptığı araştırmalarıyla meşhur bir sosyoloji profesörüydü. Günümüzde kardeşi, oğlu ve yeğenleri de birer akademisyen olarak çalışmalarına devam etmekteler.

Seyyid Abdullah’la yaptığı ikinci evliliğini (muhtemelen bölgedeki siyasî çekişmeler ya da Sultan Ebu Bekir’in kendisine ya da eşine yaptığı baskılar sebebiyle) bir süre sonra sonlandıran Rukiye Hanım, Endonezya’dan ayrılarak Malezya’ya dönmüş, Johor’a cariye olarak geldiği sıralarda eyaletin başbakanı olan Datuk Cafer b. Hacı Muhammed’le evlenmişti. Rukiye Hanım’ın, 1882-1890 yılları arasında Johor başbakanı olan Datuk Cafer’le evliliğinden 7 çocuğu daha olmuştu. Bu son evliliğinden dünyaya gelen çocuklarından 1895 doğumlu Dato Onn, “Türk Tipi” siyaset yapmayı savunan ve Malezya’nın en büyük siyasi partisi olan Birleşik Malaylar Ulusal Örgütü’nün kurucusuydu.

Malezya’nın en büyük siyasi partisiyle birlikte verdiği çabalara rağmen Malay birliğinin sağlanamaması üzerine Johor’un 7. başbakanı olan Dato Onn, 1948 yılında İngiliz hakimiyetindeki Malay bölgelerinin bir araya gelmesiyle kurulan “Malay Federasyonu”nun iç işleri bakanlığına atandı.

Politik anlaşmazlıklar nedeniyle ayrıldığı görevinden sonra aktif siyasete devam ederek Modern Malezya’nın siyasi tarihine katkılarını sürdüren ve Malay milliyetçiliğinin babası kabul edilen Dato Onn’un soyundan gelenler, Malezya’nın İngilizlere karşı verdiği özgürlük mücadelesinde öncü role sahip, tanınmış kimselerdi.

Dato Onn’un oğlu Tun Hüseyin, tarihin hayret veren ayrıntılarında kalan bir tesadüfle 1976-1981 yılları arasında Malezya’nın 3. başbakanı olmuştu. Onn sülalesinin Malezya siyasetindeki tesiri ondan sonra da devam etmiş, oğlu Datuk Seri Hişamüddin 2004-2009 yılları arasında sürdürdüğü Malezya Eğitim Bakanlığı görevinin ardından kısa süre önce İçişleri bakanlığına tayin edilmişti.
Malezya’daki derin Osmanlı tesirlerini kendisinden sonra derinleşen hayat hikâyesinden öğrendiğimiz Rukiye Hanım’ın hayatı, doğumundan yaklaşık 150 yıl sonra bile Malezya’nın ekonomi, siyaset, akademi ve entelektüel hayatında sözü geçen torunlarıyla devam ediyor. Malay asıllı olsalar da kendilerini Osmanlı torunu kabul eden çok sayıda Malay aydını ve siyasetçisinin büyükannesi olan ve torunları tarafından hâlâ hürmetle anılan Rukiye Hanım’ın kabri, Johor’da, sultanlığa ait aile kabristanında bulunuyor. Henüz genç bir kızken ayrıldıktan sonra bir daha hiç göremediği İstanbul’a ait fotoğraflar, mimarî motifler ve ülkedeki Osmanlı sempatisinin yansımaları olan çeşitli eşyalar, Malezya’da Osmanlı mimarisiyle inşa edilmiş onlarca cami ve ülkenin çeşitli yerlerinde bulunan müzelerde sergileniyor.

Bu makale Rukiye Hanım’ın bilinmeyen hikâyesini Malezya ve Osmanlı tarihindeki kronolojik hâdiselerin paralelinde ilk defa derinlemesine incelenerek bundan sonraki muhtemel ve zarurî araştırmalar için bir zemin hazırlamak üzere kaleme alındı. Makalenin yazımı sırasında konuyla ilgili sayıca az olsa da içerik olarak kronoloji ve basit matematik hesaplarını zorlayan, hatalarla dolu metinlere ulaşıldı. Bu metinlerde Rukiye Hanım’ın Johor’a gönderiliş tarihi 1866 olarak veriliyordu. Oysa Rukiye Hanım’ın 1864 doğumlu olduğu düşünüldüğünde henüz 2 yaşında bir bebeğin nasıl ve hangi sıfatla bir başka ülkeye gönderildiğine dair herhangi bir açıklama yapılmamıştı.

Rukiye Hanım’ın Johor Sultanı Ebu Bekir’e Avrupa ziyaretinden dönerken hediye edilmiş olduğuna dair bilgileri “derleyenler”, yaşanmış bir hayatın kurgusunu yaparken kronolojik hesap yapma gereği dahi duymamıştı. Evet, Sultan Ebu Bekir’in bir Avrupa seyahati dönüşünde İstanbul’u ziyaret ettiği doğruydu ancak Rukiye Hanım’ın kendisine hediye edilişi 1860’lı yıllarda başlayan Avrupa ziyaretlerinden çok sonra; 1879 yılında gerçekleşmişti. Bu kronolojik hesap bir başka hatayı; Rukiye Hanım’ın Johor’a gönderildiği sırada Osmanlı tahtında Sultan Abdülaziz’in olduğu iddiasını da çürütüyordu. Zira Rukiye’nin Johor’a gönderildiği yıllarda Osmanlı tahtında Güney Asya Müslümanlarıyla yakından ilgilenen İkinci Abdülhamid Han bulunuyordu. Rukiye Hanım ilk evliliğini Sultan Ebu Bekir’le yaptığı bilgisi de doğru değildi; tıpkı 11 değil 10 çocuğun annesi olduğu gibi.

Rukiye Hanım öznesinde Sultan İkinci Abdülhamid döneminde Güney Asya’daki Osmanlı imajı konusundaki araştırmalar daha tarafsız bir gözle yapılırsa, zaten herhangi bir övgüye ihtiyaç duymayan Osmanlı Medeniyeti’nin, kadim dünyanın bütün coğrafyalarına yayılan çok sayıda Rukiye Hanım yetiştirdiği ve onların soyundan gelen nesillerin hâlâ sorgusuz sualsiz tabi olacakları bir Osmanlı beklediği anlaşılacaktır.

Ekrem Saltık
(Yedikıta Dergisi, Sayı 41, Ocak 2012)

Kaynaklar: Andaya, Barbara Watson and Andaya, Leonard Y., A History of Malaysia, 2. Edition HI: University of Hawaii Press, Honolulu 2001; BOA, Y.PRK.BŞK, 5/105; BOA, Y.PRK.BŞK, 30/99; Braginsky, Vlademir and Murtagh, Ben, The Portrayal of Foreigners in Indonesian and Malay Literatures: Essays on the Ethnic “Other”, Edwin Mellen Press, Lewiston, New York 2007; Erdem, Y. Hakan, Osmanlıda Köleliğin Sonu;1800-1909, Kitap Yayınevi, İstanbul 2004; Fatma Aliye, “Türk-Osmanlı Ailesinde Cariye ve Hizmetçi”, sadeleştiren: Şevket Rado, Hayat Tarih Mecmuası, Yıl:13, Cilt:2, Sayı:12, Sıra:155, Aralık 1977, ss.10-14; Göksoy, İsmail Hakkı, Güneydoğu Asya’da Osmanlı-Türk Tesirleri, Fakülte Kitabevi, 2004 Isparta; Hooker, Virginia Matheson, A Short History of Malaysia: Linking East and West, Allen & Unwin, Australia 2003; Küçük, Yalçın, Sırlar, İthaki Yayınları, İstanbul 2004; Milner, A.C., “The Impact of the Turkish Revolution on Malaya”, Archipel, Volume 31, 1986. pp. 117-130; Mona, Abaza, Debates on Islam and Knowledge in Malaysia and Egypt: Shifting Worlds, Routledge Curzon, London 2002; Othman, Mohammad Redzuan, “Panislamcı Politika ve Siyasi Himaye: Malay Perspektifi Osmanlı Tepkisi, “Yayınlanmamış Makale Tercümesi; (“Pan-Islamic Appeal and Political Patronage: The Malay Perspective and the Ottoman Response”, Sejarah (Journal of the Department of History, University of Malaya), Kuala Lumpur, 1996, No:4, s.97-108. sayfalardan çeviren sayın Prof. Dr. İsmail Hakkı Göksoy’a teşekkürler; Ozay, Mehmet: Islamic Identity and Development: Studies of the Islamic Periphery, London and New York: Routledge, 1990; Özbaran, Salih, Bir Osmanlı Kimliği: 14.-17. Yüzyıllarda Rûm/Rûmi Aidiyet ve İmgeleri, Kitap Yayınevi, İstanbul 2004; Reid, Anthony “Sixteenth Century Turkish Influence in Western Indonesia”, JMBRAS, Vol. X, No. 3, December, 1969; Seljuk, Affan, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Malay-Endonezya Takımadalarındaki Müslüman Krallıklarla İlişkileri”, çev:İsmail Hakkı Göksoy, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı: 94, İstanbul, Şubat 1995, ss.111-121; ŞEN, Ömer, “19. Yüzyılda Osmanlı Devletindeki Köle Ticaretinde Kafkasya Göçmenlerinin Rolü”, Dünü ve Bugünüyle Toplum ve Ekonomi, Sayı:6, İstanbul, Mayıs 1994, ss.171-183; Toledano, Ehud R., As if Silent and Absent: Bonds of Enslavement in the Islamic Middle East, Yale University Press, New Haven 2007; Uluçay, Çağatay, Harem II, TTK, Ankara 1992; Ünüvar, Safiye, Saray Hatıralarım, Timaş Yayınları, İstanbul 2009; Walch, Robert, “XVII. yüzyıl İstanbul’unda Harem”, çev. Aydın Filiz, Hayat Tarih Mecmuası, Kasım 1970, Yıl:6, Cilt:2, Sayı:10, Sıra:70, ss.46-49.

İdama mahkûm edilen Genelkurmay Başkanı



İlker Başbuğ'un mahkemece tutuklanması yazılı ve görsel basında 'İlk kez bir Genelkurmay Başkanı tutuklanıyor' yorumlarına yol açtı.

Ne var ki, 27 Mayıs darbesinde devrin Genelkurmay Başkanı yalnız tutuklanmakla kalmamış, idamla yargılanmış, hatta rütbesi orgenerallikten erliğe indirilerek bir askere yapılabilecek en ağır hakaretlerden birisine maruz bırakılmıştı.

26. Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un "terör örgütü yöneticisi olmak ve darbeye teşebbüs" suçlamasıyla tutuklanması üzerine, yakın tarihimizin bu hicranlı sayfasını açmak ihtiyacını duydum.

Genelkurmay Başkanlığı'nın resmî internet sitesinde 10. Genelkurmay Başkanı olarak adı geçen Org. Rüştü Erdelhun hakkında her şey anlatılıyor da, nedense bir askeri darbeye muhatap olduğu es geçiliyor. "Genelkurmay Başkanlığı görevinden 3 Haziran 1960 tarihinde emekliye ayrılmıştır." Bu kadar. Bu kadar mı acaba?

Darbeye teşebbüsten tutuklanan İlker Başbuğ'un tam tersine, Rüştü Erdelhun'un suçu, darbeye katılmamak ve bütün gücüyle engellemeye çalışmaktı! 1960 yılında Genelkurmay Başkanı darbeye katılmadığı için tutuklanmıştı, bugün bir başka Genelkurmay Başkanı darbeye teşebbüsten tutuklanıyor. Yarım asırlık tarihimizin bundan daha çarpıcı bir tablosunu bulmak zordur.

Asker doğdum, Asker öleceğim

Rüştü Erdelhun 1894'te Edirne'de doğmuş, Nisan 1921'de İstiklal Savaşı'na katılmış, 23 Ağustos 1958'de atandığı Genelkurmay Başkanlığı görevine 27 Mayıs darbesine kadar devam etmiş. İngilizce, Fransızca ve Japonca bilen Erdelhun, başta İstiklal Madalyası olmak üzere çok sayıda nişan ve madalyayı göğsünde taşıyan bir asker. En dikkate değer özelliği (bir zamanlar en büyük suçuydu), askerin siyasete karışmaması gerektiğine olan inancıydı. Fevzi Çakmak ekolünden geliyordu. Buna göre asker askerliğini yapacak, siyaset sivillerin işi olacaktı. Siyasete soyunmak isteyen de üniformasını çıkaracaktı.

Org. Erdelhun 27 Mayıs'tan bir süre önce emrindeki askerlerin kaynaştığının farkına varmıştı varmasına ama bu denli kapsamlı bir hücre yapılanmasıyla kuşatıldığını öğrenememiş, var gücüyle yaklaşan darbenin önüne geçmeye uğraşmıştı. Nitekim Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'nden Erdal Şen'in bulup "Yassıada'nın Karakutusu" adlı kitabında yayımladığı notlarında milletin manevî değerlerine olduğu kadar demokrasiye de saygı ve inancını vurgulayan satırlar şöyle:

"Parti mücadelesine ordu karışmamalı, tarafsız olmalı. Silahlı gruplar millet otoritesi ve esasına dayalı hükümet icraatlarına mani olmamalı. Silahlı Kuvvetler'in siyasete karıştırılmaması gerektiği bilinmelidir. Türkiye ve Türk milleti Müslüman'dır. Türk askerinin şiarı, devletin, hükümetin ve Genelkurmay'ın personeli olmasıdır. Ordunun görevleri hükümetin siyasetini temin ve ülkenin huzurunu temindir. Bir memlekette her şey kanun ve adaletle olacak. Ordu birkaç yüz mektep talebesinin veya sokak maiyetinin bir kahramanı olmayacaktır. Siyasete karışmayın. Ordu ancak hükümetin emrinde devletin nizamını korumaya memurdur."

İşte örnek bir Genelkurmay Başkanının tavrı. Garip olan, Erdelhun'un tam da bu bir askerin göstermesi gereken normal tavrı yüzünden darbecilerce hakaretlere uğramış ve idama mahkûm edilmiş olmasıdır.


Darbecilerden Sıtkı Ulay anılarında Erdelhun'la görüşmesinde beraberce Başbakan'a gidip onu istifaya davet etmeyi teklif ettiğini yazar. Genelkurmay Başkanı Erdelhun buna, "Ben asker olarak doğdum, asker olarak öleceğim. Politikadan anlamam ve karışmam. Bunu bana başka birisi söyleseydi tutuklardım." diye sert bir tepki göstermiştir.

Erdelhun aynı gün Ankara garnizonundaki bütün subay ve generalleri toplayıp sert bir dille uyarmış ve sokağa dökülenler olursa bunları kendi elleriyle öldüreceği tehdidinde bulunmuştu. Darbeden 10 gün önce yaptığı bu konuşmada subaylara Türk ordusunun demokrat bir rejimin ordusu olduğunu ve hükümette DP'nin mi, yoksa CHP'nin mi olduğunun kendilerini ilgilendirmediğini söylemiştir.

Ayak sesleri duyulan darbeyi engellemek için çırpınan bir Genelkurmay Başkanı vardır karşımızda. Nitekim Erdelhun bizzat İstanbul'a koşup Sıkıyönetim Komutanı'nı bir tarafa itmiş ve olaylara el koymuş, bu yüzden darbecilerin gözünde itibarını yitirmiştir. Beklenen sona hızla yaklaşılmaktadır.

Harp Okulu öğrencilerinin 21 Mayıs yürüyüşünü güç bela durduran Erdelhun, Başbakanlık'a çağrılır. Bayar, Menderes, Erdelhun ve Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'in yaptıkları toplantıda Başbakan, öğrencilere sert davranılmaması gerektiği uyarısında bulunur.

26 Mayıs sabahı da boş durmaz Genelkurmay Başkanı. Ordusu için için kaynamakta ama o, bu seli durdurmak için çaresizce çırpınmaktadır. Generallerini toplayıp ihtilale katılmamaları konusunda uyarır. Hatta tehdit eder. Darbeden önceki son gün öğleden sonra da isyanı teskin çabalarına devam eder. Yüksek rütbeli subayları MSB Sinema salonunda toplayıp bir darbeye karşı olduğunu açıkça bildirir. Darbenin ülkeyi bir felakete sürükleyeceğini, kulağına böyle söylentiler geldiğini, buna teşebbüs edenler olursa çekinmeden vuracağını söyler. Hatta darbenin engellenmesi için civarda bulunan bazı birlikleri Ankara'ya kaydırmayı bile planlar.

Nereden nereye

Bu sırada da Menderes ve Bayar'a ordunun kontrol altında olduğunu, endişeye mahal bulunmadığını söylemektedir ama endişe etmesi gerekenlerden birinin de kendisi olduğunu ne yazık ki o sırada bilmemektedir. Darbeciler artık Genelkurmay başkanlarını da devirmeye karar vermişlerdir.

27 Mayıs günü ilk tutuklananlardan biri de Genelkurmay Başkanı olur. 3 Haziran günü orgenerallikten erliğe tenzil-i rütbe ettirilir ve Yassıada'ya postalanıp idamla yargılanacaklar arasına katılır. Nihayet 15 idam kararı çıkar ama aralarındaki tek Demokrat Partili olmayan isim, bir generaldir: Rüştü Erdelhun. O da diğerleri gibi elleri kelepçelenerek İmralı'ya götürülür ve ölüm hücresine konulur. Sessizce kaderini beklemektedir. İdamlar gerçekleştikten sonra affedildikleri bildirilir ve Kayseri Hapishanesi'ndeki çile günleri başlar. 9 Kasım 1983 günü vefat edene kadar da çekildiği köşesinden Türkiye'nin nereden nereye geldiğini izlemekle yetinmiştir.

Darbeye katılmamanın suç olduğu bir dönemden teşebbüs edenlerin yargılandığı günlere geldik. Türkiye bu dönüşümü iyi yorumlamalı.

Mustafa Armağan
(Zaman, 08.01.2012)