| |||
| |||
Lemkin, 1948'te uluslararası bir suç haline getirilen Birleşmiş Milletler Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi'nin kabul edilmesini öneren ve bu konuda yoğun girişimlerde bulunan bir hukukçuydu. 1921 yılında Talat Paşa'nın Berlin'de bir Ermeni genci tarafından öldürülmesi davasıyla ilgilenen Lemkin, dava dosyasından hareketle Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşananlarla ilgili bir dosya oluşturmaya başlamıştı. Profesör hocasıyla davayı tartışması sırasında Talat Paşa'nın eylemleri nedeniyle yargılanmasını gerektirecek hiçbir uluslararası hukuk kuralının bulunmadığını öğrenmesi ve hocasının bu durumu çiftçinin kümesindeki tavukları öldürmesinin hesabının kendisinden sorulamayacağı örneğiyle açıklaması Lemkin'i derinden sarsmıştı. Ermenilerin 1843-1915 arası Osmanlı yönetimi tarafından uğratıldıkları mezalim (zulümler zinciri) Lemkin'in barbarlık suçu olarak adlandırdığı soykırımı kavramlaştırmasında etkili olmuştur. Lemkin, 1933'te Madrit'te Milletler Cemiyeti'nin düzenlediği uluslararası hukuk konferansında ilk kez "soykırım" kelimesinin öncüsü olan "uluslararası hukuk suçu" kavramını kullanmıştır. Avrupa'yı korkunç bir yıkıma sürükleyen Nazi Almanyası'nın 1939 yılında Polonya'yı işgalinden sonra orduya katılan Lemkin, Polonya'nın yenilgiye uğraması üzerine anne ve babasını geride bırakarak Amerika'ya gidecek daha sonra Nürnberg duruşmalarında danışman olarak görev yaparken bütün ailesini Nazi kamplarında kaybettiğini öğrenecekti. 1944 yılında yayımlanan İşgal Altındaki Avrupa'da Mihver Egemenliği (Axis Rule in Occupied Europe) isimli kitabında bir ulus ya da etnik grubun yok edilmesine yönelik mezalim ve katliamın adını vermişti.Yunanca Genos (ırk, soy), Latince (öldürme, kırım) kelimelerinden türettiği soykırım (genocide, jenosit). Lemkin'e göre soykırımın bir ulusun doğrudan yok edilmesi anlamını taşıması şart değildir. 1946 yılında BM Genel Kurulu, Soykırım Deklarasyonu'nda soykırımın bütün grupların var olma hakkını ortadan kaldırdığını, bunun insanlığın vicdanını şoke ettiğini belirterek,soykırımı "uluslararası hukuk kapsamına giren bir suç" olarak oybirliğiyle kabul etti. Ancak Lemkin'in arzusu, bunun ötesinde soykırımın suç olarak işlenmesinin önlenmesi ve cezalandırılmasına yönelik bir sözleşmenin yapılmasıydı. Nitekim bu arzusu da 1948 yılında BM Soykırım Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi ile gerçekleşecekti. Lemkin, 1959 yılında 59 yaşındayken yoksul bir halde New York'ta bir otel odasında öldü. İnsanlar yalnız bıraktıkları bu idealist insanlık savunucusunun mezar taşına hiç olmazsa "soykırım sözleşmesinin babası" yazma inceliğini gösterdiler. 1843-1908 dönemi 1843'te Ermeniler ile birlikte Nesturilerin daha yoğun olarak yaşadıkları Hakkari sancağına bağlı Aşita (Hoşut) halkına yönelik katliama memur edilen Kürtlere komuta eden Bedirhan Bey, dağlara kaçmış Ermeni ve Nesturileri ikna ederek silahlarını toplamış, daha sonra da katliam uygulanarak öldürülen insanların büyük bir kısmı Zap Suyu'na atılmıştır. Kadın ve çocukların çoğunluğu ise köle olarak satılmıştır. Bu katliamda en az 10.000 Ermeni ve Nesturi'nin öldürüldüğü belirtilmektedir. 1877'de Osmanlı-Rus savaşının çıkmasıyla Ermenistan tekrar savaş alanına dönmüş, "gavurları kesmeli" diye bağıran askerler, Çerkezler ve Kürtler Beyazıt'ta 165 Hıristiyan aileyi kadınlar ve çocuklar dahil kılıçtan geçirmişlerdir. 1892'de Abdülhamit, Kürt aşiret reislerini İstanbul'a çağırmış, kendilerine askerî unvan, üniforma ve silah vererek 22.500 kişilik "Hamidiye" süvari alaylarını kurdurmuştur. Böylece Abdülhamit, İngiltere-Rusya dış politik dengeleri içinde oynayarak İmparatorluk içinde yaşayan bir etnik-dinî topluluğa karşı bir başka etnik-dinî topluluğu Müslüman olan-olmayan ayrımı üzerinden örgütlemiş bulunuyordu. Bâbıâli, Ermenilerin en kötü düşmanlarını onların muhafızı olarak görevlendirerek barış zamanında dahi onları ezecek bir güç yaratmış oluyordu. Ermenilere yapılan zulümler 1894 Eylül'ünde Sason katliamıyla doruğa çıkıyordu. Abdülhamit direnmeye başlayan Ermenileri isyancı ilan ederek, bunların kökünün kazınmasını emrediyordu. Bu katliamdan sonra İngiltere, Rusya, Fransa delegelerinden oluşan komisyonun Avrupalı delegeleri Abdülhamit'in bağımsız çalışmalarına izin vermemesi üzerine soruşturmadan çekildiler. 1908-1914 dönemi Avrupa ve Amerika meşrutiyeti amaçlayan Jön Türkler'e her türlü desteği veriyordu. Hareket Ordusu'nun İstanbul'a yürüme tehdidinde bulunması üzerine Abdülhamit 24 Temmuz 1908'de meşrutiyeti ilan ediyordu. Hiçbir ayırım olmadan halk hem şaşkınlık hem de sevinç içindeydi. Ermeniler de İttihat ve Terakki'nin dışarıdan destekleyip kontrol ettiği hükümeti sevinçle karşılayarak eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganlarına inandılar. İngiltere ve Fransa kredi açarak, hazine ve donanma için danışmanlar göndererek yeni rejimi destekliyordu. 1895 ve 1896 katliamlarının sonuçlarını hafifletmek için Avrupa ülkeleri insanî yardım etkinliklerini artırdılar. Hıristiyan yetim çocuklar Doğu Anadolu'da açılan çocuk yuvaları ve okullara yerleştirildiler. II. Meşrutiyet her ırk ve dinden halklar arasında eşitlik yaratmanın güvencesi olarak görüldü. Ancak 14 Nisan 1909'da yeniden Adana'da Müslümanlarca Hıristiyanlara yönelik katliamlar başlıyordu. İTC'nin Ermeni Taşnak Partisi'yle yakın ittifakı katliamların artmasındaki önemli nedenlerden biriydi. İlk kez Ermenilerle Doğu Hıristiyanları arasında ayırım yapılmıyordu. Ermenilerin yanında Süryani-Ortodoks ve Süryani-Katolikler ve Kildaniler de öldürülüyordu. Kuşkusuz Ermenilerin zekâları ve ticarî yetenekleriyle ticaret, bankacılık, komisyonculuk alanlarında ve eczacılık, doktorluk, avukatlık gibi mesleklerde başarılı oldukları ve zenginleştikleri açıktır. Bu durum Ermenileri gayrimüslim olmaları nedeniyle içte hedef haline getirmiştir. Ermeniler ticarî ve tarımsal unsur olarak Anadolu'nun Almanlaştırılmasının önünde bir engel olmuştur 1909 Adana Katliamı'ndan sonra 1913'e kadar süren bir iyi niyet dönemi görülmektedir. İTC militan Taşnak Partisi'yle ilişki geliştiriyordu. Demokratik bir partiye dönüşen bu parti 1912'de yenilenen Meclis-i Mebusan'da üç üyeyle temsil ediliyordu. Bu mecliste ayrıca altı bağımsız Ermeni üye bulunuyordu. (1876 Meclis-i Mebusan'ında 67 Müslüman, 48 gayrimüslim üye bulunuyordu). Ancak I. Balkan Savaşı'ndaki yenilginin ardından 1913 yılı Ocak darbesiyle iktidarı ele geçiren (Bâbıâli Baskını) İTC, nüfusu homojenleştirme ve planlı etnik temizlik yoluyla imha ve tehcir politikasını uygulamaya başladı. Talat Paşa etnik toplulukları anayurtlarından tehcir etme ve daha önce hiç yaşamadıkları bölgelere dağıtma üzerine kurulu nüfusu homojenleştirme planları hazırladı. Kürtler, Ermeniler ve Araplar gönderilecek, yerlerine Boşnaklar, Çerkezler ve diğer Müslüman göçmenler getirilecek, yerlerinden edilen etnik gruplar gittikleri yerde nüfusun yüzde onundan çoğunu oluşturmayacaktı. Ayrıca bu gruplar hızla asimile edileceklerdi. Zaten 1914'te Rumlar batı kıyılarından zorla tehcir edilmişlerdi. Enver Paşa için emir-komuta dışında örtülü operasyonlar yapacak özel görev kuvvetlerinin varlığı önemliydi. Balkan Savaşı'ndan önce kurduğu gizli bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa'yı daha sonra devlet organına dönüştürdü. Bu örgütte istihbarat subayları, casuslar, sabotajcılar, kiralık katiller bulunmaktaydı. Bu örgütün ayrıca Kürt aşiretlerinden oluşan bir milis gücü vardı. Eski suçlulardan oluşan gönüllüler de örgüt içindeydi. Talat Paşa,Teşkilat-ı Mahsusa'nın ana gövdesini oluşturan çeteleri hapishanelerden tahliye ettirdiği eski suçlulardan oluşturmuştu. Anadolu'daki Teşkilat-ı Mahsusa, 3. Ordu'nun emrine verilmişti. 1915-1916 tehcirleri Alman destekli Pan-İslamist politika, İmparatorluk sınırları içinde yaşayan gayrimüslimler için ölümcül çözüme giden bir yolun açılmasıydı. 1915'te başlayan tehcirlerin koşulları daha önce yapılanlardan çok farklıydı. İki ay içindeki uygulamalar sadece Ermenileri değil, Doğu Anadolu'daki tüm Hıristiyanları kapsıyordu. Söz konusu tehcirler yeniden iskân olunarak düşünülemezdi. Çünkü belirlenen yerler yaşanabilecek koşulları taşımadığı gibi bu yerlere ulaşabilenlerin sayısı da azdı. Birçok kişi doğdukları ve yaşadıkları yerleşim birimleri içinde ya da dışında hemen diğerleri yaya çıkarıldıkları yollarda öldürülmüştü. Hemen öldürülenlerin çoğu erkekti. Kadınlar ve çocuklar güney çöllerine doğru sürülen kafilelerin en büyük bölümünü oluşturuyordu. Bu kafilelere de sürekli saldırılıyor, kadınlar tecavüze uğruyor, çocuklar kaçırılıyordu. Vilayet görevlileri yola çıkarılanlara yiyecek, su ve barınak sağlamak için hiçbir tedbir almamışlardı. Buna karşılık üst düzey memurlar ve yerel siyasetçiler ölüm mangalarını harekete geçirmişlerdi. Bu gruplar tehcir edilenlerin mallarına el koyuyor, bir bölümünü dahiliye nezaretine gönderirken, bir bölümünü zimmetlerine geçiriyorlardı. Mezalim şeklinde cereyan eden tehcirin bu hali alması Almanları dahi rahatsız ediyor, yapılan tehcirler nüfus mübadelesi değildi. İngiliz sosyal tarihçi David Gaunt'un belirttiği gibi bu tehcirlerin amacı özgül bir nüfusu tamamen özgül bir alandan çıkarmaktı. Hızla yapılması istendiğinden gözdağı, şiddet ve zulüm unsuru artıyordu. Yeniden iskân gibi bir amaç taşınmadığından tehcir edilen nüfusun nereye gittiği ya da fiziken yaşayıp yaşayamayacağı yönetimi de orduyu da ilgilendirmiyordu. Ermenilerin sahip olduğu yüksek derecedeki kültür ve uygarlık onlara yapılan bu mezalimi dünyanın gözünde çok daha korkunç hale getirmişti. Talat Paşa yanılgı içinde son noktayı şöyle koyuyordu: "Artık Ermeni sorunu diye bir şey yok." Sonuç ve öneriler Yukarıda belirtilenler kuşkusuz yaşananların kapsamını, boyutunu, ağırlığını ifade edemez. Bu mezalim ve katliamlar Avrupa ve ABD gazetelerinde düzenli olarak yayımlandığı gibi Osmanlı İmparatorluğu'nun müttefikleri olan Almanya ve Avusturya dahil İngiltere ve ABD'nin resmi belgeleriyle, Osmanlı Divan-ı Harbi'nin tutanaklarıyla, diplomat ve misyonerlerin anlatımıyla, komisyon raporlarıyla, hayatta kalanların anlatımıyla ortaya çıkmıştır. İster Ermenilerden bazı unsurların hak talepleriyle ayaklanmaları, ister dış güçlerle harekete geçirilmeleri olsun hiçbir gerekçe bu insanlık trajedisini meşrulaştıramaz. Yaşananları hukuki ve teknik bir kavram olan soykırım üzerinden tartışmak yanıltıcıdır. Yaşananlar teknik bir kavrama sığamaz ve bunun içinden ifade edilemez. Mezalim ve katliam insaniyetle bağdaşmaz. İnsanlığın vicdanında mahkum olmak, soykırımla yargılanmaktan daha haysiyet kırıcıdır. Hakikatleri gizleme ve inkâr üzerine kurulan bir düzen, devleti ve toplumu hastalandırır ve çürütür. Türkiye'nin siyasetçilerinin, akademisyenlerinin, gazetecilerinin, tarihçilerinin ve din adamlarının toplumun hakikatlerle yüzleşmesini sağlayacak yönde gayret göstermeleri gerekmektedir. Hakikatle yüzleşmek özgürleşmek demektir. Yaşanan acıların müsebbibi olanları atalarımız olarak kabul edip savunmak bize onur getirmez. Abdülhamit ve İTC'nin ileri gelenlerinin ve bunlara bağlı kadroların, çetelerin ve çapulcuların eylemlerini sahiplenmek ve savunmak insani ve ahlaki bir tavır değildir. Türkiye, yaşatılan mezalim ve katliamları kabul ettiğini ve bundan dolayı toplum ve devlet olarak en yüksek insani değerler olan hakikat, adalet ve insaniyeti savunduğunu, geçmişte bunu yapanların zihniyet ve eylemlerini mahkum ettiğini bütün dünyaya duyurmalıdır. Bu yapıldıktan sonra Diaspora'da yaşayan tüm Ermenilere yurttaşlık daveti yapılmalı ve kendilerine TC yurttaşlığı verilmelidir. Bu Diaspora Ermenilerinin, atalarının binlerce yıl yaşadığı, mallarını, mülklerini, anılarını ve tarihlerini baskı sonucu bıraktıkları coğrafyaya dönüşleriyle birlikte öfkeye dönüşen acılarını azaltacaktır. Ermenistan sınırı hiçbir koşul öne sürülmeden açılmalıdır. Vicdan, insanlık ve akıl bunu gerektirmektedir. Türkiye, Ermenilerin acılarını azaltırken kendi korku, kompleks ve kaygılarından da kurtularak özgürleşecektir.Dr. Ümit Kardaş |