30 Mayıs 2010 Pazar

'Yassıada'nın Karakutusu açılıyor' haberini Cihan 80 yerel televizyona ulaştırdı

Yassıada'nın karakutusunu açarak resmi tarihi değiştirecek bilgilere ulaşan Zaman Gazetesi'nin büyük başarısı Cihan Haber Ajansı tarafından haberleştirilerek 80 yerel kanalda yayınlandı.
function yassiada() { window.open('http://www.zaman.com.tr/extentions/multimedia/2006-09-04-yassiada-belgeseli/index.php','10x10','toolbar=no,status=no,scrollbars=no,location=no,menubar=no,directories=no,width=545,height=425')}
BELGESELİN HABER GÖRÜNTÜLERİ İÇİN TIKLAYINIZ
4 Eylül Pazartesi günü başlayan yazı dizisinin en çarpıcı belgesi Adnan Menderesi idama götüren mektubun sansürsüz halde ilk kez yayınlanması oldu. Dönemin Kara Kuvvetleri komutanı ve 27 mayıs ihtilalinden sonra Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Cemal Gürsel, darbeden tam 24 gün önce Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e bir mektup veriyor. Ülkenin içinde bulunduğu durumdan hoşnut olmadıklarını belirten Gürsel, mektupta önerilerini 15 madde halinde sıralıyor. Bu mektup Yassıada yargılamalarında Adnan Menderes'in idama götürülmesinde aleyhte önemli bir delil olarak mahkemede okunuyor Fakat küçük bir değişiklikle. Mektubun birinci maddesi sansürleniyor.
İşte mektubun orijinal halini ele geçiren Zaman Gazetesi bu mektubu ilk kez sansürsüz yayınladı. Mektup o dönemde sansürsüz okunsa belki de Adnan Menderes idam edilmek yerine ödüllendirilecekti. Çünkü bu madde de Gürsel paşa, Menderes'e övgüler yağdırıyor ve onun Cumhurbaşkanı olması gerektiğini belirtiyor.
Sansürlenen birinci madde aynen şöyle; Cumhurbaşkanı (Celal Bayar) istifa etmelidir. Cumhurbaşkanlığına sayın Adnan Menderes getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim. Bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmelidir.
Cihan haber ajansı da Zaman Gazetesi'nin bu büyük habercilik başarısını yapımcılığını üstelendiği yaklaşık 80 yerel kanalda yayınlanan "Akşam Ajansı" haber bülteninde yayınladı. Cihan Haber Ajansı'nın bu yayını da büyük ses getirdi. Telefonla gerek yerel kanallara gerekse Cihan'a ulaşan izleyiciler Zaman gazetesi'ne teşekkür etti.

09 Eylül 2006, Cumartesi

KAYNAK:http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=347746&title=yassiadanin-karakutusu-aciliyor-haberini-cihan-80-yerel-televizyona-ulastirdi

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor-Yansımalar 2] Menderes'in dinlenmesinin sebebi devlet içindeki güvensizlik

Zaman'ın 5 gün boyunca yayınladığı Yassıada belgeleri, 27 Mayıs ihtilali ve sonrasındaki sürecin üzerindeki örtüyü kaldırdı. Gizliliği 46 yıl sonra kaldırılan mahkeme tutanakları ve yazışmalar, birçok tarihi olayı gün yüzüne çıkardı. Bunlardan biri, Türkiye'nin telekulakla 56 yıl önce tanıştığı gerçeğiydi.
Demokrat Parti iktidara gelir gelmez Başbakan Adnan Menderes'i dinlemek için PTT bünyesinde kurulan özel birim, günümüzde de gündemden düşmeyen 'telekulak' olayının ne kadar eskiye dayandığını gözler önüne seriyor. Başbakan, cumhurbaşkanı ve bakanların dinlenmesini yorumlayan
eski istihbaratçılardan Mahir Kaynak, bunu nedenini devlet içindeki keskin ayrılıklara bağlıyor. Kaynak, "Devlette birbirine güvenmeyen yapılar olduğu için dinleme yapılıyor. Adnan Menderes döneminde de bu oldu. Ne gereği var? Oturup konuşmak dururken." tepkisini yapıyor. Eski İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, gerek Menderes döneminde gerekse şimdi yapılan dinlemenin arkasına ve önüne bakmanın önemine işaret ederken, eski Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz "Bir devlet reisinin dinlenmesi ayıp ve suç teşkil eder." ifadelerini kullanıyor. İnsan Hakları Derneği Başkanı Yusuf Alataş, yasal olmayan çalışma için 'ürkütücü' yorumunda bulunuyor. Hukuk ve Yaşam Derneği Başkanı Nurullah Albayrak ise yapılanı hiçbir akla mantığa sığdıramadığını vurguluyor.
Araştırmacılara açılan Yassıada arşivindeki belgelere göre DP'nin 1950 yılında iktidara gelmesiyle birlikte PTT içinde özel bir dinleme birimi oluşturulmuş. Kime bağlı çalıştığı konusunda bilgi verilmeyen birim, cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların konuşmalarını 'temin etmiş'. Eski MİT mensubu Mahir Kaynak, böyle bir şeye neden ihtiyaç duyulduğunu izah ederken, toplumdaki güven eksikliğine dikkat çekiyor. Özellikle devlette birbirine güvenmeyen yapılar olduğu için dinlemenin yapıldığını düşünen Kaynak, 'dinlemeyi kesin, yapılmayacak' demenin hiçbir anlamının bulunmadığını savunuyor. Kaynak, sorunun temeline inilmesi gerektiğini, aspirin vermekle bünyenin iyileşemeyeceğinin altını çiziyor. Ardından şu tavsiyeyi yapıyor: "Dinleme, devlet tek ve bütün olursa biter."
Tantan: Yasal altyapıda eksiklikler var
Eski İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, gerek Menderes dönemindeki gerekse bugünkü telekulak hadiselerinin arkasına ve önüne bakılmasını istiyor. Dinlemelerin yasal altyapısının nasıl düzenlendiğinin iyi analiz edilmesi gerektiğine dikkat çeken Tantan, kanunsuz uygulamaların tek karşılığının ceza olduğunu belirtiyor. Bu konuda önemli eksikler bulunduğunu kaydeden Tantan, "Bu altyapı neden yok; ayakları yere oturmuyor. Neden kimseyi memnun etmiyor?" sorularını yöneltiyor.
Enis Öksüz: Dinleme hukuk çerçevesinde yapılmalı
Eski Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz ise dinlemenin istihbarat birimleri açısından son derece önemli olduğuna işaret ediyor. Ancak bunun hukuk çerçevesinde ve en son noktada yapılması gerektiğinin altını çiziyor. Öksüz, şöyle devam ediyor: "Gönül ister ki hiç olmasın; ama meleklerle yaşamıyoruz. İllegal dinlemenin de olduğunu düşünüyorum. Bu da engellenemez. İşte ortaya çıkıyor. Devlet içinde dinlemeler var. Bu hep olacaktır. Bu hiç bir zaman bitmeyecektir. Ben Ulaştırma Bakanı olduğum ilk gün 'telefonumu herkes dinleyebilir' dedim. Kimseden bir şey saklamıyorum. Çok şeffafım. Şimdi de dinlense umurumda değil. Ama keşke olmasa."
Ürkütücü, kabul edemiyorum
İnsan Hakları Derneği Başkanı Yusuf Alataş da bir başbakanın dinlenmesini 'ürkütücü' tabiriyle yorumluyor. Bunu kabul edemediğini aktaran Alataş, yasal olmayan uygulamaların hâlâ devam ettiğini hatırlatıyor. Alataş, "Askeri otoritenin sivil otoriteye güvenemediğinin bir göstergesi bu. Başbakanı dinlemek ne demek? Milyonlarca kişi oy vermiş. Gönül vermiş, güveniyor. Birileri güvenmiyor." diyor. Yusuf Alataş, dinlemenin yasayla değil demakrotikleşme ve şeffaflaşmayla çözüleceğini savunarak, şu ilginç anekdotu aktarıyor: "Dernekte bir konuyla ilgili ertesi gün basın açıklaması yapalım diyoruz. Kimsenin haberi yok. Bir saat sonra emniyet arıyor: 'Başkanım ne zaman açıklama yapacaksınız' diye. Biz kimseye söylemedik siz nereden duydunuz, diyoruz. Cevap yok. Her an biz de dinleniyoruz."
Akla ve mantığa sığdıramıyorum
Hukuk ve Yaşam Derneği Başkanı Nurullah Albayrak, hadiseyi hiçbir akla mantığa sığdıramadığını söylüyor. Devlet içinde kendilerini ülkenin koruyucusu olarak gören illegal yapıların bulunduğunu iddia eden Albayrak, dinlemenin bu seviyelere kadar inmesinin devletin önce kendisine sonra milletine olan güvensizliğiyle açıklanabileceğiyle ifade ediyor. Albayrak, dinleminin ancak ve ancak çok büyük suç örgütlerinin takibinin yapılmasında yine legal çerçevede olabileceği gerektiğini kaydediyor.
Araştırmacılara açılan Yassıada arşivindeki telekulak kayıtlarının bir bölümü 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından talep üzerine mahkemeye gönderilmiş. Yassıada'daki Soruşturma Kurulu, Ankara Telefon Müdürlüğü'ne bir yazı yazarak, cumhurbaşkanı ve başbakan başta olmak üzere birçok bakan ve milletvekilinin telefon görüşmeleri hakkında bilgi istemiş. Cevabî yazısında mahkemenin talebini yerine getiren PTT, 29 Nisan-3 Mayıs 1959 tarihleri arasında dinlemesi yapılan telefonlardan kimlerle ve ne kadar konuşulduğuna dair bir listeyi de teslim etmiş. PTT'nin 15 Aralık 1960 tarihinde Soruşturma Kurulu'na gönderdiği cevabi yazıda şu ifadeler yer alıyor: "Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden bir müddet sonra hususi bir pozisyon tefrik ettirilmiş ve cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların konuşmaları grup şef ve yardımcıları tarafından temin edilmiştir... Bahis konusu konuşmaları temin eden ve konuşmaların aksaksız olarak devam etmesi için arada sırada araya girerek dinlemede bulunan grup şef ve yardımcılarının ad ve soyadları ikinci listede sunulmuştur." PTT, 29 Nisan-3 Mayıs 1959 tarihleri arasında dinleme yaptığı telefonlarla ilgili bir listeyi de mahkemeye teslim etmiş.

KAYNAK:http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=346160&title=yassiadanin-karakutusu-aciliyoryansimalar-2-menderesin-dinlenmesinin-sebebi-devlet-icindeki-guvensizlik

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor]

27 Mayıs 1960 sabahı radyodaki ses, her zaman haberleri okuyan spikerden farklıydı. Genç bir albay, ordunun yönetime el koyduğunu duyuruyordu. 10 yıllık DP iktidarı sona ermiş, emekleme dönemindeki demokrasi rafa kalkmıştı.
O gün Türkiye için, kendi başbakanını asacak bir süreç başlıyordu. Daha önce kimsenin adını duymadığı Yassıada'da yakın tarihin en büyük siyasi davası başladı. Yassıada'yla ilgili çok şey söylendi.
Ancak belgelerin diliyle o süreci anlatmak mümkün olmadı. Aradan 46 yıl geçti. Duruşmalara ait tutanakların gizliliği kaldırıldı. Anayasa Mahkemesi'nin elinde bulunan belgeleri teslim alan Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, bunları araştırmacılara açtı.
Yassıada belgeleri 3 bin 527 ayrı klasörden oluşuyor. Belge adedi 100 bini geçiyor.

KAYNAK:http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=346214&title=yassiadanin-karakutusu-aciliyorbriste-tarihi-belgelerden-bazilari

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - Yansımalar 1] Belgeler ışığında, '27 Mayıs' tarihi yeniden yazılmalı

Zaman'ın Yassıada arşiviyle ilgili yazı dizisi geniş yankı uyandırdı. Menderes'in idamıyla sonuçlanan sürecin tanıkları ve uzmanlar, belgelerin resmî tarihi değiştirecek nitelikte olduğunu belirtti. ●Belgeleri görmek için tıklayın
İhtilal mahkemesinin kararıyla babasını kaybeden Aydın Menderes, vesikaların titizlikle incelenip gün yüzüne çıkartılmasının büyük başarı olduğunu kaydetti. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel'in sansürlenen mektubuna özel önem veren Menderes, tarihçilerin yayınlanan belgelere gereken ilgiyi göstereceklerini ifade etti. Yassıada'da Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın avukatlığını yapan eski Meclis başkanlarından Hüsamettin Cindoruk, yazı dizisinin o dönemi yorumlamak isteyen herkes için iyi bir başlangıç olacağını söyledi. Zaman'ı kutlayan Cindoruk, ihtilal mahkemesinin tarihe ve demokrasiye zarar verdiğinin ortaya çıktığını vurguladı. Milliyet Gazetesi adına Yassıada duruşmalarını izleyen gazeteci-yazar Çetin Altan, Cemal Gürsel'in darbeden 24 gün önce Savunma Bakanı Ethem Menderes'e gönderdiği mektupta sansür yapıldığına ilişkin belgenin çok etkileyici olduğunu kaydetti. Altan, şöyle konuştu: "Mektupta üç satırın çıkartıldığını ve bunların çok önemli cümleler olduğunu gördük. Demek ki gerçek tarihi öğrenemeden gidiyoruz. Bizim de izlediğimiz, bizim de işlediğimiz konularda yeni şeyler ortaya çıkıyor. Kim bilir hangi gerçekleri bilmeden, dönemeç noktalarının gerçek fotoğrafını bilmeden gidiyoruz." Tarihçi İsmet Bozdağ da diziyi 'tarihe hizmet' sözleriyle değerlendirdi. Demokrat Parti'nin ardından kurulan Adalet Partisi'nin eski Genel Başkan Yardımcısı Sadettin Bilgiç ise mahkeme başkanı Salim Başol'un tavırları üzerinde durdu.
Yassıada Mahkemeleri'nin tutanakları üzerindeki gizliliğin kalkmasıyla birlikte tarihi gerçekler gün yüzüne çıktı. Zaman'ın ulaştığı belgeler, cuntacıların vesikalar üzerinde nasıl tahrifat yaptığını bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Belgeler, resmi tarihi de tartışmaya açtı. Dönemin yakın tanıkları ve tarihçiler, şimdi 27 Mayıs'ın tarihinin yeniden yazılmasını talep ediyor. Çalışmayı beğeniyle takip eden Adnan Menderes'in oğlu Aydın Menderes, duygularını "Zaman Gazetesi'nin, bütün gerekli önem ve özeni göstererek yaptığı neşriyatı candan kutluyorum." sözleriyle dile getirdi.
Menderes, Yassıada'yla ilgili vesikaların sadece bir dönemin gizli bırakılmış yönlerini açığa çıkartmadığını, yakın tarihi yeniden değerlendirmeye yol açacak ölçüde önemli olduğunu anlattı. Özellikle Cemal Gürsel'in mektubuna dikkat çeken Menderes, şöyle devam etti: "Görüldüğü gibi o dönemin muhalifi, muvafıkı Adnan Menderes'in dürüstlüğü, iyi niyeti ve memleket için verdiği hizmetlerin büyük önemi hakkında ortak bir kanaat sahibidir. Ancak 27 Mayıs'tan itibaren Adnan Menderes tek hedef haline getirilmiş ve her şeyiyle yok edilmek istenmiştir. Bu hem acı hem de ilginç gelişme karşısında tarihçilerin ve araştırmacıların gereken ilgiyi göstereceklerine inanıyorum. Ayrıca açıklanan vesikalar bir devlet adamı için meziyet olarak kabul edilecek hususların bile suçlama aracı yapıldığını göstermektedir. Yine Adnan Menderes'in bu belgelerin açıklanmasıyla ortaya çıkan Eyüpsultan'la ilgili imar faaliyetlerinin ve düşüncelerinin öğrenilmiş olması da o döneme ve Menderes'in kimlik ve kişiliğine ışık tutacaktır. Bu vesikalarda başta Adnan Menderes olmak üzere Yassıada'da bulunanlara reva görülen muamelelerin insafsızlığını da bütün açıklığıyla ortaya sermektedir."
Aydın Menderes, dizinin son gününde yayınlanan Rüştü Erdelhun Paşa'yla ilgili tespitleri de yerinde buldu. Paşa'nın cenazesine katıldığını bildiren Menderes, "Gerçekten de Türk Silahlı Kuvvetleri merhum Rüştü Erdelhun'un cenazesini büyük bir hürmetle ve eski bir genelkurmay başkanı olarak kaldırdı. Üstelik 12 Eylül iradesinin hakim olduğu bir dönemde. Ondan kısa bir süre önce 27 Mayıs'ta yapılan bayram kutlamasının da Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından ortadan kaldırılmış olduğunu düşünürsek Silahlı Kuvvetler'in 27 Mayıs'ı olumlu bulmayan tavrı açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır." ifadelerini kullandı.
Artık bu dönem yeniden araştırılmalı
Eski Meclis başkanlarından Hüsamettin Cindoruk, Yassıada duruşmalarının ardından idam edilen Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın avukatıydı. Yassıada Mahkemeleri'nde yaşananlara tanıklık eden Cindoruk, Zaman'ın yazı dizisinin o dönemin yeniden yorumlanması için bir başlangıç oluşturması temennisinde bulundu. Cindoruk, şunları kaydetti: "Yazılardan dolayı gazeteyi kutluyorum. Yassıada duruşmalarıyla ilgili bir bölümün açığa çıkması çok önemli. Çuvallar dolusu evrak bilimsel yöntemlerle de incelendiğinde o mahkemenin tarihimize ve demokrasiye verdiği zararlar ortaya çıkacaktır. Yassıada'da aslında bir mahkeme yoktur, hukuksal bir iddianame yoktur ve hukuki değerlere uygun bir karar da yoktur. Orada mahkeme sadece ve sadece cuntanın meşruluğunu tescil etmek için görev yapmıştır. Açıkça taraflı bir mahkemedir."Rüştü Erdelhun Paşa'nın demokrasi ve sivil otoriteye saygısını da değerlendiren Cindoruk, "27 Mayıs'ı Silahlı Kuvvetler değil, silahlı subaylar gerçekleştirdi." tespitini yaptı. Ardından ekledi: "Çok değerli bir genelkurmay başkanını aşağıladılar, yargılayıp idama mahkum ettiler; ki o Erdelhun istiklal madalyası taşıyordu. Milli Mücadele'nin kahramanlarındandı. Vatarseverdi; ama onu da vatan hainliğiyle suçlayıp idamla yargıladılar. O ihtilali yapan subaylar önlerini açmak için bunu yaptılar. 5 bin subayı emekliye sevk ettiler. Çok değerli 200'ün üzerindeki generali emekliye sevk ettiler. Bir iç hesaplaşma gerçekleştirdiler aslında. Bu ihtilalin yapılmasında ve bu mahkemenin kurulmasında silahlı subaylarla üniversitemizin işbirliği de açıkça ortadadır. Büyük hukuk profesörü sandığımız insanlar bu cuntayı yargılamaya, yapay bir hukuk ortaya koymaya ve ülkenin değerli devlet adamlarını idam etmeye, onurlarını kırmaya ve demokrasimizin temeli olan partileri kapatmaya kadar yönlendirildiler."
Altan: Yeni şeyler öğrendik
Yassıada belgeleriyle ilgili yazı dizisini ilgiyle takip eden isimlerden biri de Türk basınının usta kalemlerinden Milliyet Gazetesi yazarı Çetin Altan. Yassıada'daki duruşmaların tamamını izleyen Çetin Altan, "Dizide ortaya çıkarttığınız belge ve bilgiler bize bile yeni şeyler öğretti." dedi. Altan, özellikle Cemal Gürsel'in mektubunda sansür yapıldığına ilişkin belgenin çok etkileyici olduğunu vurguladı. Altan'ın görüşü şöyle: "Mektuptan üç satırının çıkartılmış olduğunu ve bunların da çok önemli cümleler olduğunu gördük. Gerçekten tarihi öğrenemeden gidiyoruz demek ki. Bizim de izlediğimiz, bizim de işlediğimiz konularda yeni şeyler ortaya çıkıyor. Kim bilir hangi gerçekleri bilmeden, dönemeç noktalarının gerçek fotoğrafını bilmeden gidiyoruz. Hepimizin kaderini ilgilendiren konular bunlar ve bunlardan bizim de haberimiz yok doğrusu. Bazılarını bu vesileyle görmüş olduk; ama belki de bir kısmından hiç haberimiz bile olmayacak. Maalesef resmi görüşü yazanlar kendi işlerine gelen görüşleri yansıtıyorlar."
Olumsuz hava darbeden sonra da devam etti
Adalet Partisi eski Genel Başkan Yardımcısı Sadettin Bilgiç ise Mahkeme Başkanı Salim Başol'un tavrına dikkat çekti. Başol'un tutanaktaki sözlerinin Yassıada'da başından beri adil bir karar çıkmayacağını ortaya koyduğunu ifade eden Bilgiç, şöyle konuştu: "Bu baskı sadece mahkemedekilere has bir durum da değildi. Darbeden çok sonraları bile bu olumsuz hava herkese tesir etti. Demokrat Partiliyim demek bile suçtu. Böyle diyenlere takibat yapılıyordu. Her yerden suç duyurusu yapılarak baskı altında bırakılıyorduk bizler de. DP'lilere 'düşük kuyruk' adı takıldı. Halk Partisi kendi iktidarları dışında başka bir partiyi iktidarda görmeyi hazmedemedi. 27 Mayıs'tan sonra fikirler bastırıldı. 1961 Anayasası'na karşı "Hayır'da hayır var" demeyi bile suç saydılar. Türkiye'nin büyük kısmı demokrasiyi benimseyememiştir bu darbeler yüzünden."
İsmet Bozdağ: Belgeleri yayınlamak tarihe büyük hizmet
Tarihçi yazar İsmet Bozdağ, Yassıada konusunun şu ana kadar hiç kurcalanmamış bir konu olduğunu belirtirken, mahkemelerin arka planının aydınlatılmasına büyük ihtiyaç olduğunu söyledi. Zaman'da yayınlanan dizinin bu ihtiyacın karşılanmasına kapı araladığını vurgulayan Bozdağ, "Yassıada'da yaşananlar çok konuşulmasına rağmen bu ölçüde detaylar bilinmiyordu. Cemal Gürsel'in mektubunun orjinalinin ortaya çıkması da önemli hadise. Belgenin yayınlanmasıyla yapılan tarihe bir hizmettir." dedi.
Emekli askerler: Paşa haklı, ordu siyasete karışmamalı
Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun'un siyaset-asker ilişkisine yönelik görüşleri geniş yankı buldu. Emekli paşalar, Erdelhun'un görüşlerine katılarak, siyaset-asker ilişkisinin anayasal sınırlar içinde olması gerektiğini dile getirdi. Erdelhun, notlarında; "Ordunun görevi memlekette huzuru temin etmektir. Ordu, millet otoritesine dayanan hükümetin icraatına mani olmamalı. Hükümet-i reddiye yapan askerlerin not edilmesi ve hareketlerine mani olunması gerekir. Parti mücadelesine ordu karışmamalı." diyor. Emekli askerlerin konuyla ilgili görüşleri şöyle:
Emekli Tümgeneral Armağan Kuloğlu: Demokratik bir ülkede yaşıyor ve demokrasiye inanıyorsanız, TBMM ve onun kabul ettiği hükümet, siyasi otoriteyi teşkil eder. Dolayısıyla hükümet ve TBMM'nin aldığı kararlar her şeyin üzerindedir. Ordu-siyaset ilişkilerini bu temele oturtmak lazım. Ordunun siyaseten görüş belirtmesi, tutup aşağı indirmekle ya da tehditlerle olmaz. Belirli platformlarda düşünce ve tavsiyelerini dile getirmek şeklinde yapmalı bunu ordu.
Emekli Tuğgeneral Atilla Başaran: Herkes Anayasa'daki sınırlar içinde hareket etmeli. Her kurum ve kuruluşun Anayasa ve yasalarda belirlenen görevi, sorumluluğu ve konumu bellidir zaten. Ve herkes yasal sınırlar içinde kalmak zorundadır.
Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi: İhtilaller hem ülkeyi hem orduyu zayıf düşürüyor. 1950'den sonra devlet iki başlı bir yönetim görüntüsüne girdi. Milli iradeye bütün devlet organizması tabi olsa, bizim bugün dünyada ve bölgede etkinliğimiz artar. Hem ülke hem yönetim huzurlu olur. Ahmet Dinç - Ankara
Hukukçulara göre, Yassıada mahkeme değil, askerî organ
Yassıada'daki darbe mahkemesi, 3 idam, 12 müebbet hapis ve yüzlerce kişiye hapis cezası verdi. Zaman'da yayımlanan belgelere göre Mahkeme Başkanı Salim Başol, Başbakan'a ve bakanlara "Susmazsanız sustururum. Oturun yerinize. Kes deyince kesmezseniz kestirmesini bilirim. Kısa kes, az konuş. Boş laf dinleyecek vaktim yok." gibi azarlayıcı ifadeler kullanıyordu. Hukukçular, bu mahkemeyi hukuki bulmuyor. Siyasi ve askerî bir organ olarak değerlendiriyor. Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, adil yargılanma ilkesinin açık bir şekilde ihlal edildiğine dikkat çekiyor. Emekli Hakim Albay Ümit Kardaş, "Bir güce bağlı olan, özel olarak kurulan ve önyargılı şekilde hareket eden bir organa mahkeme denemez." ifadesini kullanıyor.
AİHM'ye başvurulsaydı Türkiye mahkum olurdu
47 yıl sonra açılan belgeler Yassıada'daki mahkemenin işleyişini tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, olağanüstü mahkeme olarak nitelendirdiği Yassıada Mahkemesi'nin kuruluşunun ve yargılama biçiminin hukuka aykırı olduğunu söylüyor. Bu mahkemenin ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri olan doğal yargıç ilkesine aykırı olduğunu vurgulayan Selçuk, adil yargılama ilkelerinin ihlal edildiğini kaydediyor. Selçuk, Yassıada'nın yargı tarihi açısından kötü bir örnek olduğunun altını çizerek şöyle devam ediyor: "Hem kuruluşu hem yargılama biçimi hem de kararların verilişi açısından incelendiğinde adil yargılanma ilkesinin açık bir şekilde ihlal edildiği görülmektedir. Bu bakımdan benzer yargılamaların tekrarlanmaması için önemli bir ders olduğu kanısındayım. Ben o dönemde görev yapsaydım böyle bir mahkemede görev almazdım. Orada verilen kararların hukuki tabanı da yanlıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuru imkanı olsaydı Türkiye adil yargılanma hakkı açısından mahkum olurdu."
Emekli Hakim Albay Ümit Kardaş, Yassıada Mahkemesi'nin suç işlendiği iddia edilen tarihten sonra kurulduğu için doğal yargıç ilkesine aykırı olduğuna dikkat çekiyor. Mahkeme Başkanı Salim Başol'un "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" şeklindeki ifadesinin mahkemenin hukuki açıdan ne kadar sakat olduğunu gösterdiğini söyleyen Kardaş, "Bir güce bağlı olan, özel olarak kurulan ve önyargılı şekilde hareket eden bir organa mahkeme denemez." diye konuşuyor. Kardaş, Başol'un sanık ve tanıklara karşı takındığı azarlayıcı ve aşağılayıcı tutumun son derece yanlış olduğunu belirterek yüksek kürsüde oturmanın hakime, suç işlemiş bile olsa kimseye hakaret etme ve aşağılama hakkını vermediğini dile getiriyor. Murat Aydın, Ankara
Menderes'in avukatı: Beni mahkemeden atıp askere aldılar
Yassıada duruşmalarında Adnan Menderes'in avukatlığını üstlenen Talat Asal, 47 yıl sonra açılan belgelerle gün yüzüne çıkan baskıları bizzat yaşamış. Mahkeme Başkanı Salim Başol'un sert tavırlarına en çok muhatap olanlardan biri. Asal, Yassıada duruşmalarının hukuk tarihinde görülmemiş bir olay olduğunu vurguluyor. Mahkemenin tutumuyla ilgili yayınlananların daha fazlasına maruz kaldıklarını dile getiren Asal, kendisinin bir duruşmada salondan yaka paça atılışını şöyle anlatıyor: "İmar davası sırasında şahit olarak gelen umum müdürü bir konuşma yapıyordu. Soru sormama müsaade etmedi Başol. 'Soracağım, sormayacaksın' tartışmasından sonra beni dışarı attı mahkeme başkanı. Ertesi gün beni 'askerlik yapmadı' diye askere aldılar. Halbuki böyle bir durum yok. Ben askerliğimi 31. Piyade Alayı'nda yedek subay olarak yapmıştım. İşte hep böyle komediydi." Sanıkların avukatlarla görüştürülmemesi için her türlü yola başvurulduğunu anlatan Asal, "Hiçbir şekilde müdafaa hakkı verilmedi. Benim Adnan Menderes ile ilgili 10 davam vardı ve bunun için bize tanınan süre yarım saatti. Bazı sanıkların tek davası vardı; ancak onlar da bizim gibi müvekkili ile yarım saat görüşüyordu. Haysiyetsiz, insafsız ve hayırsız bir sistemdi." yorumunda bulunuyor. Özellikle üç davanın tamamen ciddiyetten uzak olduğunu vurgulayan Talat Asal, bugünlerde 'don', 'cımbız' ve 'köpek' davasını karikatürize eden bir kitap hazırlıyor.

09 Eylül 2006, Cumartesi

KAYNAK:http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=346141&title=yassiadanin-karakutusu-aciliyor-yansimalar-1-belgeler-isiginda-27-mayis-tarihi-yeniden-yazilmali

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - 5] İdamı istenen genelkurmay başkanının tarihî notları

Gizliliği 46 yıl sonra kaldırılan Yassıada arşivinde ilk araştırmayı yapan Zaman, yazı dizisinin son gününde yine tarihî nitelikteki belgeler yayınlıyor.
27 Mayıs darbesini gerçekleştiren cunta, sadece siyasîleri değil Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en tepesindeki ismi de yargıladı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun hakkında idam isteniyordu. Suçu, demokrasiden taviz vermemesi idi. Milli Birlik Komitesi son anda cezasını müebbete çevirmese o da Adnan Menderes gibi son nefesini darağacında verecekti.
Tutukluluk döneminde küçük rütbeli subayların bile hakaretine maruz kalan Paşa'nın el yazısıyla tuttuğu notlar da Yassıada belgeleri arasından çıktı. Erdelhun'un evraklarına el koyan Yassıada Mahkemesi, bunları 'soruşturmaya ışık tutacak belgeler'den saymış. 17 ve 26 Mayıs 1960 tarihli notlar, Erdelhun'un demokrasiye ve sivil otoriteye gösterdiği saygıyı ortaya koyuyor. Paşa, notlarında şöyle diyor: "Türkiye ve Türk milleti Müslüman'dır. Türk askerinin şiarı devletin, hükümetin ve genelkurmayın personeli olmasıdır. Hükümet-i reddiye yapan askerlerin not edilmesi ve hareketlerine mani olunması gerekir." Paşa'nın görevi başında tuttuğu notlar suç unsuru taşımasa da Genelkurmay Başkanı'nın olaylara yaklaşımını göstermek için Soruşturma Kurulu tarafından belgeler arasına alınmış.
Erdelhun, entelektüel bir askerdi. İngilizce, Fransızca ve Japonca biliyordu. Demokrasiye inanıyordu. Onca sun'î gerilime rağmen görev yaptığı iki yıllık süre içinde siyasi otoriteyi zor durumda bırakacak bir komplonun içinde yer almadı. Bu özelliği, ordu içindeki cuntacıların tepkisini çekmişti. 27 Mayıs darbesinin ardından gözaltına alındı. Evindeki ve makamındaki bütün evraklarına el kondu. Yazılı olarak tuttuğu notlar da alınan evraklar arasındaydı. İşte yıllar sonra Erdelhun'u yakından tanıma imkânı veren notlardan satırbaşları: "Ordunun görevleri hükümetin siyasetini ve mahiyetini temin ve ülkenin huzurunu temindir. Parti mücadelesine ordu karışmamalı. Parti mücadelesinde ordu bitaraf olmalı. Silahlı gruplar millet otoritesi ve esasına dayanan hükümet icraatlarına mani olmamalı. Türk Silahlı Kuvvetleri'nde 50 senedir görülmeyen hadiseler var. Silahlı Kuvvetler'in siyasete karıştırılmaması gerektiği bilinmeli ve bu konuda erbaşların kandırılmaması temin edilmeli. Türkiye ve Türk milleti Müslüman'dır. Türk askerinin şiarı devletin, hükümetin ve genelkurmayın personelidir. Hükümeti reddiye yapan askerlerin not edilmesi ve hareketlerine mani olunması gerekir. Ordunun görevleri, hükümetin siyasetini ve mahiyetinin huzurunu temindir. Demokratik memleketlerde gaye ve rejim ne ile değişir? Ordu, memleket ve otoriteye asayişi temininde aciz midir? Katibesi ordunun asayişi ve hükümet otoritesini temin mahiyetindedir. Ne Türk milleti ne de Türk ordusu birbirlerini töhmete layık değildir. Bir memlekette her şey kanun ve adaletle olacak. Ordu birkaç yüz mektep talebesinin veya sokak maiyetinin bir kahramanı olmayacaktır. Siyasete karışmayın. Hükümet aleyhtarlığı beyanında bulunan subay ve erbaşlara ihtar verilmesi gerekir. Ordu ancak hükümetin emrinde devletin nizamını korumaya memurdur."
Huzura mani olan hareketlerin analizi bölümünde ise Erdelhun'un notlarında şunlar yazılı: "İstanbul ve Ankara'da cereyan eden hadiseler. Eskişehir'de hava subayları meseleleri, hadiselerin analizi, toplantılar, nümayişler, hükümet aleyhtarlığı, hükümet darbesi rejim değişikliği ve bunu yapanların konumları."
Org. Rüştü Erdelhun, memleketin huzuru için gerekirse kendisinin değiştirilmesinin bile düşünülebileceğini ifade etmiş. Her ne kadar ihtilal düşüncesi olanlardan bahsetse de bunun gerçekleşebileceğine inanmamış: "Bir avuç mektep talebesinin 7 subay ve 60 subaydan oluşan oldukça mühim ve her türlü imkâna malik bir gaziyi hiçe sayarak hükümet otoritesini şahsi ilkelerine meydan verilmeyeceğini katiyetle esef ederim."
Cunta rütbelerini söktü Genelkurmay törenle defnetti
Org. Rüştü Erdelhun, Kayseri Cezaevi'nde 1 yıl kaldıktan sonra afla özgürlüğüne kavuştu. Ölümüne kadar hiç konuşmadı. Cunta, rütbelerini söküp er statüsünde yargılamıştı Rüştü Paşa'yı. Ancak bu yanlışı TSK kabullenmedi. 1983'te vefat ettiğinde Genelkurmay Başkanlığı önünde devlet töreni düzenlendi. Törene zamanın Genelkurmay Başkanı Nurettin Ersin ve Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun katıldı. Şehitlerin ve diğer askerlerin gömülü bulunduğu Cebeci Asri Mezarlığı'na defnedildi. Genelkurmay'ın resmi internet sitesinde ismi geçmiş genelkurmay başkanları arasında bulunuyor. Er statüsüne sokulduğu döneme saygı gereği hiç değinilmiyor.
Avukatlarımla görüşmeye ne kadar muhtacım...
Yassıada'da tutuklu bulunan siyasilere inanılmaz suçlamalar yöneltiliyordu. Avukatlarıyla birlikte savunma hazırlamaları en doğal haklarıydı. Ancak bu bile engelleniyordu. Yassıada belgeleri arasında Menderes'in kendi el yazısıyla yaptığı serzenişler dikkat çekiyor. Menderes, Yassıada Komutanlığı'na yazdığı yazıda, "Avukatlarımla görüştürülmeye ne kadar muhtacım" diyor. 4 Aralık 1960 tarihli mektupta şu satırlar yer alıyor: "Bendeniz 6 ayı geçen uzun bir müddet tam tecrit halinde bulundum. Meseleleri ve hadiseleri hatırlamakta hatalı vaziyetlerde kalmam tabii. Dosyaları tetkik ise ancak avukatlarca mümkün. Bu hususlar nazar-ı itibare alınınca avukatlarla görüşmenin ne kadar zaruri olduğu takdir buyurulur. Bu vaziyetin bendenizi nasıl bir imkânsızlık içinde bıraktığını izahla tasdîden içtinab ederim. Duruşma olduğu gün ve arada öğle tatillerinde avukatlarımla görüşebilmek imkânının bahşolunması bendeniz için büyük bir lütuf olabileceği gibi durumumuzda bir icab-ı telakki olunarak ve bu dilekçe ile müracaatımın mazur görülmesini ve mazuratımın hüsn-ü kabulünün ve salahiyetli yüksek makamlara arz eylerim." Menderes'in bu mektubunun altına, "Kanuni imkânı yoktur." şeklinde bir not düşülmüş.
Elbisesi Kızılay'a verilecekmiş
Yassıada belgeleri arasından çıkan en ilginç vesikalardan biri Adnan Menderes'in elbisesi ile ilgili. Yassıada yönetimi, Menderes'in elbisesini Kızılay'a vermeyi planlamış. Bu karardan son anda vazgeçilmiş. İstanbul Örfi İdare Kurulu ile Marmara Deniz Kumandanlığı arasındaki 15 Temmuz 1960 tarihli yazışma şöyle: "Adnan Menderes'in elbisesinin Kızılay'a verilmesi, durum icabı uygun görülmemiştir. Elbisenin Menderes'e teslim edilmesini arz ederim."
Berin Hanım'a gitmeyen mektup
Belgeler arasında Adnan Menderes'in, eşi Berin Hanım'a yazdığı ancak ulaştırılmayan bir mektup da bulunuyor. Darbeden sonra Harp Okulu'nda tutulan daha sonra Yassıada'ya gönderilen Adnan Menderes, adaya varır varmaz eşine bir not yazmış. Ancak bu not Yassıada yönetimi tarafından muhatabına gönderilmemiş. Yazı şöyle: "Yassıada'dayım, istersen İstanbul'a gel. Her ikinize hasret, sevgiler iyiyim."
Kendisine ait Kur'an-ı Kerim'i bile almışlar
Boğazlar ve Marmara Deniz Kolordu Kumandanlığı Karargahı'ndan Yassıada Garnizon Kumandanlığı'na gelen 2 Temmuz 1960 tarihli bir yazı Menderes'in odasındaki Kur'an'ın alınmasını emrediyor. Gerekçe 'Menderes'in Kur'an'ı okuyamaması ve kendisini zehirlemek maksadıyla kullanmayı düşünmesi.' Oğlu Aydın Menderes böyle bir hadiseyi şu ana kadar duymadığını söylüyor. Kur'an'ı okuyamadığı iddiasını kabul etmeyen Aydın Menderes, "Bu yapılan Yassıada'da uygulanan keyfiliklere bir örnektir." diyor. Belgede şu ifadeler yer alıyor: "İstanbul Valiliği'nden alınan bir yazıda Adnan Menderes'in elinde bir Kur'an bulunduğu, bunu okuyamadığı, kendisini zehirlemek gibi bir maksat için kullanabileceği bildirilmekte ve bunun bir başkası ile değiştirilmesi istenmektedir. Bu sebepten Kur'an'ın münasip bir şekilde bilahare iade edilmek üzere alınması ve tedarik edilecek diğer bir Kur'an'ın kendisine verilmesini rica ederim."
Son savunma: Ortada ne diktatörlük var, ne diktatör
54 oturumluk maratonda sona yaklaşılmıştı. Eski başbakan, son savunmasını el yazısıyla kaleme aldı. Menderes'in idamdan önceki son sözleri özetle şöyle: "Dikta rejimi kurmak maksadını gütmediğimizi hadiseler bugün daha açık göstermektedir. Ortada ne diktatörlük vardı ne de diktatör. Muhayyel diktatör hangi kuvvete dayanıyordu. Kabineye mi? Meclis grubuna mı? Kabineye veya hükümet azalarına karşı elinde hangi zorlayıcı kuvvet ve imkânı vardı? Değil gruba karşı, grubun herhangi bir azasına, bir milletvekiline karşı kullanabileceği herhangi bir cebir vasıtasına mı sahipti? Muhalefetin her ağız açışta ateşler püskürdüğü gayelerinin en acı dille hücumda olduğu bir hengamede her milletvekilinin genel kurul üyelerinin grup idare heyeti azalarının veya topyekûn grubumun çekinecek korkacak hiçbir şeyle karşı karşıya bulunmadığı bir âlemde diktatörlükten bahse imkan var mıdır? Hakikat şudur ki dikta rejimine gidilmek istenirse en evvel bir silaha, bir silahlı kuvvete dayanmak ihtiyacı duyulur. Halbuki Silahlı Kuvvetlerimizin en küçük birliğinin başında bulunan subayından en büyük kumandanlara kadar hiçbirisine bu zeminde bir anlaşma dahi hazırlayacak en ufak bir temas ve teşebbüs dahi olmamıştır..."

09 Eylül 2006, Cumartesi

KAYNAK:http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=346139&title=yassiadanin-karakutusu-aciliyor-5-idami-istenen-genelkurmay-baskaninin-tarihî-notlari

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - 4] Menderes aleyhine kullanılan şaşırtıcı belgeler


Başbakanlık'ın araştırmacıların hizmetine sunduğu Yassıada arşivinde ilk araştırmayı yapan Zaman, tarihî belgeleri yayınlamayı sürdürüyor. Menderes'in 6-7 Eylül savunması●Belgeleri görmek için tıklayın
Adnan Menderes ve Demokrat Parti mensupları Yassıada'da 14 ayrı davadan yargılandı. Üç idam, 12 müebbet ve yüzlerce ağır hapis cezası çıktı. 11 ay süren duruşmalarda şaşırtıcı suçlamalar yöneltildi.

Halk, Eyüp'e yapılan hizmetler sebebiyle Başbakan Adnan Menderes'e yüzlerce teşekkür telgrafı gönderdi. Bunlar bile Menderes'in Yassıada'daki dava dosyalarında yer aldı.

Bunlara ilişkin deliller de mahkeme dosyalarına girdi. Duruşma heyetinin değerlendirmeye aldığı suç delilleri arasında ülke genelinde camilere yapılan yardımların listesinden Kur'an-ı Kerim basımına, Eyüpsultan'a yapılan hizmetlerden vatandaşın teşekkür telgraflarına kadar birçok 'belge' bulunuyor. Görevi kötüye kullanma davasının 22. dosyasında Kur'an-ı Kerim sayfası bile var. 1960'ların başında Almanya'ya Kur'an-ı Kerim baskı makinesi siparişi verilmişti. Amaç kaliteli ve hızlı baskı yapan bir makineyi ülkeye kazandırmaktı.
İslam coğrafyasına yapılacak Kur'an-ı Kerim ihracatıyla yeni bir döviz kaynağı oluşturulması da planlanıyordu. Devlet Bakanı İzzet Akçal gerekli talimatları Diyanet'e vermişti. Makinelerin haziran ayında gelmesi ve temmuz ayında ilk baskısının başlaması düşünülmüştü. Gönderilen prova baskılar da beğenilmişti. Mayıs ayı sonunda darbe olunca plan uygulanamadı. Ancak bu girişim Yassıada Mahkemeleri'nde aleyhte kullanıldı. Menderes'i idama götüren suçlamalardan biri oldu. Prova baskısı yapılan Kur'an sayfalarından bazıları da mahkeme evrakları arasına delil olarak kaydedildi. Görevi kötüye kullanma davasının 22. dosyası Kur'an-ı Kerim baskısını konu alıyor.

Eyüp'teki 147 eseri Menderes restore ettirdi. Eyüpsultan'ın Mekke-Medine gibi uğrak bir yer olmasını istiyordu. Ancak bu düşüncesi Yassıada'da aleyhine delil olarak kullanıldı.

Menderes'e vatandaşlar tarafından gönderilen mektupların büyük bölümünün konusu Eyüpsultan'la ilgili yapılan düzenlemelerden duyulan memnuniyet. Eyüp'teki 147 eserin onarımı için bir proje başlatan Menderes, Eyüpsultan'ı Mekke-Medine benzeri bir uğrak yeri haline getirmeyi hedefliyordu. Eyüpsultan'da 1959 yılında yaptığı 10 sayfalık konuşmada bu niyetinden bahsetmişti. Bu konuşma, 'dini istismar' gerekçesiyle Yassıada'da aleyhine delil olarak kullanıldı. Menderes'in Eyüp'teki konuşmasının özellikle son paragrafının altı çizilmiş: "Eyüp'ün ezan ve tekbir sesleri ile ihtizaz eden semasına doğru uzanan minareler ve birbirini kovalayan küçüklü büyüklü bu kubbeler manzumesini, aynı zamanda bir sanat meşheri olarak kıymetlendirmemiz ve turistik gayelere uygun tarzda düzenlememiz; İstanbul şehri için ölçüsüz bir kazanç olacağı gibi dünyada misli bulunmayan bir açık hava sanat ve kültür merkezi tertiplenmiş olacaktır." Eyüpsultan'la ilgili yapılan hizmetlerden memnun kalan vatandaşların çektiği telgraflar da Yassıada belgeleri arasından çıktı. Bir telgrafta şunlar yazılı: "Nuri Ziya menbalarından biri olan Eyüpsultan Camii'nin manevi ihtişamı kuvvetli iman ve kararlı iradenizle bugün madde durumunda tam ifadesini bulmuştur. Bu akşamki hazırlık, mabedin bu ihtişamına ve gönlünüzün hudutsuz zenginliğine layıktır..."

Kur'an-ı Kerim basmak için Diyanet, Almanya'ya bir matbaa sipariş etti. Prova baskı beğenildi. Bu girişim, darbeden sonra Menderes aleyhine kullanıldı. Kur'an sayfaları dava dosyasına girdi.

Mahkeme dosyaları arasında en fazla yer kaplayan bölümlerden biri cami yardımlarıyla ilgili olan klasörler. Türkiye'nin bütün mezra, köy, mahalle, belde, ilçe ve ilinde hangi camiye ne kadar yardım yapıldığının çetelesi tek tek tutulmuş. 'Görevi kötüye kullanma davası' kapsamında aleyhte deliller kategorisinde değerlendirilen cami yardımlarına ait belge adedi 500'ü geçiyor. 1953 yılında yeni cami inşaatı ve cami onarımları için Hazine'den kaynak aktarımına imkanı veren bir düzenleme yapılmıştı. Her yıl ne kadar kaynak aktarıldığı, 'görevi kötüye kullanma davası'nın ilk maddesinde yer aldı. Soruşturma dosyasının birinci maddesinde DP'nin son yedi yıllık iktidarı döneminde camilere 57 milyon 600 bin lira ödendiği tespitine yer veriliyor.
Menderes'in 6-7 Eylül savunması: İddianız Yunan mahkemesine dayanıyor
Bugün 6-7 Eylül olaylarının 51. yıldönümü. 6 Eylül 1955'te Atatürk'ün Selanik'teki evine bomba atıldığı şeklinde yayılan bir uydurma haber sonrası 9 saat boyunca İstanbul ve İzmir'de şiddet olayları yaşandı. Kiliseler ve yabancılara ait işyerleri yağmalandı. Hem Rum hem de Ermeni vatandaşlardan ölenler oldu. 27 Mayıs'ın ardından kurulan Yassıada Mahkemeleri'nde bu olaylar da dava konusu oldu. Yunan mahkemelerinin sorumlu tuttuğu DP hükümetine; 5 yıl sonra benzer suçlamalar yapıldı. Menderes'in 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili kendi el yazısıyla yazdığı savunma 18 Kasım 1960'a ait. Adalet Divanı Yüksek Başkanlığı'na verilen yazıda Menderes, Yassıada Mahkemesi'ni Yunan mahkemeleri gibi davranmakla eleştiriyor ve şunları dile getiriyor: "6-7 Eylül hadiselerini bizlerin çıkardığımıza ait ileri sürülen iddiaların tek mesnedi Yunan mahkemesinin hükmünden mi ibarettir, bilemiyoruz? Yunan mahkemelerinin kararı hangi delillerle bu neticeye varmış bulunuyor, keza meçhulümüz. Bu muhakemenin mürettep ve muallel olduğuna dair birçok delil mevcuttur. Bir kere Yunan milli menfaatleri bakımından 6-7 Eylül hadiselerinin memleketimize atf ve isnadı fevkalade bir ehemmiyeti haizdi. Yunan mahkemesinin kararının tam menti elimizde yok ki müdafaamızı yapabilelim." Menderes'in avukatı Talat Asal ise verdiği yazılı savunmada Mahkeme Başsavcısı Altay Egesel için "Delilsizlikten bunalan savcı" tabirini kullanıyor.
Mahkeme Başkanı: Susmazsanız sustururum
Yassıada duruşmalarında Mahkeme Başkanı Salim Başol'un azarlayıcı tutumu dönemin tanıkları tarafından en fazla şikayet edilen konular arasında. "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor." sözüyle tarihe geçen Başol, hemen her sanığa aşağılayıcı sözler sarf etmiş. Tutanaklara göre Başol'un bu tavrına zaman zaman siyasiler de tepki göstermiş. Bunlardan biri Tevfik İleri. Tevfik İleri, "Burada kolaylıkla başımıza oynanıyor. Oynansın, helal olsun, peşinde değiliz. Fakat şeref ve namusumuzla oynanmasın. Tahkikat komisyonunun sorgusuna çağrıldığı için ailelerin nasıl telaş ettiğinden bahsedildi. Ya 13 buçuk aydan beri bizim kan kusan çocuklarımız?" diyor. Maliye Bakanı Hasan Polatkan da kendisine bir türlü söz vermeyen Mahkeme Başkanı'na, "İdam istenilen bir davada kendimi müdafaa etmeyeyim mi?" diye soruyor. Yassıada duruşmalarında Başol'un kullandığı ifadelerden bazıları şöyle:
Yapmazsan yapma. Gelmiş buraya tomarlarca müdafaa yapıyor. (Bakan Hadi Hüsman'a)
Yapamazsan ne yapalım? Yapan yapar.
(Fatin Rüştü Zorlu'ya)
Daima böyle lüzumsuz şeyler söylersiniz zaten. (Menderes'in avukatı Burhan Apaydın'a)
Bu söylediğiniz sözler yersiz. Sizin tahsiliniz ne? (Milletvekili Kadir Kocaeli'ne)
Manasını anlamadığın cümleleri sarf etmenden belli. (Milletvekili Kadir Kocaeli'ne)
Sizi susturmak için başka ne yapmalı? (Adnan Menderes'in avukatı Talat Asal'a)
Siz doğru söylemiyorsunuz. (Şahitlere)
Kâfi. Susmazsanız sustururum.
(Bakan Zeki Eratman'a)
Oturun yerinize. (Bakan Zeki Eratman'a)
Eğer ben kesin deyince kesmezseniz kestirmesini bilirim. (Adnan Menderes'e)
Bunları bırakın, zorlamayın kendinizi.
(Adnan Menderes'e)
Öyle değil, öyle değil, öyle değil. Otur yerine!
(Milletvekili Hüseyin Fırat'a)
Sen yalancı şahide benziyorsun. Anlat bakalım neymiş? (Bir şahide)
Öyle şey olmaz, kısa kes, az konuş! (Bakan Hasan Polatkan'a)
Yapma, okundu, anlamadınız mı?
(Adnan Menderes'e)
Lüzumsuz laflar bunlar, buyurun hadi. (Milletvekili Rüknettin Nasuhioğlu müdafiine)
Bizim burada boş laf dinleyecek vaktimiz yok başka. (Adnan Menderes'e)
Kendi çiftliğinizin ve kendi maaşınızın peşinden koşmayı bilirsiniz. (Adnan Menderes'e)
Sizi on beş dakikadan fazla dinleyemeyiz.
(Bakan Hasan Polatkan'a)
Ben ömrümde yalan söylemedim demek müdafaa değildir. Bunlar asılsız sözlerdir.
(Bakan Hamdi Ongun'a)
Lütfi Kırdar'ın kalp krizi geçirdiği an
İstanbul Taksim'de meşhur kongre merkezine adını veren Lütfi Kırdar, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı idi. Yaşı 71'e dayanmıştı ve kalbi son zamanlarda tekliyordu. 'İstanbul ve Ankara Olayları Davası'nın 5. oturum 3. celsesinden önce hakime, uzun konuşmasının nedenini anlatırken 'Bu kadar geniş izahatta bulunuyorum, bir daha gelir miyim, gelemez miyim.' diyordu. Söz sırası kendisine geldiğinde Mahkeme Başkanı Salim Başol'a kalbindeki rahatsızlığı iletti. Makamında çalışırken tarafsız davrandığını söylese de Başol inanmadı. Kırdar'ın sözü yine kesildi: "Mümkün mü tarafsız olmak? Hem Demokrat Parti kabinesinde yer alıp hem de tarafsız çalışmak mümkün mü, müdafaası kabil mi!?"
Başol, ısrarla Lütfi Kırdar'ın CHP'yi bırakmasına getiriyordu sözü. Kalbi bu kadar yüklenmeyi kaldıramadı. Mahkeme tutanaklarına göre Başol'la Kırdar'ın son diyaloğu şöyle:
Başol: Demokrat Parti'ye geçiş?
Kırdar: 1954'te biraz İstanbul'un imarı ile çok meşgul olmuştum. O gün İstanbul'daki vali ve belediye reisi ile gazete ile mücadele yaptım; fakat matbuatla mücadeleden bir netice alamıyordum. 1954'te bana yine geldiler.
Başol: Kim?
Kırdar: Demokrat Parti... Müsaade ederseniz biraz oturayım... (Yere yığıldı)
(Sanık Lütfi Kırdar kriz geçirdiğinden sözlerini tamamlayamadı ve salondan çıkarıldı)
Başol: Celseye on dakika ara veriyorum.

09 Eylül 2006, Cumartesi

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - 3] Yassıada arşivinden Bediüzzaman'ın mektupları da çıktı


Gizliliği 46 yıl sonra kaldırılan Yassıada arşivinden Bediüzzaman Said Nursî' ye ait mektup ve belgeler de çıktı. İşte Bediüzzaman'ın defin tutanağı
● [A. TURAN ALKAN] Necip Fazıl'ın Menderes'e mektubu ve Türk sağı
Başbakanlık'ın halka açtığı belgeler arasında Nursî'nin dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a gönderdiği mektuplar da var. Büyük İslam alimi Nursî, Doğu'da 'fen ilimleri ile dini barıştıran bir üniversite kurulması'na yönelik talebini Menderes ve Bayar'a iletmişti. 1955 yılında kaleme alınan üç sayfalık mektupta bir İslam Üniversitesi kurulması teklif ediliyor. Van'da tesis edilecek darü'l-fünunun bütün Asya'ya hitap edeceğini belirten Bediüzzaman, gerekçesini şöyle açıklıyor: "Felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiri ile barışsın ve Avrupa medeniyeti İslamiyet hakaiki ile tam musalâha etsin. Ve Anadolu'daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese tam birbirine yardımcı olarak ittifak etsin." Söz konusu mektup, Risale-i Nur külliyatının önemli parçalarından Emirdağ Lahikası'nda da yer alıyor.
Bediüzzaman Said Nursi, Afrika ülkelerinden Mısır'da kurulan El Ezher Üniversitesi'nin bir benzerinin düşünülmesini istiyor. Mektupta, özetle şunları dile getiriyor: "Ben 65 sene evvel Camiü'l-Ezher'e gitmek istiyordum. Madem Camiü'l-Ezher âlem-i İslam'ın medresesidir. Öyle ise, ben de o mübarek medresede bir ders almalıyım, diye niyet etmiştim; fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmeti ile bir fikri ruhuma verdi ki, Camiü'l-Ezher'e Afrika'dan bir medrese-i umumiye olduğu gibi Asya, Afrika'dan ne kadar büyükse daha büyük bir darü'l-fünun da ve bir İslam üniversitesi de Asya'da lazımdır, dedim. Ve felsefe-i fünun ile ulum-ı diniye birbiri ile barışsın ve Avrupa medeniyeti İslamiyet hakaiki ile tam müsellah etsin. Ve Anadolu'daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese tam birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye. Velayet-i Şarki'nin merkezinde hem Hindistan'ın hem Arabistan'ın hem İran'ın hem Kafkasya'nın hem Türkistan ortasında Medresetü'z-Zehra manasında Camiü'l-Ezher üslubunda bir darü'l-fünun hem mektep hem medrese olarak vücuda gelmesi için tam 55 senedir Risale-i Nur'un hakikatine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini Allah rahmet etsin Sultan Reşat takdir etmiştir. Yalnız binasını yapmak için 20 bin altın lira vermişti. Sonra ben eski Harb-i Umumi'deki esaretimden döndüğüm vakit Ankara'da mevcut 200 mebustan 163 mebus, 150 bin lira o zaman paranın kıymetli vaktinde aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Şarkta 5 milyona yakın Kürt var. 100 milyona yakın İranlı ve Hintliler var. 70 milyon Arap var. 40 milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu ve kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dini mi daha lazımdır, yoksa o milletleri kaçıracak ve arkadaşlarından başkalarını düşünmeyen ve uhuvvet-i İslamiye'yi tanımayan ve sırf ulum-ı felsefeyi okuyup İslamî ilimleri nazara almamanın neticesi olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir?"
Bu tecrit 30 senelik muhaliflerin yaptığından daha ağır geliyor
Yassıada evrakları arasında Bediüzzaman Said Nursî'ye ait çok sayıda mektup bulunuyor. Bediüzzaman, Demokrat Parti'nin ilk yıllarında Menderes'e yazdığı mektuplarda onu 'İslam kahramanı' olarak nitelendirmiş. Bazı mektuplarında hükümete öneri ve uyarılarda bulunmuş. İktidarın son yıllarında ise Nursî, kendisi ve talebelerine yönelik sıkı takibattan dolayı duyduğu sıkıntıyı Menderes'e iletmiş. Ölümünden iki ay önce İçişleri Bakanı Namık Gedik'in kendisine uyguladığı ev hapsini ağır sözlerle eleştirmiş. Menderes'in kasasından çıkan 12 Ocak 1960 tarihli mektupta ev hapsinin 30 senelik muhaliflerin yaptığından daha ağır geldiği vurgulanıyor: "Bütün muhalifler ve siyasiler her yerde ve her tarafta serbest olarak gezerlerken Ankara'dan gelen bir emirle, 'Şimdi evinden dahi çıkmayacaksın.' denilmesi bir haps-i münferit hükmündedir. Otuz senelik muhaliflerin yaptığı istibdat lehine bu vaziyet çok ağır geliyor." Bu mektup, Menderes'e talebeleri Mustafa Sungur ve Avukatı Necdet Doğanata tarafından iletilmiş. Üstad'ın rahatsızlığının had safhada olduğu günlerde yazılan mektubu Menderes saklamış. Ancak darbeden sonra bu mektuplar 'Görevini Kötüye Kullanma Davası'nda delil olarak kullanıldı. Mektup "Muhterem Başvekilimiz Adnan Menderes" diye başlıyor ve şöyle devam ediyor: "Son hadiseler dolayısıyle Üstad Bediüzzaman Said Nursî'nin Emirdağı'nda istirahat ve ikâmet eylemeleri Anadolu Ajansı vasıtasıyle ilan ve bu hususta kendilerine mahallî makamlarca tebliğ edilmiştir. Bunun üzerine Üstadımız Said Nursî aşağıdaki hususu zat-ı âlilerine ve Dahiliye Vekili'ne duyurulmasını arzu etmişlerdir. Şöyle ki; (Bütün muhalifler ve siyasiler her yerde ve her tarafta serbest olarak geziyorlar, Üstadımız'ın hareketine siyasi ve ne de muhalif olmadığı ve siyasete karışmadığı halde Ankara'dan gelen bir emirle, "Şimdi evinden dahi çıkmayacaksın." demeleri bir haps-i münferit hükmündedir. Üstadımız zaten kimse ile görüşmüyor ve konuşmuyor hem sesi de kesilmiş, Risale-i Nur, Üstadımız'a ihtiyaç bırakmıyor. Isparta'da ve Emirdağ'da iki senelik kirasını verdiği ikâmetgâhına gitmeye mecburdur. Isparta ve Emirdağ'da birer ay tebdil-i hava için gidip gelmesi zarureti var. Esasen hastalığı itibarıyle bir yerde durmaya tahammül edemiyor, yazın dağlarda kışın şehirlere gezmeye ve oturmaya mecburdur. Risale-i Nur'un fevkalâde hizmeti için hariç memlekete gitmiyor. Burada bu sıkıntıyı çekiyor, şimdilik bu hastalığında, otuz senelik muhaliflerin yaptığı istibdat lehine bu vaziyet çok ağır geliyor.) Bu hususun nazara alınarak Üstadımız'a serbestiyet verilmesini arz ve talep ederiz."
Talebeleri mektup yağmuruna tutmuş
Son günlerinde dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik'in talimatları yüzünden büyük sıkıntılar çeken Said Nursî için sevenleri Ankara'yı telgraf yağmuruna tutmuş. Mustafa Ramazanoğlu isimli bir vatandaş, Bediüzzaman'ın vefat ettiği gün Maraş'tan 5 bin kişi adına İçişleri Bakanı'na bir telgraf çekti. 5 Kasım 1960'ta Yassıada evrakları arasına alınan telgrafta şu ifadeler yazılı: "Said-i Nursî hazretlerinin cenupta vaki seyahatine müdahale edildiğini haber aldık. Hiçbir siyasi maksatla alâkası olmayan bu seyahate idarece müsamaha ve müsaade gösterilmesinin temini hususunda emirlerinizi istirham eder, ellerinizden öperim." Urfalılar da vefattan bir gün önce polisler tarafından şehirden götürülmek istenen Bediüzzaman'ı bırakmak istememiş. Urfa Mezat Pazarı Başkanı Ahmet Atlı, İçişleri Bakanlığı'na şöyle bir telgraf göndermiş: "Bediüzzaman Said Nursi gayet hasta olup yola çıkacak halde değildir. Bu mübarek misafirimizin ayrılması imkân haricindedir. Bu seyahat hepimizi memnun edecekken ölüm halinde cebren buradan hareketini dünyada insan ve hiçbir kanun kabul etmeyeceğini, dolayısıyla bu müdahalenin kaldırılmasını arz ederiz."
Ziyaret eden vekili de fişlemişler
Bediüzzaman'ın nasıl takip edildiğini gösteren yazışmalar da Yassıada belgeleri arasından çıktı. Isparta Valisi, Said Nursi ile irtibat kuran Demokrat Partilileri bile tespit etmiş. Yassıada Mahkemeleri'nde delil olarak kullanılan belgelerden biri olan Isparta Valisi Mazlum Yükel'in 18 Aralık 1956'da İçişleri Bakanlığı'na gönderdiği yazıda şu ifadeler yer alıyor:
Tarikatçılığından ötürü durumu A fişimizin 5 sayısına kayıtlı Said-i Nursi (Bediüzzaman) ile 15 Aralık 1956 günü Muş Milletvekili Gıyasettin Emre'nin temas ettiği tespit edilmiştir. Adı geçenin geçmiş halleriyle siyasi temayülüne dair mevcut malumatın bildirilmesini rica ederim.
Bilgi için Dahiliye Vekaleti'ne arz edilmiş, gereği için Muş Valiliği'ne yazılmıştır."
Risale-i Nur, bin emniyet müdürünün sağladığı asayişi temin eder
Bediüzzaman Said Nursi, Ankara'yı teşrifinin devlet ricaline bildirilmesi başlıklı bir mektupta Risale-i Nur'un asayişi bozan değil, asayişe yardımcı olan bir eser olduğunu anlatmış. Verdiği örnekte, "Risale-i Nur bin tane emniyet müdürünün sağlayacağı asayişi temin etmezse Allah beni kahretsin." demiş.
İşte Bediüzzaman'ın defin tutanağı
Bediüzzaman, 83 yıllık hayatında büyük sıkıntılar çekti. Ömrünün çoğu hapis ve sürgünde geçti. Hayata gözlerini kapadığında bile rahat bırakılmadı. 23 Mart 1960'ta Urfa'da vefat etti ve oraya defnedildi. Ancak, 27 Mayıs İhtilali'nden sonra buradan alınarak bilinmeyen bir yere götürüldü. O günden beri mezar yeri sürekli tartışıldı. Yassıada evrakları arasından defin belgesi de çıktı. Belgeye göre, naaşı Urfa'dan alınan Bediüzzaman 12 Temmuz 1960'ta Isparta Şehir Mezarlığı'na defnedildi.
Ömrünü Bediüzzaman'ın hayatını araştırmaya adayan Necmettin Şahiner, bu belgenin tartışmalara son noktayı koyacağına inanıyor. Şahiner, "Bu belge 40 yıllık birikimimi teyit ediyor. Görmek için sabırsızlanıyorum." diyor. Şahiner'e göre Isparta Şehir Mezarlığı'na defnedilen Nursi'nin naaşı daha sonra yakın talebeleri tarafından Isparta'da başka bir yere nakledildi. Bir süre önce Nursi'nin naaşının denize atıldığı iddia edilmişti.
Bediüzzaman özellikle son aylarında çok sıkı takibat altına alınmıştı. Ziyaret için geldiği Urfa'da kalmasına izin verilmiyordu. İçişleri Bakanlığı'nın talimatıyla gönderilen polislerin baskısı altındaydı. Bu tartışmalar yaşanırken gözlerini fani âleme kapadı. Urfa'ya defnedildi. Ancak halkın mezarına akın akın gitmesi bazılarını rahatsız ediyordu. Demokrat Parti iktidarının devrilmesinin ardından Bediüzzaman'ın mezarı gündeme alındı. Konya İmam Hatip Okulu'nda öğretmenlik yapan kardeşi Abdülmecit Ünlükul 4 Temmuz'da Konya Valiliği'ne bir dilekçe yazdı. Dilekçesinde kardeşinin mezar yeri uzak olduğu için ziyaret edemediğini ve bulunduğu yere aldırmak istediğini iletti. Darbe yönetimi bu dilekçeyi Üstad'ın mezarını Urfa'dan taşımak için kullandı. 11 Temmuz'da açılan mezar önce Afyon'a, ardından Isparta'ya nakledildi. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'nün gizliliğini kaldırdığı Yassıada belgeleri arasında bulunan 'zabıt varakası'nda defin işlemine ilişkin şu ifadeler yer alıyor: "Konya İmam Hatip Okulu Fehri Arabi hocası Abdülmecit Ünlükul'un Urfa'da medfun kardeşi Said-i Nursî'nin cesedini nakl-i kubur suretiyle Isparta'ya defnine müsaade olunmasına dair 4 Temmuz 1960 tarihli dilekçesi üzerine iş bu talebi is'af edilerek 12 Temmuz 1960 günü Afyon'a getirilmiş bulunan mevtaya ait tabut Afyon'dan teslim alınarak Isparta'ya getirilmiş ve aynı gün akşamı kardeşi Abdülmecit Ünlükul da hazır bulunduğu halde aşağıda imzaları bulunan kabre defnedildiğine dair iş bu zabıt mahallinde tanzim hep birlikte imza altına alınmıştır. Hazır bulunanlar Isparta Vali Muavini Besim Ulcay, Emniyet Müdürü Zeki Vural, Vilayet Jandarma Komutanı Zekeriya Kantekin, Merkez Kumandanı Yarbay Atamer, Merkez Hükümet ve Belediye Tabibi, mevtanın kardeşi Abdülmecit Ünlükul."

09 Eylül 2006, Cumartesi

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - 2] İktidara geldiği gün Menderes'i dinlemek için özel birim kurmuşlar

Yassıada belgeleri, Türkiye'nin telekulakla 56 yıl önce tanıştığını ortaya çıkardı. DP iktidara gelince Menderes'i dinlemek için PTT bünyesinde özel birim kurulmuş.
Başbakanlık'ın kamuya açtığı Yassıada belgeleri, Türkiye'nin demokrasiye geçtiği gün telekulakla tanıştığını ortaya koyuyor. 1950 yılında Demokrat Parti (DP) işbaşına gelir gelmez PTT içinde özel bir dinleme birimi oluşturulmuş. Kime bağlı çalıştığı konusunda bilgi verilmeyen birim, cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların konuşmalarını 'temin etmiş'. Kayıtların bir bölümü 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından talep üzerine mahkemeye gönderilmiş.
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Yassıada'nın duruşma tutanaklarını ve yazışmaları araştırmacılara açtı. Arşivler üzerindeki ilk araştırmayı yapan Zaman, resmî tarihi değiştirebilecek nitelikteki belgeleri yayınlamayı sürdürüyor. 3 bin 200 klasörden oluşan arşivdeki en önemli belgelerden biri telekulakla ilgili. Yassıada'daki Soruşturma Kurulu, Ankara Telefon Müdürlüğü'ne bir yazı yazarak, cumhurbaşkanı ve başbakan başta olmak üzere birçok bakan ve milletvekilinin telefon görüşmeleri hakkında bilgi ister. Cevabî yazısında mahkemenin talebini yerine getiren PTT, 29 Nisan-3 Mayıs 1959 tarihleri arasında dinlemesi yapılan telefonlardan kimlerle ve ne kadar konuşulduğuna dair bir listeyi de teslim etmiş.
PTT'nin 15 Aralık 1960 tarihinde Soruşturma Kurulu'na gönderdiği cevabi yazıda şu ifadeler yer alıyor: "Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden bir müddet sonra hususi bir pozisyon tefrik ettirilmiş ve cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların konuşmaları grup şef ve yardımcıları tarafından temin edilmiştir... Bahis konusu konuşmaları temin eden ve konuşmaların aksaksız olarak devam etmesi için arada sırada araya girerek dinlemede bulunan grup şef ve yardımcılarının ad ve soyadları ikinci listede sunulmuştur." PTT, 29 Nisan-3 Mayıs 1959 tarihleri arasında dinleme yaptığı telefonlarla ilgili bir listeyi de mahkemeye teslim etmiş.
Menderes de CHP'yi dinletmiş
Başbakan Menderes, bir yandan dinlenirken diğer yandan da CHP'yi takip ettirmiş. Menderes, buna gerekçe olarak ülkedeki önlenemeyen olayların bu partiden kaynaklanmasını gösteriyordu. Kayıtların en çok dikkat çekeni eski Başbakanlardan Bülent Ecevit'e ait. Ankara Milletvekili Ecevit, CHP lideri İsmet İnönü'nün gözdelerinden biriydi. Telefon konuşmalarında Hıncal Uluç, Mehmet Ali Kışlalı ve Turhan Dilligil'in sokaktaki olaylara karıştığından bahsediliyor. Dinleme kayıtlarından bazıları şöyle:
Bülent Ecevit (25 Mayıs 1960'da İzmir'de bulunduğu sırada) mecliste meydana gelen kavgayla ilgili Ferit Melen'den bilgi alıyor.
M: Ben Ferit, şimdi geldik meclisten
E: Haber rica ediyorum
M: Mecliste celse açıldı, Turhan Feyzioğlu çıktı güzel bir konuşma yaptı. Ötekiler de cevap verdiler. Ara yerde Kasım söz istedi, Bölükbaşı söz istedi. Söz verilmeyince Kasım fırladı kürsüye bu sefer de onun üzerine yürüdüler. Sıra kapakları havada uçuştu. Yarım saat süren büyük bir muhabere cereyan etti. İki taraftan 20 kadar yaralı var.
E: Bizden kimler var efendim?
M: Müvit Yaycıoğlu, Selim Soley, Turgut Göle...
E: ................... (anlaşılmıyor)
M: Efendim sıra kapağı kalmadı. İki taraf sıra kapakları ile birbirine hücum etti. Polisleri içeri soktular. 20 Haziran'a kadar meclis tatil edildi. Bunun üzerine bizim Esat Mahmut konuştu. Dedi ki; "Hadiseler cereyan ediyor, meclis nasıl bırakır seçime gider?"
E: Seçime mi gider?
M: Tatile gider. Ölen gençlerin cesetlerinin üzerine basıp bayram edeceksiniz, şeklinde ağır bir konuşma yaptı. Karşı taraftan da İzzet Akçal, hükümet olarak esasen biz hür seçime taraftarız DP bir seçim istemektedir, dedi. O takdirle kabul edildi.
E: Ha gündeme alınacak.
M: Ama 20 Haziran'a kadar tatil etti tabi.
Ecevit-(İzzet Akçal olduğunu söyleyen bir arkadaşıyla konuşuyor-14 Haziran 1960)
A: Ecevit Bey, ben İzzet Akçal, Devlet Vekili nasılsınız?
E: Teşekkür ederim.
A: Ecevit Bey'ciğim, birkaç başıbozuk Atatürk Bulvarı'nda bir hareket yapmaya teşebbüs ettiler. Belki gördünüz. Bizi üzen şey büronuza mensup insanların da bunların arasında bulunması.
E: Kim mesela?
A: Doğan Bey filan nümayişçiler arasında bulunmuşlar.
E: Öyle mi?
A: Bundan fevakalede üzüntü duyduk.
E: Öyle mi, öyle mi Turan Bey
A: Bir daha böyle haraketlerin tekkürrür etmemesini rica edeceğim. Biliyorsunuz biz gazetecileri çok severiz. Ben bilhassa kendilerine karşı hususi bir sevgi duyarım. Devlet otoritesinin bu şekilde sarsılmasına müsaade edemeyiz.
E: Söyleyeyim efendim kendisine
A: Onu rica edecektim.
E: Takip için göndermiştik, bir daha
A: Vakıa Yeni Gün'ün de bazı muhabirleri vardı. Onlar hakkında da kanuni muamele yapmaya mecbur kaldık.
E: Yeni Gün'ün mü?
A: Evet
E: Yeni Gün kapandı zannediyorum.
A: Kapanmış olmakla beraber Yeni Gün'de çalışan bazı çocuklar Mehmet Ali Kışlalı ve Can mı idi, neydi çocuğun, onları tevkif etmek zorunda kaldık. Bir daha böyle bir şey olursa maalesef Turan Bey'i de içeri atmak mecburiyetindeyim. Bilmem izah edebildim mi?
E: Evet.
A: Kendileri köşeye çekiliyorlar, gençleri tahrik ediyorlar. Buna mani olacağım. Asrın dahisi Başvekilimiz bu hususta kati talimat vermiştir.
E: Evet beyefendi Vallahi iyi olur. Huzursuzluk duyuyoruz. (Aralarında şakalaştıkları için gülüşmeler)
E: Bizim Mehmet Ali Kışlalı ile Hıncal Uluç mu idi ne idi?
A: Yok canım
E: Götürmüşler yahu çocukları
A: Yok canım
E: Götürmüşler tabi yahu
A: Doğan'ı sen mi gördün orada
E: Ben gördüm.
A: Doğan orada karşıda duruyordu.
E: Hayır bizim serseri de girer de
A: Yahu bu çocukları ne yapsak sendikacılar, cemiyetler uğraşmaz mı bu işlerle?
E: Örfi, işte götürmüşler
A: Kim bu işlerin patronu?
E: Turhan Dilligil
A: Ne Turhan Dilligil canım. Sizin kaç tane cemiyetiniz var yahu.
E: Yahu Turhan Dilligil cemiyetin Genel Sekreteri. Bunu Turhan Dilligil halleder.
A: Sen telefon et de söyle. Seni daha iyi tanır. (gülüşmeler)
E: Sen İzzet Akçal olarak telefon et gene.
Tahkikat Komisyonu'nun açıklanamayan raporları
DP, ülkedeki eylemlerin kaynağını bulmak için Meclis'te bir tahkikat komisyonu kurdu. Komisyon ilk iş olarak CHP'yi takip etti. CHP'li vekillerin olayların organizasyonunu üstlendiğini tespit eden komisyon çalışmalarını tamamlayamadan darbe oldu. İşte kamuoyuna ilk kez yansıyacak raporlardan bazıları:
20 No'lu karar: Olaylarda öncü rol oynayan üniversite talebelerinden Osman Dağlıoğlu CHP ile ilişki içinde.
Komisyonun 25 Mayıs 1960'ta dinlediği Mehmet Erözer isimli bir şahsın sözleri: İstanbul Beyazıt Meydanı'ndaki talebeleri Halk Partisi'nin faal azalarından bir bayan sevk ve idare etmektedir.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun'un evrakları arasından çıkan N.Yersel'e ait bir istihbarat yazısı: "25 Mayıs'ta Kızılay'da toplanan kalabalığa CHP milletvekillerinden Selim Soley konuşma yaptı; Meclis'te çıkan kavgada güçlü oldukları için DP'lilere karşı galebe geldiklerinden söz etti."
Necip Fazıl, Maraş'tan milletvekili olmak için Menderes'e mektup yazmış
Yassıada arşivinde Adnan Menderes'in kasasından çıkan belgeler de var. Ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek'in mektupları da belgeler arasında bulunuyor. Kısakürek, mektupları Osmanlıca olarak kaleme almış. En çarpıcı olanı Menderes'e 'vekiliniz olayım' öne-risinde bulunduğu mektup. CHP'nin muhalefetinden bunalan Menderes'e 'İsmet İnönü ile başa çıkması için yardımcı olmayı' teklif etmiş. Vekil yapılması halinde Meclis'te "Demokrat Parti'nin ateş topu" olacağını belirten Kısakürek, şu ifadeleri kullanıyor: "Seçimlere gidilirse bu azim hamlede benim rolüm düşünülmeyecek midir? Neşriyat ve fiilî konuşma yolu ile bütün Anadolu'yu fethetmek benim için iş midir? Bugün sizi ciddiyetle ve samimiyetle seven Türk milletinin bu duygusunda acaba benim tesir ve telkin hissem ne kadardır? Ve ne kadar olabilir? Memleketim olan Maraş'tan listenizde müstakil olarak mebus çıkacak olursam muhalefetin suratında partinizi angaje etmeksizin tokatların en tesirlisi bulundurulmuş olmaz mı?"
Ünlü şair, 'Efendim' diye başladığı mektubunda ince bir üslup kullanmış. Mektupta şu ifadeler yer alıyor:
"İhya ettiğiniz ve servet sahibi kıldığınız insancıklar bugün kuyunuzu kazmaya bakarken, beni en hasis şartlar altında sizin için nefsini fedadan ve mevcut sanat ve fikir şahsiyetinin olanca prestij ve tesirinizi kefenize atmaktan çekinmemiş olan ferdim. Nihayet feda olmuş bulunuyorum. Muhtemel hayat bakiyemin çok üstünde bir müddetle hapse mahkumum. 18 Mart'ta girmem icap eden hapse sokulduğum an ertesi güne çıkabileceğimi sanmıyordum, bu bir gerçektir. Kaderime teslimim.
Bugüne kadar bana, alet ve madde bakımından haysiyetli bir (organ) imkanın binde biri dahi gösterilmedi. Hep hazırdan hareket edip maya tutturmaya çalıştığım teşebbüsler en büyük manevi kıymetleri devşirdiği halde hiçbir maddi desteğe kavuşturulmadı. Temellendirilmedi.
Seçimlere gidilirse bu azim hamlede benim rolüm düşünülmeyecek midir? Neşriyat ve fiili konuşma yolu ile bütün Anadolu'yu fethetmek benim için iş midir? Bugün sizi ciddiyetle ve samimiyetle seven Türk milletinin bu duygusunda acaba benim tesir ve telkin hissem ne kadardır? Ve ne kadar olabilir?
Memleketim olan Maraş'tan listenizde müstakil olarak mebus çıkacak olursam Meclis'te cephenizin en ateşli hitabet merkezi kurulmuş ve muhalefetin suratında partinizi angaje etmeksizin tokatların en tesirlisi bulundurulmuş olmaz mı?
Daha çıkmamı intaç edecek bir seyirci mevkiinde kalmayı mı tercih ediyorsunuz? Basın affı olmayacaksa bana hastaneden verilecek altı aylık bir tecil ve peşinden arz ettiğim şartlar çerçevesinde günlük bir gazete, harika çapında bir faide getirmez mi?
Bütün vatan yükünü çeken omuzlarınıza lütfen bu fedai dostunuzun tek dirhemlik yükünü de bir an için alınız. Ve sonunda tek dirhemin sizden kaç ton yük hafifleteceğini görünüz. Hayati suallerimin cevabını, biricik vasıtam, rehberim ve muinim Tevfik İleri ile bekliyorum. Ellerinizden öperim."
Sahte ağlayıcılar gibi vicdan kiracısı olarak para almadım
Yassıada'daki dava konularından biri "Örtülü Ödenek" meselesiydi. Uygunsuz para dağıtıldığı iddiasıyla Menderes sanık sandalyesine oturtulmuştu. İddialardan biri Necip Fazıl'a örtülü ödenekten para aktarılmasıydı. Hitabeti ve kalemi güçlü olan Necip Fazıl, Yassıada Mahkemesi'nin başkanı Salim Başol'la ilginç bir diyaloğa girdi. Şahit olarak çağrılan Kısakürek'le Başol arasındaki konuşma şöyle gelişti:
Başkan: Ne iş yapıyorsunuz?
Kısakürek: Bir şey yapmıyorum.
Başkan: Evvelce Büyük Doğu'yu çıkarıyordunuz, başka bir şey çıkarıyor muydunuz?
Kısakürek: Hayır.
Başkan: Sanıkları tanıyor musunuz, akrabalık ve saire suretiyle şahitliğe mani bir haliniz var mı?
Kısakürek: Hayır.
Başkan: Örtülü ödenekten size muazzam yardım yapılmış, gerçi ceste ceste almıştınız. Hangi hizmete mukabil aldınız?
Kısakürek: Benim mevzu'uma talluk eden maddi ve manevi bütün faktörleri gösteren hususları not aldım. İzin verirseniz notlarıma bakayım gayet mücmel ve her şeyi belli edecek şekilde bir nottur.
Başkan: Bakın.
Kısakürek: Evet, ben örtülü ödenekten para aldım. Ne aldığımdan ziyade neden ne yüzden aldığım mühimdir. Ben örtülü ödenekten methiyeci, kasideci, Eski Roma cenazelerinde sahte ağlayıcıları gibi vicdan kiracısı olarak para almadım. Ve bunlardan hiçbirisini yapmadım. 1943'ten 1960'a kadar taştan taşa vurulan, zindandan zindana süründürülen mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolucu, ahlâkçı bir idealin himayesi yolunda para aldım ve bunu bir fikir hakkında en tabii........
Başkan: Bu notları yazmışsınız, okuyorsunuz, burada not olarak kelimesi kelimesine okuyamazsınız öyle olmaz. Ara sıra oraya bakarsanız...
Başkan: Keza, A, B şeklinde yazmış olduğunuz yazılar çıktı, bu yazılar burada okundu.
Kısakürek: Bunlar safha safhadır.
Başkan: Bu yazılardan dolayı birçok çekler almışsınız. Yazı yazmak bu şekilde olmaz.
Kısakürek: Benim 8 seneyi bulan, devre devre aldığım paralar vardır. Bu kemiyetten ziyade keyfiyet meselesidir. Bu yazıları niçin yazmış olduğumu söyleyeyim.
Adnan Menderes ile ilk temasım 1951 senesinde İzmir'de verdiği bir beyanla başlar. Çünkü ben o zaman da muhaliftim. Zatı aliniz bana bir dava dolayısıyla 15 dakikada beraat kararı verdiniz. Adaletin ulvi simasını ben o zaman sizde gördüm. Şimdi muayyen maksadı takip eden...
Başkan: Malum beyanından bahsettiniz, bu ne idi?
Kısakürek: Bu İzmir'de müslümanlara karşı olan beyanı idi. O zaman ümidimizin mihrakı olarak gözümüzü Adnan Menderes'i getirdik.
Başkan: Bundan din istismarcılığı çıkıyor. Zaten hakkındaki iddialardan birisi de bu.
Kısakürek: Samimi bir adam istismarcı olamaz. Samimi olan her şeye istismardır demek mümkündür. Malumu aliniz Adnan Bey o zaman kendisini bir ümit olarak gösterdi ve biz kendisinde böyle bir hedef gördük. İlk temasım 1952 senesinde oldu. Ankara'ya giderek. Evvela Tevfik İleri ile temas ettim. Tavassut eden başta, ortada, sonda fikir arkadaşlığını kayıp ettiğim ve çok yakınlık hissettiğim Tevfik İleri'dir. Temas ettim ve 1952'de günlük Büyük Doğu'yu kurdum. Bana edilen yardımlar üç safha arz eder. Biri; 1952 başından sonuna kadar çıkan ilk Büyük Doğu gazetesi devri, 1956'daki günlük gazete devresi ve ondan sonra hiçbir organım olmadan 1959'a kadar bana verilen peşin paralar halindeki yardımlar...
Başkan: Cem'an ne kadar oluyor tahminen?
Kısakürek: 140 bin lira civarında.
Başkan: 147 bin lira yazıyor.
Kısakürek: Olabilir. 1952'de bana Osmanlı Bankası vasıtasıyla 30 bin liralık bir kredi açtılar. Bu krediyi ben alacağım resmi ilanlar ve temin edceğim satış kârıyla ödeyecektim.
Başkan: Sizden fazla alan gazeteci var mı, biliyor musunuz?
Kısakürek: Onu bilmem muhterem reisim. Şunu bilirim ki, ilk Türk gazetesi olan Takvim-i Vekayi'den bugüne kadar fikre müstenit bir tek gazete mevcut değildir ki, şu veya bu şekilde hükümetten yardım görmesin.
Başkan: Üniversite gençliği ki, süt gibi tertemizdir. Onlar sizin yazış istikametinizi beğenmiyorlar. Gerici buluyorlar. Zaman zaman protesto etmişlerdir.
Kısakürek: Üniversite gençliğinin bana gerici diyen kısmı, sesi fazla duyulan ve önde görünen kısmı. Üniversite gençliğinden onbinlerce gencin benim idealime bağlı olduğunu fakat sesini yükseltemediğini yakinen bilenlerdenim...
Başkan: İdealiniz nedir? Formüle edin.
Kısakürek: İdealimi arzedeyim: Garbın bütün müsbet bilgilerini rönesans anlayışı içinde olmak ve şarkın ruhunu aynen muhafaza etmek, bu inanca sahip etmek ve din aslına sahip etmek, bütün hakikat ve gerçeği idrak etmek, dinin paklığını ve saffetini, asaletini garbın büyük kafasında tekamül ettirmek ve bu ruha tatbik etmektir

09 Eylül 2006, Cumartesi

27 Mayıs 2010 Perşembe

[Yassıada'nın karakutusu açılıyor - 1] Cemal Gürsel'in sansürlenen mektubu

Yassıada'nın 46 yıllık sır belgeleri aydınlanıyor
Başbakanlık Yassıada belgeleri tek tek tasnif edilerek kamunun hizmetine sunuldu.

Arşivdeki ilk araştırmayı yapan Zaman, resmî tarihi değiştirebilecek çok sayıda belgeye ulaştı.

46 yıllık sırlar ortaya çıkıyor

27 Mayıs 1960 sabahı radyodaki ses, her zaman haberleri okuyan spikerden farklıydı. Genç bir albay, ordunun yönetime el koyduğunu duyuruyordu. 10 yıllık DP iktidarı sona ermiş, emekleme dönemindeki demokrasi rafa kalkmıştı. O gün Türkiye için, kendi başbakanını asacak bir süreç başlıyordu. Daha önce kimsenin adını duymadığı Yassıada'da yakın tarihin en büyük siyasi davası başladı. Yassıada'yla ilgili çok şey söylendi. Ancak belgelerin diliyle o süreci anlatmak mümkün olmadı. Aradan 46 yıl geçti. Duruşmalara ait tutanakların gizliliği kaldırıldı. Anayasa Mahkemesi'nin elinde bulunan belgeleri teslim alan Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, bunları araştırmacılara açtı. Yassıada belgeleri 3 bin 527 ayrı klasörden oluşuyor. Belge adedi 100 bini geçiyor.

Belgelerin arasından 46 yıllık yanılgıyı değiştirecek bir mektup çıktı. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, 27 Mayıs darbesinden 24 gün önce Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e bir mektup vermişti. Bugüne kadarki resmi bilgilere göre, Başbakan Adnan Menderes, ülkedeki gelişmelerle ilgili olarak uyarılıyordu. Bu haliyle Yassıada duruşmalarında okundu; Resmi Gazete'de yayımlandı. Ancak gerçek farklıydı. Mektubun orijinalinde Gürsel, birtakım önlemler isterken ilginç bir talepte bulunuyordu: "Menderes'i halk çok seviyor. Cumhurbaşkanlığına getirilmeli." Ancak bu bölüm kayıtlardan çıkarıldı; devlet kurumlarına bile sansürlü hali verildi. Mektubun değiştirildiği iddiası daha önce Alparslan Türkeş'in anılarında gündeme gelmiş; ancak bugüne kadar mektubun aslını kimse görmediği için bu iddia havada kalmıştı.

Demokrat Parti iktidarı 1960 baharında zorlanmaya başlamıştı. İstanbul Üniversitesi ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinin çıkardığı olaylar iktidara fatura ediliyordu. DP'liler ise sokak hareketlerini CHP'nin organize ettiğini düşünüyordu. İktidar, olayların ardındaki gerçeğin ortaya çıkartılması için Meclis'te bir Tahkikat Komisyonu kurmuş ve komisyona geniş yetkiler vermişti. Ankara ve İstanbul'da daha sert tedbirler alınması için Örfî İdare kurulmuş; başına askerler atanmıştı. Ancak tüm bu girişimler hükümet karşıtı cepheyi sertleştirmekten başka bir işe yaramadı. DP üzerindeki baskı artıyordu. 3 Mayıs'a gelindiğinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Gürsel, Adnan Menderes'e takdim edilmek üzere bir mektup yazıp Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e verdi. Ülkenin içinde bulunduğu durumdan hoşnut olmadıklarını belirten Gürsel, önerilerini 15 madde halinde sıralıyordu. 1. maddede Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın istifa etmesi isteniyordu ve "Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan Menderes getirilmedir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim, bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmeli." deniliyordu.

Ethem Menderes mektubu Adnan Menderes'e iletti. Mektup ne basına sızdırılmış, ne de kabine içinde tartışılmıştı. Cemal Gürsel ise mektuba 'muhtıra' misyonu biçmişti. Aradan bir ay bile geçmeden darbe geldi. Ülkenin idaresi Milli Birlik Komitesi'ne (MBK) geçmiş; 24 gün önce Menderes'e cumhurbaşkanlığını teklif eden Cemal Gürsel MBK'nın başkanı olmuştu. Gürsel'in tabiriyle 'milletin çok sevdiği Menderes' idamla yargılanmak üzere Yassıada'ya gönderilmişti. Radyo ve gazetelerde her gün darbenin haklılığını ortaya koyan haberler yayınlanıyordu. MBK ihtilali meşru göstermek için Gürsel'in Ethem Menderes'e gönderdiği mektubu gündeme getirmişti. Mektup 12 Temmuz 1960 tarihli Resmî Gazete'de yayınlandı. Hem Ethem hem de Adnan Menderes mektubun sansürlenerek yayınlandığını fark etmişti. Çünkü Menderes'i öven, "Cumhurbaşkanı olmalıdır." şeklindeki ifadeler Resmi Gazete'deki mektupta yer almamıştı. Ancak yapılacak bir şey yoktu. Başbakan ve bakanların makamlarındaki her türlü eşya ve evraka el konduğu için bu mektubun aslı da artık ellerinde değildi. Gerçeği ispatlamalarının imkânı yoktu. Yassıada duruşmaları başladığında Gürsel'in mektubu yine gündeme geldi. İstanbul-Ankara olaylarıyla ilgili davanın 4. oturumu devam ederken Mahkeme Başkanı Salim Başol, "Cemal Gürsel size gereken uyarıyı bir mektupla yapmış. Niçin gereğini yerine getirmediniz?" diyerek Menderes'i sıkıştırdı. Mektup okundu. Menderes'le ilgili kısım yoktu. Gürsel'in Menderes'i yücelttiği mektup, mahkeme salonunda devrik Başbakan'ı suçlayan bir metin haline dönüştürülmüştü.


[MEKTUBUN TAM METNİ

Aziz vekilim,

Dün geceki konuşmalarımızdan cesaret ve ilham alarak zatıâlilerine, memleketin huzur ve istikrarı için alınması lazım gelen tedbir ve kararlar hakkında düşüncelerimi arz etmeyi milli ve vatani bir vazife bildim.

Sayın başvekilin açıklamalarını dinledim ve okudum; bunlar da benim düşüncelerimin kabulüne müsait bir zeminin henüz mevcut olmadığı aşikâr olarak belli ise de gene de görüşlerimin sizlere iblağının zaruretine inanıyorum.

Muhterem vekilim, şu hakikatı kabul etsek lazımdır ki, Kayseri hadiseleriyle başlayıp son karar ve feci olaylara kadar devam eden vak'alar vatandaş ruhunda derin tesirler ve hükümete karşı telafisi güç hoşnutsuzluklar yaratmıştır. Hele ordunun talebelere karşı akılsızca kullanılması işin vehametini artırmış, ordu mensuplarında da huzursuzluk ve güvensizlik hisleri belirmiş, korkulan şey olmuş, ordu politikaya karıştırılmıştır.

Sayın vekilim,

Bu ahvâl küçümsenecek, cebir ve şiddetle geçiştirilecek şeylerden değildir. Memleket, hükümet ve partinin düştüğü bu müşkül vaziyeti kurtarmak için sükunetli fakat ciddi ve zecri tedbirler almak lazımdır. Bu tedbirler şunlar olmalıdır:

1. Cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan Menderes getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim. Bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmelidir.

2. Kabinede iyi kabul edilmeyen ve suihalleri bütün memlekete yayılmış bulunan zevat çıkartılması ve yeni kabine mutlak dürüst, makul zorcu değil, adalet ve şefkat hissi taşıyan zevattan kurulmalıdır.

3. İstanbul, Ankara valileri ve Emniyet müdürleri süratle değiştirilmelidir.

4. Son çıkarılan ve tahkikat komisyonları ihdas eden kanun kaldırılmalıdır.

5. Ankara Örfi İdare kumandanı değiştirilmelidir.

6. Partilerin ocak, bucak teşkilatı kaldırılmalı, sadece vilayet merkezlerinde mümessiller bulundurmalıdır.

7. Parti faaliyetleri azami senede iki defa vilayet merkezlerinde ve mehdut partililerle yapılmalıdır.

8. Mevkuf gazeteciler bir af kanunu ile kısa zamanda tahliye edilmelidir.

9. Son hadiseden tevkif edilen talebeler tedricen serbest bırakılmalıdır, ilim müesseseleri yeniden faaileyete geçirilmelidir.

10. Şimdiye kadar çıkarılan bütün antidemokratik kanunlar tedricen kaldırılmalıdır.

11. Vatandaş, hürriyet ve eşit muamele hakkına mutlak surette riayet edilmelidir.

12. Ordunun mes'eleleri süratle hal edilmelidir.

13. Din istirmacılığından vazgeçilmelidir.

14. Suiistimaller oluyor mu, bilmiyorum; fakat olduğu hakkında umumi bir kanaat mevcuttur ve milletin hükümete karşı itimatsızlığına sebep olmaktadır. Bu gibi kötülüklerin şiddetle bertaraf edilmesi lazımdır.

15. Müstesna zamanlar ve günler haricinde hükümet büyükleri memleket gezilerinde suni büyük vatandaş toplulukları ile karşılaşmalar yapmak usulü kaldırılmalıdır.

Çok muhterem vekilim;

Bu yazdıklarım asla bir parti ve politika mülahaza ve tesiriyle değildir.

Memleketin durumunun bu tedbirlerin alınmasını zaruri kıldığına inandığım için arz ediyorum. Sizlerin vatanperverlik ve vicdanlarınıza hitap ediyorum. Memleketten çok şeyler yaptığımız muhakkaktır, fakat bu da asla kâfi değildir. Bu yapılan işleri müstemleke idareleri de yapar, yapıyor ve yapmıştır. Asıl mühim olan toplumun ruhunda yaşama şevk ve azminin geliştirilmesi, hak ve hürriyet aşkının kökleştirilmesi ve vatandaş idrakinin yüksek ve necip hislerle donatılmasıdır. Olaylar bu yolda olmadığımızı göstermektedir. Talebelerin hürriyet duygusu ile yaptıkları masumane tezahürata karşı, idarecilerin hatası yüzünden kıtalar sevk edilmesi ve onların desteği ile emniyet kuvvetlerinin ilim yuvalarının içine kadar girerek talebeleri profesörleri beraber coplarla ve kurşunlarla tedip etmesi feci bir şeydir.

O hengamede kız talebelerin yürekler parçalayan çığlıklarının analar, babalar ve halk ruhunda onulmaz yaralar açacağını ve açtığını anlamamak, memleketin huzuru bakımından büyük hata olduğuna kaniim. Bizim, gençlerimizde hak, adalet ve hürriyet duygularının gelişmesinden ve kemalinden memnun olmamız lazıl gelmez mi? İstikbali hissiz, duygusuz müstemleke ruhlu, yalnız maddeci bedbaht insanlara mı bırakmak istiyoruz?

Sayın vekilim, maruzatım muhakkak ki, çok mühim ve hatta çok cüretkârânedir. Fakat memleket için, millet için, hükümet ve hatta partimizin selameti için dikkate alınması lazımdır ve hatta çok lazımdır.

Derin ve sonsuz hörmetlerimi sunarım.

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal GÜRSEL


TUTANAKLARA GÖRE MEKTUBUN TARTIŞILDIĞI AN

Başkan (Salim Başol): Kara Kuvvetleri Kumandanı bulunan ve halen Devlet ve Hükümet Başkanı olan Orgeneral Cemal Gürsel bir mektup yazmış. 3/5/1960 tarihli bu mektup inkılaptan sonra radyodan yayınlandı ve umumi efkâra bildirildi. Resmi Gazete'nin 12 Temmuz 1960 tarih ve 10549 sayılı nüshasının son safihesinde ilan edilmiştir, neşredilmiştir. Bu mektubu aldınız mı?

Ethem Menderes: Aldım efendim.

B: Ne oldu?

E.Menderes: Düşündüm, müteaddit defalar okudum. O günlerde bundan zarar gelmesi ihtimali suretiyle mektubu ifşaa etmemeyi lüzumlu gördüm. Fakat mektuptaki tekliflerden 1.maddesine ben vasıta olacak değilim. Ancak Sayın Başvekile arz edebilirdim. Ayaküstü Gürsel'den böyle bir mektup gelmiş olduğunu söyledim. Neler var, diye sordu. Birkaç maddesini kendisine söyledim.

B: Ayaküstü?

E.Menderes: Bilhassa 1. maddesini söyledim. Alttan birkaç maddesini okudum. 1. madde mühimdi. Onun üzerine sustu. Adeta lisanı haliyle şimdilik bunun üzerinde durmanın zamanı gelmediği gibi bir hal hissettim.

B: Maddelerden hiçbiri ele alınmış değil. (Salim Başol maddeleri tek tek okuyor. Ancak sürekli bahsi geçen 1. maddede Menderes'i öven kısımlar atlanıp, sadece uyarıcı kısımlar vurgulanıyor.) Demek ki böyle bir mektubu ayaküstü başbakana açabildiniz, o da şimdilik yapılacak bir şey yok dedi. Bu mektuptan kimseye bahsettiniz mi?

E.Menderes: Hiç kimseye efendim.

B: Yazık, bunu yazan daha o vakit üç silahlı kuvvetlerden birinin başıydı. Bence tek başına yazılacak bir şey de değil. Çünkü gayet mühim ve tehlikeli. (Adnan Menderes'e dönerek) Peki siz bu mektup hakkında ne muamele yaptınız?

A.Menderes: Bu mektubu şimdi dinliyorum beyefendi.

B: Hiç göstermedi mi?

A.Menderes: Hayır beyefendi. Yalnız Gürsel Paşa'dan bir mektup aldığını söyledi... Bu metni aynen görmüş olsaydım..

B: O vakit lüzum hissetmemişsiniz, şimdi hayati olduğu anlaşılıyor. Hisleri şifahi olarak açmak var, bir de kâğıt üzerine dökmek var. Kâğıt üzerine dökünce ehemmiyet peyda eder.

A.Menderes: Beyefendi nasılsa gafletime gelmiş, ben bunu okumadım. Bu haliyle asla ve kat'a bana anlatılmış değildir.

B: Diğer arkadaşlarınız duymadı mı?

A.Menderes: Hayır beyefendi ayak üzeri konuşuldu.

B: İnkılaptan 24 gün evvel alınmış bir yazı, ehemmiyetli. Peki, münderecatına vukuf peyda etseydiniz ne yapardınız? Böyle bir mektup geldiği halde arkadaşlarınızla paylaşmamanız fahiş bir hata.

A.Menderes: Ehemmiyetli bir mektup olduğunu bilseydim elbette çeker alırdım.


Aydın Menderes: 'Mektubun ortaya çıkması en büyük arzumdu'

Orgeneral Gürsel'in mektubunun sansürlendiğinin ortaya çıkması en çok Adnan Menderes'in oğlu Aydın Menderes'i sevindirdi. Tarihî bir gerçeği aydınlattığı için Zaman'a teşekkür eden Menderes, en büyük arzusunun gerçekleştiğini söyledi. Menderes, şöyle devam etti: "Tarihe ışık tutacak son derecede önemli bir belge gazeteniz aracılığıyla ortaya çıkarılmıştır. Mektubun 27 Mayıs'tan sonra değiştirildiği birinci derece tanıkların beyanlarıyla biliniyordu. Ancak mektubun aslı ortada yoktu. Şimdi mektup orijinaliyle karşımızda durmaktadır. Darbecilerin tarihî belgeleri tahrif ederek, milletine yalan söyleyerek işe başladığını bütün çıplaklığıyla göstermektedir. Artık kimse bu mektup değiştirilmiş iddiasını görmezlikten gelemez. Bu önemli belgenin 27 Mayıs'ı yeni bir boyuta taşıyacağı kesindir. Tarih yazımını değiştirecek yeni bir belgeyle karşı karşıya gelinmiştir. Kendim tatmin olmak için değil ama bu gerçeğin tam olarak ispat edilmesi ve gerçek deliline kavuşması için böyle bir belgeye ulaşılması en büyük arzumdu. Bunu işittiğim vakitte çok büyük bir heyecan ve memnuniyet duydum."

Menderes'in avukatı Talat Asal da Zaman'ın tarihî bir görevi yerine getirdiğini kaydetti. Asal, şöyle dedi: "Bu mektubun orijinal halini ortaya çıkarmış olmanız tarihî bir öneme sahip. Mektup yıllarca sansürlü haliyle takdim edildi ve o şekilde değerlendirme yapıldı. Aslının bulunmuş olması gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Rahmetli Adnan Menderes mektubun kendisiyle ilgili olan kısmını biliyordu. Ancak bu mektup tahrif edilmiş haliyle okunduğu için bir şey demedi. Çünkü oradaki şartlar farklıydı. Bunu ispat edebileceğiniz bir durum yoktu. Söylemesi de bir şey değiştirmeyecekti. Ayrıca Celal Bayar'la ters bir duruma düşmenin uygun olmayacağını düşündü. Ancak bu mektup sansürlenmeden okunsaydı durum çok farklı olurdu.

09 Eylül 2006, Cumartesi
http://www.zaman.com.tr/dizi.do?dizino=5

9 Mayıs 2010 Pazar

"Kızıl Sultan" ve Ermeniler

Haber diye buna derim ben: "Ermeni soykırımı tasarısı İsrail ve Sırbistan parlamentolarında." Tuhaf şey: Her ikisinin de soykırım suçlamalarından başları dertte ama başka bir soykırımı tanıma telaşı içindeler. Bilindiği gibi Sırbistan, Lahey'deki etnik temizlik yargılamasında ancak Srebnenitsa'daki katliamı önlemek elindeyken önlememekle suçlanarak yakayı sıyırabilmiş bir devlet. İsrail ise Başbakan Erdoğan'ın Gazze saldırısı üzerine söylediği 'Bu bir soykırımdır' sözünün acısını çıkarmak derdinde.

Kaldı ki, İsrail'in Ermeni soykırımını tanımaya hiç mi hiç niyeti yok. Anlaşılır bir sebebi var bunun: Soykırıma uğrayan tek ülke olma ayrıcalığını kaybetmek istemiyor. Bunun bir "endüstri", dahası, İsrail'in varlık sebebi olduğunun gayet iyi farkında. O kadar ki, Şimon Peres bir ara şöyle bir laf etti diye demediklerini bırakmamışlardı: "20. yüzyılda iki soykırım oldu. Birisi Auschwitz, diğeri Hiroşima." Nasıl olur da, bir İsrailli devlet adamı 'iki soykırım'dan bahsedebilirdi? Hiroşima'da ölen 140 bin insanın canı cehenneme. Önemli olan, bu evrensel ayrıcalığın İsrail'in elinden alınmaması. "Tarihte tek bir soykırım oldu, o da Yahudi soykırımı" sözünün sahibi, Elie Wiesel adlı Yahudi teorisyenidir.

Ancak İsrail'in ve siyasal Siyonizm'in soykırımı Yahudilere özgü kılma ve yegâne kurban olduklarını işleme dürtüsü, temel bir yanılgıyla malul bulunuyor. Çünkü biliyoruz ki, özelin bilimi olmaz. Özelin hukuku da olmaz. Bir kişi için kanun çıkmayacağına göre, bir soykırım için de hukuk oluşturulamaz. Bilim her zaman genelle ve tekrarlanabilen olgularla uğraşır. Öyleyse İsrail'in soykırım mağduriyetini özelleştirmesi, onun bilimselliğine ve evrenselliğine gölge düşürüyor. Bilimsel ve evrensel kılma yolundaki uğraşlar ise İsrail'in biricik meşruiyetini baltalıyor.

İşte Ermeni soykırımı tezini savunanlar ile Yahudi acısının biricikliğini savunanların yollarının çatallandığı nokta tam burasıdır.

Eğer soykırım bir "insanlık suçu" ise onun bir defa, bir zalim millet tarafından, bir mazlum millete karşı uygulanmış olması, onu nasıl evrensel bir suç kılar? Bu bir defalık bir insanlık kazası olamaz mı?

Öte yandan eğer bu bir insanlık suçu ise öncesinde ve sonrasında da benzer soykırımlar olmuş olmalıdır ve elbette olacaktır. Hukuk sadece geçmiş vakalara yönelik olarak oluşmayacağına, asıl benzer vakaların bundan sonra tekrarlanmaması için yasal düzenlemeler getirmek olduğuna göre gözümüz geleceğe dönük olmalıdır. Geriye doğru bakmaktan boynu kireçlenmiş bir anlayış, hukuk üretemez en başta.

Bu durumda ise soykırımın Yahudilikle başlayıp onunla biten bir suç olduğu iddiası inandırıcılığını kaybeder. Nitekim Zygmunt Bauman'ın soykırımın sosyolojisini yapmayı denediği kitabı "Modernite ve Holocaust", çıktığı zaman soykırımı savunan Yahudileri fena halde rahatsız etmişti; çünkü Zygmunt Bauman, Holocaust'u sadece Yahudilerin başına gelmiş bir defalık bir felaket olarak sunmanın, onu sosyolojik olarak incelemeyi imkânsız hale getirdiğini açık açık yazmıştır. Yehuda Bauer'in "Soykırımı Yeniden Düşünmek" adlı daha yeni tarihli çalışması, işte bu çıkmazı aşma yönünde emek mahsulü bir çaba olarak dikkat çekiyor.

Tarihçi Droysen'e kement atarak objektifliğin sadece 'akılsız insanların işi' olduğuna değinen ve soykırım konusunda 'taraf' olduğunu beyan eden Bauer, önyargılarını da açıkça ortaya koymaktan çekinmiyor. Ama asıl önemlisi, "Soykırım tanımlanabilir mi?" sorusunu sorma cüretini göstermiş olması. Bir Yahudi olarak konuşurken, tanımların her zaman gerçeklerle örtüşmediğinin farkındadır. "Tanımlar" der, "tanımları gereği, hiçbir zaman tanımlamaları gereken olayları tam olarak tanımlayamazlar. (...) Tanımlarımız kaçınılmaz olarak özeldir. Mutlaka diğer olaylarla karşılaştırılmalıdır."

Ne demek istiyor Bauer?

Herhalde şunu: Soykırımın tanımlanması yönündeki çabalar da gerçekliği yakalama yönündeki denize ağ atma çabalarından farklı değil. Denizi kuşatacak bir tanım yapmak mümkün olmadığı gibi, ağda zaman zaman meydana gelen yırtılmalar da tanımlarımızı kaçınılmaz olarak delik deşik hale getirecektir.

Çelişkiler ve hatalar

Dr. Ümit Kardaş'ın 27 Nisan 2010 tarihinde "Zaman"ın Yorum sayfasında yayımlanan makalesi, "İttihatçıların eylemlerini savunmak zorunda mıyız?" başlığını taşıyordu. Ne var ki, yazı sadece 1915 tehcirine karar verip yöneten İttihatçılara vurmuyor, 1843 gibi 'Ermeni sorunu'nun henüz doğmadığı erken bir tarihe kadar giderek neredeyse Osmanlı'nın son yüzyılını bir katliam tarihi gibi yansıtıyordu. Dahası, Ermenileri "katlettiği", hatta "kökünün kazınmasını emrettiği" iddiasıyla II. Abdülhamid'i de hedef tahtasına yerleştiriyordu. Yazının tam da Abdülhamid'in tahttan indirilişinin 101. yıldönümünde yayınlanmış olması ise acı bir hatıra olarak içimize gömülmüştür.

Yazar, anlaşılan, Osmanlı'da Ermeni sorununun çıkış noktası olarak 1843 "Nesturi katliamı"nı görüyor. Oysa bu olayın Ermenilerle hiçbir ilgisi yoktur. Tamamen Nesturilerin Tiyari ve Diz sülalelerine yönelik bir harekât olup çıkış sebepleri çok farklıdır (misyonerlerin kışkırtması, Nesturilerin iç çatışmaları, Kürtlere saldırılar vs.). Kürt lider Bedirhan Bey'in "Nesturi katliamına memur" edilmesi diye bir şey söz konusu değildir. Bu, devlete rağmen yapılmış bir katliamdır. Nitekim Ömer Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri tarafından 8 ay süren bir savaş sonunda esir alınıp sürgüne gönderilerek cezalandırılmıştır. Bu arada katliama uğrayan Aşita köyü Ermeni değil, Nesturi köyüdür ve yazarın zannettiği gibi bu köye saldırı 1843'te değil, 3 yıl sonra, 1846'da gerçekleşmiştir. (Geniş bilgi için W. Jwaide'nin "Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi"ne (İletişim Y., s. 121 vd) ve Hatip Yıldız'ın master tezine (Erzurum, 2000) başvurulabilir.)

Yazarın sözlerinde bazı mantıksızlıklar da göze çarpmaktadır. Mesela bu katliamda "en az 10 bin Ermeni ve Nesturi"nin öldürülüp "büyük bir kısmı"nın "Zap suyuna atıl"dığını söylemektedir. "En az" olan rakamı esas alalım: 10 binin büyük bir kısmı yaklaşık 7-8 bin ettiğine göre orta büyüklükte bir nehre atılan 400 ton miktarında boğazlanmış cesedin herhalde nehri tıkayıp taşmasına yol açması kaçınılmaz olurdu.

Abdülhamid "Ermenilerin kökünü kazıyın" emrini vermiş!

Dr. Kardaş'ın Sultan Abdülhamid dönemine ilişkin "katliam" iddiaları 1877, 1892 ve 1894 tarihlerine aittir. 1877'deki olay, Osmanlı-Rus savaşı sırasında Beyazıt'ta geçer. Yazara göre Türk askerleri ile Çerkezler ve Kürtler, Beyazıt'ta "Gâvurları kesmeli" diye bağırıp 165 Hıristiyan aileyi (kadınlar ve çocuklar dahil) kılıçtan geçirmişlerdir.

Bu anlatım tarzından insan sanki durduk yerde bir katliam yapıldığı izlenimine kapılıyor. Halbuki olayın arka planı çok farklıdır. Rusların ele geçirdiği Beyazıt'taki Ermenilerin onlarla işbirliği yaparak Müslüman halka yaptıkları zulmün, şehrin geri alınmasından sonra gerçekleşen misillemesi olarak değerlendirmek daha doğrudur (ayrıca günlerce aç kalan askerin şehri ele geçirince yaptığı taşkınlıkları da hoş görmemiz değilse de hesaba katmamız gerekir). Daha önce bir Rus binbaşısının manastıra sığınan 37 Kürtü yaktırdığını Rus kaynakları bile inkâr etmiyorken, bu tip olayların tepki uyandırmayacağını mı düşünüyoruz?

Hamidiye Alayları da Ermenilerce çok çarpıtılmış konulardan biridir. İddia şu ki, Hamidiye Alayları'nı Abdülhamid özellikle "Ermenilerin en kötü düşmanları" olan Kürtlerden kurarak soykırımı sistematik bir şekilde yapmak istemiştir. Halbuki Hamidiye Alayları tamamen Kürtlerden oluşmaz. İçlerinde Karapapak Türklerinden tutun da Araplara kadar pek çok milletten birlikler bulunur. Amaç, o zamana kadar göçebe olan aşiretleri kontrol altına almak ve özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu yeni bir Rus-Ermeni istilasına karşı korumaktır. Aynı zamanda Ermeniler yanında Kürtleri de elde etmeye çalışan İngiltere'nin kirli emellerine set çeken bir uygulamaydı ve diaspora Ermenileri arasında ve dış basında ikide bir onun mezaliminden dem vurulmasının altında Abdülhamid'in bu çok yönlü stratejisini hazmedemeyişleri yatmaktadır. Toplam sayıları ise Avyarov'un verdiği rakama göre 29,193 askerdir. ("Osmanlı-Rus ve İran Savaşları'nda Kürtler", Sipan, 1995, s. 227)

Söz konusu yazının bir iddiası da, 1894 "Sason katliamı" emrini bizzat Abdülhamid'in verdiğidir. Abdülhamid'in "direnmeye başlayan Ermeniler"i isyancı ilan ederek "köklerinin kazınmasını emrettiği" doğru değildir. Hamparsum Boyacıyan adlı isyancının bağımsızlık bildirisi yayınlayıp hatta şartlarını Babıali'ye telgraf çekerek bildirdiğini ve Avrupa'nın dikkatini bölgeye çekip müdahalesini sağlamak için nasıl kan döktüğünü bilmeyince nasıl anlayacağız "gerçeği"? Ve nasıl özgür olacağız?

Nitekim Ermenilerin üzerine gönderilen Hüseyin Nazım Paşa'nın anılarında Sason isyanında Abdülhamid'in kan dökülmemesi için ne kadar tedbirli davrandığını, gönülsüz bir şekilde 21 tabur askeri bölgeye göndermesine rağmen bir türlü hücum emri vermediğini, bu yüzden Ermeni çetelerinin azgınlaştığını, Müslüman halk bile direnişe geçmişken, askerin emir gelmediği için müdahalede geç kaldığını, nihayet çetelerin askerin üzerine de saldırmaya başlaması üzerine dağ toplarından açılan ateş ile Müslüman halkın hücumu arasında kalan Ermenilerin ağır kayıplar verdiğini okuyoruz. ("Hatıralarım", Selis: 2003, s. 306-307)

Acaba bir isyanda bile kan dökmekten bu kadar kaçınan bir hükümdarın son dakikaya kadar ateş açma emrini vermediği kaç olay gösterilebilir tarihte?

Neden olaylar bu kadar farklı anlatılabiliyor?

Gerek Ermeni eylemciler, gerekse İngiltere'deki merkezleri, dış basına sürekli yanlış ve yanlı bilgiler sunuyorlardı. Orhan Koloğlu'nun Londra'da çıkan "Armenie" dergisi üzerine yaptığı incelemede Patriğin Sekreteri Minas Çeraz'ın pek çok asılsız haberi kasıtlı olarak yayınladığını itiraf ettiğini tespit etmiştir. ("Abdülhamid Gerçeği", Pozitif: 2005, s. 279-287.) "Türk makamları Ermenileri kıyımdan geçiriyor. (...) Kan dalgalar halinde akıyor"diye yazıyor ve ardından "Avrupa müdahale için ne bekliyor?" diye de soruyordu. Niyeti yeterince açık değil mi?

Öte yandan Abdülhamid, Patrik Nerses'i çağırıp kendisine "Ben karınca bile ezmemeye dikkat eden bir adamım" demiş ve ısrarla kan dökme peşindeki isyancı çetelerle büyük Ermeni çoğunluğu asla aynı kefeye koymamıştı.

1905 yılında kendisine düzenlenen bombalı suikastın arkasından belki de bir Ermeni kıyımını başlatacağını düşünen Patriğe dönüp "Bazı Ermenilerin hatalarının tüm millete suç olarak mal edilemeyeceğini ve Patriğin, milletin sadakat hislerinden emin olduğunu" söylemiştir. Hatta Ermenilere karşı bir ayrımcılık yapmadığını göstermek üzere Alman İmparatoru'nun İstanbul'u ziyaretinde İmparatoriçe'ye nedime olarak Evkine Nakkaşyan ile Araksi Vahan'ı atamıştı. Bunlardan birincisi, Dışişleri Müsteşarı Artin Dadyan'ın kızıdır, ikincisi ise Adalet Bakanlığı Müsteşarı Vahan Efendi'nin kızı.

Bilmem Abdülhamid'e neden "Kızıl Sultan" denildiğini anlatabildim mi? Acaba günün birinde "Abdülhamid katliamına son" diyecek birileri de çıkacak mıdır bu ülkede?


Sultan Abdülhamid: Ermeniler çetelerin kurbanı oldular

Reşid Paşa merhumun son zamanlarına gelinceye kadar Ermeniler adeta on beşte bir olarak Bâb-ı Âli'de Dışişleri ve Darphane ile bazı elçilik maiyetlerinde ve sarraflıkta istihdam olunmaktalar iken, Âli ve Fuat paşalar zamanlarında Dışişleri Bakanlığı'na hemen büsbütün Ermeni memurlar tayin olunmuştu. Ve o tarihten itibaren şimdiye kadar Dışişleri memurlarında çoğunluk Ermenilerde olduğu gibi adalet, maliye, yönetim, eğitim, ticaret ve bayındırlık gibi devletin yönetim birimlerinde dahi istihdam olunmuşlar ve olunmakta bulunmuşlardır. Şu ayrıntıdan da anlaşılacağı üzere Ermeniler bir müddetten beri kapıldıkları bir yanlış ve boş fikri takiben yabancıların kucağına atılıp girmiş oldukları itaatsizlik ve fesatlık yolunu seçmeyerek eskiden beri benimsemiş oldukları doğru itaat ve sadakat yoluna devam ve bunu doğrulayan eserleri ortaya koymaya ihtimam etmiş olsalardı, devletin çeşitli hizmetlerinde bir kat daha ilerleyerek yüksek noktalara ulaşabilir ve belki bakanlığa da dâhil olabilirlerdi.

Mustafa ARMAĞAN



Ermeni meselesi gerçeğiyle yüzleşmeye evet ama hangi gerçekle?


27 Nisan 2010 tarihli Zaman gazetesinin yorum sayfasında Dr. Ümit Kardaş'ın "İttihatçıların eylemlerini savunmak zorunda mıyız?" başlığı altında Ermeni meselesini konu edinen bir makalesi yayımlandı.

Makalesinin özellikle de son kısmında iki defa geçen, önemine binaen böylesi bir tekrar tercih edilmiş olmalı, sanki Kitab-ı Mukaddes'te geçen "Hakikat sizi özgür kılacak" (Yuhanna 8-32) ayetinden mülhem "Hakikatle yüzleşmek özgürleşmek demektir" ifadesi, yazarın bu makaleyi neden kaleme aldığının bir ipucunu vermektedir. Nitekim Kardaş, kendi kurgusu doğrultusunda âdeta cımbızla çekip çıkardığı bazı olayları üç dönem hâlinde özetleyerek, bu hadiseler sırasında yaşanan "hakikatleri" Türkiye'nin kabul etmesi ve bunlarla "yüzleşmesi" gerektiğinin altını çizmektedir. Sonuç kısmında ise, oldukça ilginç şu teklifini gündeme getirmektedir:

"Türkiye, yaşatılan mezalim ve katliamları kabul ettiğini ve bundan dolayı toplum ve devlet olarak en yüksek insani değerler olan hakikat, adalet ve insaniyeti savunduğunu, geçmişte bunu yapanların zihniyet ve eylemlerini mahkum ettiğini bütün dünyaya duyurmalıdır."

Ümit Kardaş'ın kaleminden Ermeni meselesi

Ermeni meselesini 1843-1909, 1908-1914 ve 1915-1916 şeklinde üç dönemde ele alan Ümit Kardaş, makalesini, takriben 72 yıl gibi uzun bir zaman dilimi boyunca Osmanlı Devleti'nin kendi vatandaşı olan Ermenileri sistematik bir şekilde katlettiği tespiti üzerine kurgulamıştır. Dönemin devlet adamlarından özellikle de Sultan II. Abdülhamid'in (1876-1909) ve Dâhiliye Nâzırı Talat Paşa'nın isimlerini zikretmek suretiyle, bunların takip ettikleri siyasetin Ermenilerin katledilmesinde belirleyici olduğunu anlatmak istemektedir. Ayrıca Kürt aşiretlerinden oluşan Hamidiye Alayları'nın kurulmasını ve bu olaylardaki rollerini gündeme getirerek yaşananların bir devlet siyaseti olarak gerçekleştiğini imâ etmektedir. Yazar, Ermenilerin Osmanlı Devleti tarafından zulme ve katliama tabi tutulduklarına dair bilgilerin kaynağını ise Avrupalı ve Amerikalı gazeteler, yabancı diplomatlar, misyonerler, Avrupalı devlet arşivleri ile Osmanlı Divan-ı Harbi tutanaklarına dayandığını söylemektedir. Bütün bunları zikrettikten sonra, bu süreçte yaşanan "mezalim", "katliamlar" ve "insanlık trajedisi"nin Türkiye tarafından kabul edilmesini bir çözüm olarak gündeme getirmektedir. Ümit Kardaş, bu değerlendirmelerinin ardından şu ilginç sosyo-psikolojik tespitiyle makalesini tamamlamaktadır: "Türkiye, Ermenilerin acılarını azaltırken kendi korku, kompleks ve kaygılarından da kurtularak özgürleşecektir."

Kardaş'ın Ermeni meselesi hakkında çizmiş olduğu bu çerçeve ve yorumlar tarihî hakikatlerle ne kadar örtüşmektedir? Geçmişte yaşanan bu hadiselerden dolayı Türkiye hakkında yaptığı sosyo-psikolojik tespitleri ne kadar gerçekçidir? 1843-1916 yılları arasında cereyan eden olayları bu şekilde okumak, takdim etmek ve daha da önemlisi aradan geçen bunca zamandan sonra bunları "kabul" etmek ne kadar makuldür? Bu hadiselerde yaşananların kabul edilmesini, bir katilin işlediği cinayeti ve dolayısıyla günahını itiraf etmesi suretiyle "günah çıkarmakla" vicdanını temizlemesi mesâbesine indirgemek aynı şekilde ne kadar doğrudur?

Bu makalemizde, başta Ümit Kardaş'ın ilgili bazı tespitleri olmak üzere, yukarıda tevdi ettiğimiz soruları mümkün olduğunca cevaplandırmaya gayret edeceğiz. Fakat konu ele alınırken daha ziyade uzmanlık alanımız olan II. Abdülhamid'in (1878-1909) dönemiyle sınırlı kalmaya çalıştık. Kardaş'ın Lemkin ve soykırım tespitleri ile 1915-1916 Tehcirleri başlıklarını konunun uzmanı diğer meslektaşlara bırakıyoruz.

Sultan II. Abdülhamid ve Ermeni olayları

Ümit Kardaş'ın makalesinde, Ermeni meselesiyle alakalı olarak Sultan II. Abdülhamid'in saltanat yıllarında cereyan eden şu gelişmeler geçmektedir: 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi, 1892 yılında Hamidiye Alaylarının Ermenilere karşı kurulması, 1894 Sason ve 1908 Adana olayları. Yazarın zikrettiği bu ve benzeri olayların, dolayısıyla Ermeni meselesinin şekillenmesinde 1877-1878 Rus Harbi önemli bir rol oynamıştır. Rusların, bu savaşta elde ettiği başarılarla Doğu Anadolu'ya girmesiyle birlikte Osmanlı Ermenileri ile doğrudan temasa geçmeleri, ayrılıkçı Ermenileri bir hayli heveslendirmiş ve cesaretlendirmişti. Özellikle de harbin sonunda imzalanan 1878 Ayastefanos Antlaşması'nın ve 1878 Berlin Kongresi'nin bazı maddeleri mucibinde Osmanlı Ermenileri, âdeta Avrupa devletlerinin ve kamuoyunun diplomatik ve resmî koruması altına girmişlerdi. Alman İmparatorluğu hariç, başta İngiltere ve Rusya olmak üzere diğer Avrupalı Büyük Devletler diplomasileriyle; Avrupa matbuatı yayınlarıyla ve kamuoyu ise maddî ve manevî destekleriyle sürekli olarak Ermenilerin yanında yer almışlardı. Böylesi bir ortamda Anadolu'da patlak veren her olayın ardından, ki bunların ekserisi komitacıların çıkardıkları, Ermenileri isyana teşvik etmeye ve Avrupa devletleri ile kamuoyunun dikkatlerini bu bölgeye çekmeye matuf terör olaylarıdır, doğrudan Ermenilerin katledildiği şeklindeki haberler ve yorumlar Avrupa matbuatında yer almaktaydı. İlgili yayın organlarına bakılırsa, sadece ve sadece katledilen Ermenilerin sayısı on binleri, hatta yüz binleri geçmiş olarak verildiği halde, Ermenilerin katlettikleri Müslüman ahaliden hemen hemen hiç bahsedilmediği görülecektir. Bölgede bulunan konsolosların kaleme aldıkları raporlarında da benzer bir yaklaşım söz konusudur.

Bu şekilde Sultan II. Abdülhamid'n döneminde, Ermeni komitaları tarafından irili ufaklı takriben 40'tan fazla anarşist eylem, isyan denemesi ve isyan gerçekleştirilmiştir. Bunlardan birkaç tanesini örnek olarak vermenin yeterli olacağını düşünüyoruz: 1890 Erzurum, 1892-93 Merzifon, Kayseri ve Yozgat, 1894 Sasun, 1895 Bâb-ı Âlî baskını, 1895 Zeytun, 1895 Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum, Muş ve Bitlis, 1896 Van, 1896 Osmanlı Bankası işgali ve İstanbul saldırıları, 1905 Sultan Abdülhamid'e suikast ve 1908 Adana isyanları. Yukarıdaki satırlarda ifade ettiğimiz gibi sayıları 40'ın üzerinde olan bu hadiselerden özellikle de Osmanlı başşehri ve aynı zamanda dünyanın önemli merkezlerinden olan İstanbul'da cereyan eden 1895 Bâb-ı Âlî ve 1896 Osmanlı Bankası baskınları dikkat çekici tarihî vakıalardır.

Ermeni komitacılar ve göstericilerin Osmanlı sadrazamının kapısına kadar dayanmaları, takriben bir yıl sonra bu kez Osmanlı Bankası'nı işgal etmeleri, yine aynı gün başta Kumkapı olmak üzere bugünkü İstiklâl Caddesi üzerinde terör eylemleri yapmaları oldukça önemlidir. Aynı anda yapılan bu silahlı ve bombalı saldırılarla İstanbul'da hayat âdeta felç olmuştu. Sayıları 50-100 arasında olduğu tahmin edilen teröristler ve bunlara destek veren Ermeniler, aynı anda planlı bir şekilde İstanbul'un çok hareketli ve önemli yerlerinde silahlı ve bombalı nokta saldırılar yapmışlar; binaları işgal etmişler, sokaklara barikatlar kurmuşlar ve emniyet kuvvetleriyle çatışmaya girişmişlerdi. Osmanlı hükümeti ise, bunlara karşı etkili bir şey yapmadığı gibi, İstanbul'daki Avrupalı diplomatlarının devreye girmesiyle teslim olan bu teröristler, ellerini kollarını sallayarak Şişhane'den Tophane'ye inerek bir yatla İstanbul'u terk etmişler ve vardıkları Avrupa limanlarında kahramanlar gibi alkışlanmışlar; gazetelere röportajlar vermişlerdi.

Bunlar dışında Ümit Kardaş'ın makalesinde gündeme getirdiği 1894 Sasun ve 1909 Adana olayları da önemli ve ilginç gelişmelerdir. Hadiselerin başlaması ve ilgili gelişmelerin bir isyan olduğu, ardından Müslüman ahalinin bunlara karşı kayıtsız kalmamasıyla, karşılıklı bir çatışma halini aldığı ve böylece hem Ermenilerden hem de Müslümanlardan insanların hayatını kaybettiği bilinmektedir. Gerek bazı Avrupalı konsoloslar gerekse gazetecilerin buralardaki olaylar hakkında verdikleri bilgilerin kasıtlı ve abartılı olduğu, yapılan akademik çalışmalarda ortaya çıkarılmıştır. Yine Hamidiye Alayları ise, bölgedeki Ermenileri baskı altında tutmak veya bunları katletmek için değil, aksine daha genel bir sosyolojik, askerî ve stratejik amaçlar doğrultusunda kurulmuştur. Fakat bunlar daha sonra kontrol dışına çıkarak Ermeniler dahil bölge halkına karşı çeşitli zulümler yaptıkları da bir vakıadır. Hamidiye Alayları'nın bölgedeki kontrol dışı hareketleri ve zulümleri, bunların Ermenileri yok etmek için kurulmuş özel askerî birlikler olduklarını göstermez.

Sadece birkaç noktasına kısaca temas edilen II. Abdülhamid dönemi Ermeni Hadiseleri, Osmanlı merkezî idaresinin kasıtlı-planlı bir siyaseti veya zulmü neticesinde kesinlikle patlak vermemiştir. Aksine bunlar, Ermeni komitacılarının genel bir Ermeni isyanı çıkarmak ve Avrupalı devletlerin dikkatlerini çekmek suretiyle bunların doğrudan müdahil olmalarını sağlamak ve nihayetinde kendi millî devletlerine ulaşmak amacıyla yaptıkları terör olaylarıyla başlamıştır. Ermeni komitacıların, bağımsızlık yolunda suistimal etkileri ve gündeme getirdikleri problemler ve sıkıntılar aslında sadece Ermenilerle ilgili değildi. O günlerde devletin içinde bulunduğu malum sosyo-iktisadî ve siyasî problemler Müslim ve gayrimüslim, kısaca bütün Osmanlı vatandaşlarının hayatlarını aynı derecede olumsuz olarak etkilemiştir. Kaldı ki, bu tarihlerde gayrimüslimlerin sosyo-iktisadî durumlarının Müslimlere göre çok daha iyi olduğu net bir şekilde bilinmektedir. Sonuçları itibarıyla içe kapanan ve çözülmekte olan bir devletin yaşamış olduğu ve genele hâkim olan kronik sıkıntılardan bahsediyoruz. Dönemin hükümdârı II. Abdülhamid ise, bunun farkında olduğu için devletin durumunu mümkün olduğu kadarıyla düzeltmeye çalışmış; başta eğitim olmak üzere, askerî, tarım, ulaşım ve kültür gibi alanlarda modernleşme faaliyetlerini yapmaya gayret etmiştir.

Sultan II. Abdülhamid bunları yapmaya çalışırken, buna karşın Ermeni komitacıları ise, tam tersine devletin bu zayıf durumundan istifade etmek; hatta devleti daha da zayıflatarak tıpkı Moralı Greklerin, Sırpların, Bulgarların ve Rumenlerin yaptıkları gibi Osmanlı'dan ayrılarak kendi millî devletlerini kurmayı arzu etmekteydiler. Nitekim bunu gerçekleştirmek için harekete geçmişler; mücadele etmişler ve pek çok terör eylemleri gerçekleştirmişlerdir. Osmanlı siyasî otoritesi ise, bunların nihaî amacının ne olduğunu fark ettiği için, bunlara karşı tedbirler almaya ve engel olmaya çalışmıştır.

Şayet tam tersine Ermeni komitaları istedikleri sonucu elde etselerdi, bugün bunların hiçbirisi konuşulmayacak; çok daha farklı bir tarih kurgusundan ve farklı bir coğrafyadan bahsedilir olacaktı. O zaman kim ne ile yüzleşir; kim kimden özür dilerdi, bilemiyoruz.

ABDÜLHAMİD'İN TARİHÎ MİRASINA HAKSIZLIK ETMEK

Kısaca bir kez daha belirtmek gerekirse, Sultan II. Abdülhamid böylesine bir ayrışmanın ve çatışmanın müsebbibi veya mimarı hiçbir zaman olmamıştır. Tam tersine bunların mimarı, öncelikle Ermeni komitaları ve kendi siyasî menfaatleri için bunları kullanmak isteyen ve destek veren Avrupalı belli diplomatik çevrelerdir. II. Abdülhamid, hükümdârı olduğu devleti ve milleti korumanın sorumluluğunun bilincinde meşru bir otorite olarak, bunlara karşı durmaya ve engel olmaya gayret etmiştir. Yapmak istediği tek şey vardı: Ayakları altında kayıp gitmekte olan halıya sahip çıkmak; bunu çekmeye çalışanlara engel olmaktı. Aksini iddia etmek, Sultan II. Abdülhamid'e ve onun tarihî mirasına haksızlık etmek olduğunu, düşünüyoruz.

II. Abdülhamid'in saltanat yıllarında veya genel olarak Osmanlı Devleti'nin çözülme döneminde karşımıza çıkan Ermeni Meselesi'ne bu boyutundan bakıldığında, Ümit Kardaş'ın kurgusundan çok farklı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, Kardaş'ın makalesinde bahsettiği hadiseler, belli bir etnik veya dinî grubun ortadan kaldırılmasına matuf planlı ve programlı bir siyasetin sonucu olarak patlak vermemiştir. Aksine meşrû bir devleti hedef alan terör/isyan hareketlerine karşı o devletin kendini korumasıyla ortaya çıkmış olan gelişmelerdir. Ayrıca bunlarda sadece Ermeniler değil, aynı şekilde Müslüman ahaliden çok sayıda insan da hayatını kayıp etmiştir.

Geçmişte cereyan eden bu tür ayrışmaların ve bu süreçte yaşananların ve belli bir kurgudan hareketle sadece bir tarafın kayıplarının ısrarla gündeme getirilmesinin, tarihî bir hakikatin ortaya çıkmasına; bu şekilde geçmişle yüzleşmeye vesile olacağını düşünmüyoruz. Aksine çok daha yeni farklı bölünmelere ve daha ağır çatışmalara neden olacaktır.

Doç. Dr. Necmettin Alkan