21 Mart 2012 Çarşamba

İstiklal Mahkemesi, sanıkları asabilmek için yürürlüğe girmemiş kanuna sarılmış


Nobel Ödüllü romancı William Faulkner öyle demiş: "Biz tarihe doğru gitmeyiz, tarih dalgalar halinde üstümüze gelir ve bizi geleceğe doğru iter."

Türkiye'nin son yıllarda içine girdiği tarihe dönüş eğilimi, bu sözün ışığında yeniden düşünülmeli. Uzun bir süre tarihin önüne set çekilebileceği sanıldı, lakin sular artık barajın üstünden boşalmakta, bizi de beraberinde sürüklemekte.

Ne demek mi istiyorum? Şunu:

"Muhteşem Yüzyıl" dizisinin izlenme rekorları kırmasının ardından "Fetih 1453"ün tüm zamanların gişe rekorlarını alt üst etmiş olması, tarihin üstümüze doğru dört nala geldiğinin en somut göstergesi oldu. Ardından TRT, bu yarışa Kemal Tahir'in "Kurt Kanunu" romanını diziye uyarlayarak katıldı. İzmir Suikastı ve İttihatçıların temizlenmesi operasyonu çevresindeki olayları işleyen "Kurt Kanunu", kaçınılmaz olarak yakın tarihin kara deliklerinden birini daha tartışmaya açmış oldu. İyi de oldu.

"Kurt Kanunu" Kemal Tahir'in İttihatçı-Kemalist kapışmasının son raundunu ortaya sermesi bakımından olduğu gibi yakın tarihin önemli dönüm noktalarına ilişkin yalın ve keskin eleştirilerini de gündeme getirmesi bakımından cesurca kaleme alınmış bir eserdir. Romanın bazı cümlelerinin altını ısrarla çizmek gerekir. Mesela idam edilen Kara Kemal şöyle diyor romanda:

"Halifeyi İngilizler alıp gittiler de halifeliğini neden sürdürmediler?... Bu halifeliğin kaldırılması işi, görünürde, bizden çok Müslüman sömürgeleri olan büyük devletlerin işine gelse gerek... Halifelik sürüp çıkarılırken, Fener Patrikhanesi'nin İstanbul'da bırakılmasına akıl erdirmek zordur."

Nasıl? Geçen hafta "Hilafetin kaldırılmasını İngilizler mi istemişti?" başlığı altında yazdıklarımı üç cümlede özetleyiveriyor, değil mi? Kemal Tahir, içinden geçenleri Kara Kemal'e cesaretle söyletmeye devam eder:

"Hakkımızda karar çoktan verilmiş... Yani Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkma, halifeliği ortadan kaldırma kararı... Ama ne olursa olsun, bir dünya imparatorluğu bizim (İttihatçıların) elimizde parçalandı. 400 milyon İslamlığın halifeliği kaldırıldı ortadan... Sorumlusu biziz. Suç ne kadar büyükse çekilecek cezanın da o kadar büyük olması gerekir... Bu anda, yüzüme vuran darağacı gölgesi, suikast suçlusu olduğumdan değildir Emincim... Büyük suçun gölgesidir bu..."

Kemal Tahir'in "büyük suç" dediği, Osmanlı'nın batırılması ve hilafetin kaldırılmasıdır ve Kara Kemal farkına varmadan buna hizmet ettiğinin vicdan azabını yaşamaktadır.

Bu kadar net... Ona göre İttihatçılar gerçekte bu suçun cezası olarak asılacaklardır!

Aynı suikast davasında asılan Ziya Hurşid'in ağabeyi Ahmet Faik Günday'ın geçen yıl Bengi Yayınları tarafından çıkarılan "İki Devir Bir İnsan" adlı hatıratı (Hazırlayan: Süleyman Beyoğlu) İzmit Suikastı davası hakkında ilginç açıklamalarda bulunur. Faik Bey aynı davada yargılanıp beraat etmiştir. Suikast davası hakkında şu ilginç açıklamaları yapıyor (sadeleştirdim):

İzmir Suikasti davası görülürken henüz yürürlüğe girmemiş olan yeni Ceza Kanunu'na göre asılanların fotoğrafları 16 Temmuz 1926 tarihli gazetelerin ilk sayfasını boydan boya kaplamıştı.

"Bu İstiklal Mahkemesi'nin hükümleri tamamen yasa dışıdır. Öncelikle yürürlükte bulunan eski Ceza Kanunu'na göre hüküm vermek mecburiyetinde olan mahkeme, henüz yürürlüğe girmeyen yeni Ceza Kanunu'na göre idam hükmü veremezdi. Yürürlükte olmayan Ceza Kanunu'nda idam hükmü olduğu için mahkeme ona göre hüküm vermiştir."

Faik Günday'ın kastettiği hukuksuzluk şudur:

İstiklal Mahkemesi, İzmir Suikastı davasında idam kararını verdiği tarihte, yani Temmuz 1926'da Şubat ayında kabul edilen yeni Ceza Kanunu henüz yürürlüğe girmiş değildi. Yürürlüğe girme tarihi, 4 Ekim 1926 olarak belirlenmiştir kanunda. Fakat mahkeme, bir hukuksuzluk şaheseri ortaya koymuş, yürürlükteki Ceza Kanunu'na göre idam hükmü veremeyeceği için henüz yürürlüğe girmemiş olan ve yürürlüğe girmesine daha 3 ay bulunan yeni Ceza Kanunu'na göre vermiştir idam hükümlerini. Böylece aynı yılın Şubat'ında İskilipli Atıf Hoca'yı kanundan 1,5 yıl önce yazdığı kitabından dolayı idam eden mahkeme, bu defa da yürürlüğe girmemiş bir kanuna dayanarak (!) adam asmakta bir sakınca görmemiştir!

Faik Günday, kardeşi dahil idam edilenlerin 'demokrasi şehitleri' olduğunu yazmakta ve bu hakikatin bir gün ortaya çıkacağını savunmaktadır.

Bu kadar da değil. Sonradan Muhasebat Umum Müdürlüğü de yapmış olan Selanik doğumlu İhsan Pırnar, hatıralarında İzmir Suikastı davasının arkasındaki gerçek niyeti ortaya koyar. Pırnar'a göre mahkeme sürecinde şu gariplikler yaşanmıştır:

1) Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa mahkeme süresince İzmir Çeşme'dedir. Başta İsmet Paşa olmak üzere hükümet üyeleri ve mahkeme başkanı ile sık sık görüşmekte, Ali Çetinkaya, ondan aldığı emre göre mahkemeyi yürütmektedir.

2) Mahkemenin konusu suikast iken, Terakkiperver Partisi'nin kurulması, muhalefetleri, vaktiyle Mustafa Kemal Paşa'nın isteği üzerine İttihatçıların Cavid Bey'in evinde toplanarak seçim beyannameleri hazırlamaları suikast tertibi olarak yorumlanmakta, amacın bütün rakiplerin yok edilmek istendiği anlaşılmaktadır.

Yargılamaları bizzat takip ettiğini söyleyen İhsan Pırnar'ın edindiği kanaat de önemlidir:

"Suikast tamamen ve yalnızca Ziya Hurşit tarafından tertip edilmiş, kandırdığı ve hırslandırdığı bir- iki serseri de bu teşebbüse katılmış; bu fırsattan istifade edilerek siyasî rakiplerin bertaraf edilmesine gidilmiş ve bu maksat da büyük ölçüde temin olunmuştur." (Baba Oğul Anıları 1, İzmir, 2010, s. 103.)

İhsan Pırnar'a göre,

"Bu olaydan sonra Mustafa Kemal Paşa artık hudutsuz bir kudret ve otorite kazanmıştır. Fiiliyatta o, milletin yegane temsilcisidir. Milli irade denen kudret, onun şahsında ve kullanımındadır... Bu şekilde Meclis, Mustafa Kemal Paşa'nın tayin ettiği memurlardan oluşan bir hal almıştır. Görevleri, hükümetin, daha doğrusu Mustafa Kemal Paşa'nın, bütün isteklerini yerine getirmekten ibarettir."

Son hükmü şudur: "Mustafa Kemal'in Milli Mücadele'deki hizmeti birinci derecededir. Yaptığı devrimler de övülmeye değer. Fakat Mücadele'de beraber çalıştığı... arkadaşlarını bertaraf ederek idare mekanizmasını adil usul ve sistemlerden uzaklaştırarak keyfî şekilde yürütmesinin, memlekete yaptığı büyük iyiliklere karşılık olarak zararları da olmuştur."

İzmir Suikastı davasının neye hizmet ettiğini ancak bir Selanikli bu kadar içeriden teşhis edebilirdi!

Mustafa Armağan
(Zaman, 11.03.2012)

20 Mart 2012 Salı

Sultana ömür biçti canından oldu


(IV.Murad)


Dördüncü Murad’ın ölüm yılını doğru tahmin eden Müneccimbaşı Hüseyin Efendi, Dördüncü Mehmed için de “Bu yıl ölecek” dedi. Ancak Sultan değil, kendisi öldürülüp Boğaz’ın sularına atıldı.

Tarih boyunca gelecek tahminini falcılar, kâhinler, müneccimler yaptı. Günümüzde ise gelecek tahminini istihbarat örgütlerinin düşünce kuruluşları yapıyor.

Osmanlı tarihçiliğinin gelecek vadeden genç tarihçilerinden Uğur Demir, bir makalesinde Osmanlı Nostradamus'u denilebilecek 17. yüzyılın ortalarında yaşamış Müneccimbaşı Hüseyin Efendi'nin ilginç hayatını anlatır.

Osmanlı İmparatorluğu'nda İkinci Murad'dan (1421-1451) itibaren sarayda müneccimler görülür. İkinci Bâyezid döneminde devletin büyümesine paralel olarak müneccimlerin de sayısı artmıştı.

Osmanlı Nostradamus'u

En meşhur müneccimlerden olan Hüseyin Efendi medrese tahsilini tamamlayıp, yapılan imtihanda başarılı olduktan sonra sarayda müneccim olarak çalışmaya başlamıştı. Hocası Mehmed Çelebi vefat ettikten sonra da hocasının yerine müneccimbaşılığa yükseldi. Kısa sürede devrin hükümdarı Dördüncü Murad'ın gözüne girdi ve sık sık hediyeler aldı.

Hüseyin Efendi'nin şöhretini artıran asıl hadise ise 1640 yılı için hazırladığı gelecekten haberler veren "Ahkâm takvimi" oldu. Hazırladığı takvimde Dördüncü Murad'ın öleceğini ve yeni bir cülus olacağını "Hüseyin-i Nâ-Murad" diyerek işaret etmişti. 1640'ta Dördüncü Murad'ın ölmesiyle müneccimbaşının tahmini doğru çıkmıştı. Bu hadise müneccimbaşına büyük bir şöhret sağladı.

Hüseyin Efendi, yeni padişah Sultan İbrahim döneminde de görevine devam etti. 1648 yılı için hazırladığı takvimde Sultan İbrahim'in öleceği ve Dördüncü Mehmed'in padişah olacağı açıkça yazılmadığı için Hüseyin Efendi'ye "Bu sene için yaptığınız takvimde nasıl olup da padişahın öleceğini ve Sultan Mehmed'in tahta çıkacağını keşfedip, işaret etmediniz" diye tenkit edildi. Bu tenkit üzerine Hüseyin Efendi, hazırladığı takvimi göstererek Sultan İbrahim için kullandığı lakaplardan birinde buna işaret ettiğini gösterdi.

Her taşın altından çıktı

İki padişahın da öleceğini tahmin eden Hüseyin Efendi İstanbul'da en fazla aranan insan olmuştu. Şöhretiyle beraber serveti de gün geçtikçe arttı. Statü olarak devlet protokolünün alt sıralarında yer alan müneccimbaşı, şöhreti sayesinde her taşın altından çıkmaya başlamıştı. Devletlerarası bunalımlara yol açacak kadar ileri giden Hüseyin Efendi rüşvetle iş yapmaktan da geri kalmıyordu. Hüseyin Efendi'nin her söylediği kesin gerçekmiş gibi kabul görüyordu. Ancak bu durum ve devlet geleneğinin altüst edilmesi devlet adamlarının canını sıkıyordu. Devlet ileri gelenleri şöhretinden dolayı ses çıkaramadıkları Hüseyin Efendi'yi devre dışı bırakmak için fırsat kollamaya başlamışlardı.

Tahmini tutmadı, canından oldu

Müneccimbaşı Hüseyin Efendi'nin yine önce gözden düşmesine, sonra da öldürülmesine geleceği tahmin için hazırladığı "Ahkâm Takvimi"ndeki hataları sebep oldu. 1650 yılı için hazırladığı Ahkâm Takvimi'nde dönemin padişahı için kullandığı lakapların birinden, daha önce kendisinin bulduğu yöntemleri kullanarak "vefat-ı Mehmed" hükmünü çıkarıp, çocuk padişah Dördüncü Mehmed'in ölüp, yeni bir cülus olacağına işaret etti.

Hüseyin Efendi'nin aleyhtarları fırsatı ganimet bilip, durumu hemen Dördüncü Mehmed'e ilettiler. Henüz 8 yaşında olan Dördüncü Mehmed, çevresinin tesiriyle müneccimbaşını görevden alarak, hapse attırdı. Birkaç gün sonraysa hapisten çıkarılıp, sürgün olarak İstanbul'un dışına gitmesine izin verildi. Ama şöhretinden durumunun farkına varamayan Hüseyin Efendi İstanbul'dan ayrılmayıp, yakın dostu silahdâr kâtibinin İstinye'deki yalısında saklandı.

Başına gelenleri bir türlü kabullenemiyordu. Hüseyin Efendi eski şöhretine güvenip Dördüncü Mehmed'in annesi Turhan Sultan'a gizlice mektuplar göndererek affını talep etti. Ancak bu mektuplar müneccimbaşının İstanbul'dan gitmediğini ortaya çıkarmıştı. Düşmanları müneccimbaşının İstanbul'dan gitmeyerek padişahın emrine karşı çıktığını, bu yüzden öldürülmesi gerektiğini söylediler. Bunun üzerine müneccimbaşının yakalanıp, idamı için asker gönderildi.

Hüseyin Efendi, yalıdayken kendi doğum tarihi üzerinde yaptığı bazı hesaplardan birkaç gün içinde sıkıntıya düşeceği sonucuna varmıştı. Görevlilerin geleceği günün erken saatlerinde bir kayığa binip yalıdan uzaklaştı. Tam arkasından görevliler yalıya geldiler ve müneccimbaşının yalıdan ayrıldığını anladılar. Hemen kayıklarına binip, Hüseyin Efendi'yi Rumeli Hisarı'nda ulaşmışken yakaladılar. Hüseyin Efendi'yi elbiselerini soyup, öldürdükten sonra cesedini de denize attılar.

Birkaç gün sonra dalgalar Hüseyin Efendi'nin cesedini kıyıya vurdu. Bir zamanların şanlı müneccimbaşını tanıyanlar Hüseyin Efendi'yi defnettiler. Padişahlar hakkında geleceğe dair çıkardığı hükümlerle meşhur olan Müneccimbaşı Hüseyin Efendi kendi derdine çare bulmakta aciz kalmıştı. Öleceğini söylediği Dördüncü Mehmed ise 43 yıl daha yaşayacaktı.

(IV.Mehmed)

Avcı Mehmed

Dördüncü Mehmed 2 Ocak 1642'de doğdu. Şehzade Mehmed'in doğumu Sultan İbrahim'den başka erkek üyesi kalmamış olan Osmanlı hanedanı için bir umut oldu. Şehzade Mehmed, 8 Ağustos 1648'de altı yaşındayken dördüncü Mehmed olarak tahta çıktı. Hükümdarlık dönemi Osmanlı İmparatorluğu'nun hem parlak hem de acı günlerine sahne oldu. Köprülüler sayesinde Osmanlı İmparatorluğu içinde bulunduğu buhranı atlatıp, fetihlere başladı. Ancak Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın 1683'teki İkinci Viyana kuşatması sırasında uğradığı bozgun her şeyi değiştirdi. İkinci Viyana bozgunundan sonra avdan vazgeçememesi üzerine 1687'de tahttan indirildi. Tahttan indirildikten dört yıl sonra zatürreye yakalandı ve bu hastalığın ilerlemesi sonucu 6 Ocak 1693'te öldü. Av merakı dolayısıyla tarihe Avcı Mehmed adıyla geçti.

Müneccimlik

Geleceği bilme herkesin en önemli arzusuydu. Bunun sonucu olarak yıldızlara bakılıp gelecekten haber verme ön plana çıktı. Zamanla yıldızların hareketlerini gözleyip, anlamlar çıkarmak bir uzmanlık alanı haline geldi ve müneccimlik mesleği ortaya çıktı.

Gelecek tahmini

Müneccimler takvim ve padişahın eşref saatlerini gösteren tablolar hazırlarlardı. Hazırlanan senelik takvimler iki bölümdü. Sayı takvimi bölümünde gün ve aylar hicri ve celali takvimlere göre gösterilirdi. "Ahkâm Takvimi"nde ise müneccimler gelecek senenin hadiseleri hakkında tahminde bulunurlardı.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 11.03.2012)

Diktadan çöküntüye


Adolf Hitler ve Nazi Partisi 1933 seçimlerinde en çok reyi aldı. Harp sonrası Almanya’nın en büyük sorunu İngiltere-Fransa blokunun intikamcılığıydı; büyük miktardaki savaş tazminatı yanında sanayinin enerji kaynağı olan Ruhr havzasına el atılmıştı. Savaş sanayii durdurulmuştu, işsiz ve üretemeyen bir halkı enflasyonun bekleyeceği açıktı. İnsanlar işsiz olduklarından değil, işlerini kaybetme korkusundan sokaktaki komünist ve sosyal demokrat partinin gösterilerine katılmıyordu. Düzeni bozacak bu adamlar, önlerindeki ekmeği de kaybetmelerine sebep olurdu. İşin gerçeği şu; Rusya’nın dışında komünist hareketin en güçlü olduğu ülke Almanya’ydı. 1918’deki Spartakist hareketin kanla bastırılmasına rağmen Alman seçmeni hâlâ küçümsenmeyecek bir oranda Komünist harekete sempatiyle bakıyordu. Avrupa’nın en kalabalık ve güçlü proletaryası Almanya’daydı ama tarihin en beceriksiz komünist partisi de Almanya’dakiydi. Çalışan sınıfları kimin sürükleyeceğine bakmak lazım; galiba Naziler kalabalık orta sınıfı daha becerikli bir şekilde peşlerinden sürüklediler.

‘Hıristiyanca sabır göstermek gerek’
Mutlak bir başarı söz konusu değildi; nasyonal sosyalistler birinci partiydi. Ama diğer muhafazakârlar ve sosyal demokratların o tarihte bir araya gelmeleri söz konusu olamazdı. Sonradan Ankara’ya büyükelçi olan Franz von Papen dahil sağ politikacı ve partiler Hitler’i daha ehven gördüler ve Cumhurbaşkanı Mareşal Hindenburg da geleneksel Alman ölçülerine göre gözü pek tutmasa da bu eski onbaşıyı başbakan tayin etmekte fazla tereddüt etmedi.

Sözde seçimle gelen hükümet kısa zamanda bütün anayasal düzeni altüst etti. İşsizlerden çok işini kaybetmekten korkan sendikalardan bunalan sermaye ve geniş orta sınıf Nazi ilerlemesini destekledi. Naziler sınıf kavgasını zorbalıkla önledi ve Mussolini’den öğrendiklerini uyguladılar; işverenleri de devlet talimatına ve baskısına bağladılar. Hatta Vatikan’ın kudretli adamı ve Berlin’e nuncius (Vatikan büyükelçisi) olarak gönderilen Kardinal Pacelli dahi “Nazilerin pek matah olmadığını fakat Almanların uygar ve rafine bir millet olduğunu ve haydut sürüsünü kısa zamanda sahneden iteleyeceğini, Hıristiyanca sabır göstermek gerektiğini” söyledi durdu. Geleceğin papasının ve Vatikan devlet sekreterinin Almancası ve Alman kültürü kayda değerdi. Hitler Almanyası’na gösterdiği sabır ise Reich yıkılana kadar devam etti.

O dönemde Almanya’da Amerikan sefaret müsteşarı olan Katolik ve İrlanda menşeli bir Kennedy vardı. Kardinal Pacelli 1939 yılının mart ayında Papa seçildiğinde Washington’dakiler onu da Pacelli ile dostluğuna binaen Vatikan’a sefir tayin etti. Yeni Amerikan sefiri Papa’ya “Nazilerin kısa zamanda toparlanıp gideceklerine dair öngörünüz pek gerçekleşmedi, kuvvetlendiler ve başa dert oldular” diye hatırlatınca Papa’nın cevabı “Ben o zaman infallable (yanılmaz) değildim” olmuş.

15 Mart 1933’te Üçüncü Reich’ı muhalefetsiz tam yetkiyle ilan eden Hitler beş yıl sonra 12 Mart 1938’de Avusturya’ya girdi. Anti-semitizm de o tarihten sonra tırmandı. Avusturya adeta en hafif bir çekinceye bile lüzum olmadığını Hitler’e hatırlatmıştır. 9 Kasım’daki ünlü Kristal Gece ile müthiş yağmanın ardından 10 Kasım 1938’de Yahudilerin toplanması ve kamplara sürülmesi başlamıştı. Mart ayı bir tırmanmaydı ve o günün dünyasında herkes önleme değil uzlaşma yolunu tercih ediyordu. Karşı tarafın bu uzlaşmayı bir zaaf olarak gördüğünü fark edenler dahi oralı olmamayı tercih etti.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 18.03.2012)

13 Mart 2012 Salı

İrlanda'dan Sultan Abdülmecid Han'a teşekkür mektubu


Yedikıta Dergisi'nin Mart 2012 sayısında, derginin ilgi çeken içeriği dışında bir de hediye var. Osmanlı Devleti'nin yaptığı yardımlardan dolayı İrlanda'dan Sultan Abdülmecid Han'a yollanan mektup, 

Bu Mektubun gönderilmesine sebep neydi....

Osmanlı'nın İrlanda'ya yardımı Avrupa'ya örnek oldu

 

Osmanlı İmparatorluğu büyük bir kıtlık geçiren İrlanda'ya 1847'de yardım göndermiş ve bu yardım Avrupa devletlerine örnek olmuştu.

İrlanda Cumhurbaşkanı'nın Türkiyeye yaptığı ziyaret, iki ülke arasında 19'uncu yüzyıl ortalarına uzanan tarihi bağları yeniden gündeme getirdi. Bunun üzerine bir tartışma başladı. İrlanda'ya yardımın şehir efsanesi olduğunu söyleyenler oldu. Ancak Osmanlı'nın gönderdiği bu yardımla ilgili arşivlerimizde birçok belge mevcut.

PATATESLER ÇÜRÜDÜ

19. yüzyıl İrlanda'sı İngilizler'e karşı mücadele içindeydi. Katolik İrlandalılar, kabul etmedikleri Anglikan Kilisesi'ne vergi vermeyi hazmedemiyorlardı. Ayrıca ırken İngilizler'den farklıydılar ve ayrı bir dil konuşuyorlardı. İrlandalılar'ın bir kısmı bağımsızlık, bir kısmı ise özerklik peşindeydi.

1841'de İrlanda 8 milyon kişilik bir nüfusa sahipti. Nüfusun büyük bir kısmı tarımla uğraşıyordu. En önemli ürün ise patatesti. Patates, özellikle yoksulların ana yemeği olmuştu. Bu dönemde meydana gelen ve patatesleri çürüten bir hastalık İrlanda'yı perişan etti. 1846 kıtlık yılında 800 bin kişi ölürken bir milyondan fazla İrlandalı göç etti. Zaten nüfusu fazla olmayan İrlanda iyice güçsüzleşti. İngiliz yöneticileri bu durumu kullandılar. Direnen siyasi liderlerin bir kısmını satın aldılar. Bir kısmını ise sürgüne gönderdiler.

OSMANLI YARDIMI

Osmanlı Devleti İrlanda'daki bu durumu haber alınca 1000 paundluk bir yardım yaptı. İngiltere elçiliği 1847 Nisan'ında bu yardım için padişaha teşekkür etti. Daha sonra İrlandalı asilzâdeler bir teşekkür mektubunu padişaha gönderdiler. Mektubu getiren Oberbak padişahın huzuruna çıkmak için müracaat etti. Teşekkür için gelen Oberbak 26 Mayıs 1849 Cumartesi günü Sultan Abdülmecid'in huzuruna çıkarak halkının minnettarlığını ifade etti.

BÜYÜK KITLIK

19. yüzyılın başlarında İrlanda'nın en önemli yiyeceği patatesti. İrlandalılar'ın neredeyse yarısı patates sayesinde yaşıyordu. Yarım dönümlük bir araziye ekilen patates dört kişilik bir ailenin karnını doyuruyordu. Ancak 1845'in sonlarından itibaren yaşanan ve dört yıl süren kıtlık İrlanda'da her şeyi alt üst etti. Bir tür mantar 1845'te patatese musallat oldu. Patatesler topraktayken çürüdü. 1845 mahsulünden umudunu kesen köylüler 1846 ekimine umut bağladılar. Fakat 1846 daha kötü oldu. Çürüyen patateslerin kokusu İrlandalılar'ın da umudunu sona erdirmişti. İnsanlar yiyecek bir şey bulamadıkları için bir deri bir kemik kalmışlardı. İngiltere zamanında yardım etmediği gibi aç kalanları da düşük ücretle yol ve kanal inşaatında çalıştırdı. Yüz binlerce İrlandalı ölürken bir milyondan fazlası da ABD veya Avustralya gibi ülkelere göç etti. 1849 yılında hastalık sona ermiş ancak İrlanda, nüfusunun dörtte birinden fazlasını kaybetmişti. Bugün İrlanda, Kuzey İrlanda ile birlikte 6 milyonluk bir nüfusa sahip ve işin ilginç tarafı dünyanın değişik ülkelerinde on milyonlarca İrlandalı yaşıyor.

ALLAH MAJESTELERİNDEN RAZI OLSUN

Majesteleri Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid Han'a,

Allah Majestelerinden razı olsun.

Biz aşağıda imzası bulunan İrlandalı asilzâdeler, ileri gelenler ve tüm halk olarak majesteleri tarafından çilekeş ve ıstıraplı İrlanda halkına gösterilmiş olan ihsan ve teveccühün cömertliğine en derin teşekkür ve minnetimizi ifade etmek ve halkımız adına İrlandalılar'ın sıkıntılarını hafifletmek ve acılarını dindirmek için gönderilen bin paundluk cömert yardıma teşekkür için müsaadenizle hürmetlerimizi sunuyoruz.

Eşine az rastlanır türde, ülkemizde ansızın ortaya çıkan kıtlık ve fakir halkın karşı karşıya kaldığı çaresizlik Allah'ın hikmetiyle takdir olunmuştur. İrlanda halkının bu durumda kendilerini ve ailelerini açlık ve ölümden korumak adına diğer ülkelerin şefkat ve cömertliğine başvurmaktan başka seçeneği kalmamıştır. Majestelerinin bu zor durumdaki insanların yardım talebine verdiği mertçe cevap büyük Avrupa devletlerine kıymetli bir örnek olmuştur.

Bu vaktinde yapılmış hayırlı davranış, pek çok kişiyi ferahlatmış ve ölümden kurtarmıştır. Onlar adına tekrar majestelerine minnettarlığımızı sunmak, idareniz altında bulunan ve ihsanınızda payı olan halkınızın ve ülkenizin, katlanmak zorunda kaldığımız sıkıntılardan muhafaza buyrulması dileğimizi izninizle ifade ediyoruz.

Gökkubbe Altında Birlikte Yaşamak, Ankara 2006, s. 321.

ÜNYE TARİHİNİN KAYNAKLARI

Çalışkanlığı ve verdiği eserlerle Türk kültür tarihine önemli katkılarda bulunan İrfan Dağdelen, son çıkardığı eseriyle de kültürümüze önemli bir katkıda bulundu. Türkiye'de son zamanlarda mahalli tarihçilik çalışmaları artmasına rağmen bunların bir kısmının birinci el kaynaklara dayanmaması büyük bir eksiklik. İrfan Dağdelen, son kitabında Ordu ilimizin incisi olan Ünye tarihi için önemli bir kaynağı neşretti. "15. Yüzyıl Ünye ve Çevresinin Tarihi Kaynakları: 1455 Tarihli Ünye, Akkuş, Terme ve Çarşamba Tahrir Defterleri" adıyla Ünye Belediyesi tarafından yayımlanan bu eser bölge tarihi için çok önemli bir boşluğu dolduracaktır. Eser, Ünye ve çevresinde Osmanlı hâkimiyetinin nasıl tesis edildiği, başta bölgenin ekonomik ve sosyal durumu olmak üzere birçok hususta önemli veriler içeriyor.

Türkiye'deki birçok kütüphaneciye verdiği eserlerle örnek olmasını temenni ettiğim İrfan Dağdelen'i ve böyle bir eserin yayımlanmasını sağlayan Ünye Belediyesi'ni tebrik ediyorum.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 28.03.2010)
 
 

Osmanlı'nın İrlanda'da bıraktığı iz

 

(İrlandalılar'ın Osmanlı Sultanı'na Gönderdikleri Teşekkür Mektubu)
İrlanda Asilzâdeleri'nin Osmanlı Padişahı'na gönderdikleri ve hâlen Topkapı Sarayı Müzesi arşivinde muhafaza edilen yardım sonrası gönderilmiş Teşekkür Mektubu'nda şöyle deniliyor:

"Aşağıda imzaları bulunan biz İrlanda Asilzâdeleri, Beyefendileri ve Sâkinleri, Majesteleri tarafından acı çeken kederli İrlanda Halkı'na gösterilen cömert hayırseverlik ve alâkaya en derin minnetlerimizi saygıyla takdim eder ve onlar adına Majesteleri tarafından İrlanda Halkı'nın ihtiyaçlarını karşılamak ve acısını dindirmek üzere cömertçe yapılan 1.000 Sterlinlik bağış için teşekkürlerimizi arz ederiz."
(Drogheda Şehri'nin Ayyıldızlı Amblemi)
İrlanda’yı kasıp kavuran kıtlık döneminde, Osmanlı Devleti’nin yaptığı nakdî ve aynî yardımın hatırasına 2006 Mayıs ayında Dublin’e yetmiş mil uzaklıktaki Drogheda şehrinde tören yapılarak, o döneme ait tarihî Belediye Binası'na "Şükran Plâketi" asıldı.

Yaklaşık iki milyon İrlandalı'nın göç etmesine ve ölümüne sebep olan açlık ve kıtlık felâketi sırasında Sultan Abdülmecid, zor durumdaki İrlanda halkına 10.000 Sterlin yardımda bulunmak istedi. Fakat kendi topraklarına dâhil olan bu bölgeye sadece 2.000 Sterlin yardım yapmayı kararlaştıran İngiltere Kraliçesi Victoria, Osmanlı'nın kendilerinden kat kat fazla bağış yapmasını kabul etmeyerek, İstanbul’daki büyükelçisi vasıtasıyla, Sultan’ın teklifini reddetti ve Osmanlı bağışı -İngiltere'nin isteğiyle- 1.000 Sterlin'e indirildi.
Sultan Abdülmecid bunun üzerine İrlanda’ya tahıl yüklü 5 gemi gönderdi. Fakat İngilizler'in Dublin Limanı’na sokmadıkları erzak dolu yardım gemileri, yüklerini Drogheda Limanı’na boşalttı. (1847) Bu dönemde İngiltere ve kıta Avrupa’sı sanayi devriminin getirdiği refah ve zenginliğe rağmen İrlanda’ya yardım etmezken, Osmanlı içinde bulunduğu maddî sıkıntı ve uzak coğrafi mesafeye aldırmadan zor durumdaki bölge insanına yardım etmek istiyordu.

İşte, bu olayın anısına 800. kuruluş yıldönümünü kutlayan Drogheda Belediyesi’nce yaptırılan "Şükran Plâketi", 150 yıl önce Türk Gemicilerin misafir edildiği eski belediye sarayının duvarına (şimdiki Westcourt Oteli'ne) törenle çakıldı.
Drogheda’nın Belediye başkanı Alderman Frank Goddfrey törende yaptığı konuşmada şehir ambleminin Osmanlı hilâl ve yıldızı olduğunu hatırlatarak “Şükran Plâketi'miz, iki ülke insanlarının dostluk sembolü olacaktır ümidindeyim” dedi. Kıtlık ve Açlık Müzesi müdürü de, Türk Halkı'na ve Osmanlı Devleti’ne minnettar olduklarını vurguladı.
İrlanda Tarihi'nin en önemli olaylarından biri olan İrlanda Açlığı, Büyük Kıtlık veya Patates Kıtlığı diye de adlandırılan İrlanda patatesinin zehirlenmesi sonucu ortaya çıkan büyük afette yaklaşık 1 milyon İrlandalı hayatını kaybetmiş ve yaklaşık 2 milyon İrlandalı da çoğunlukla Amerika'ya göç ederek ülkeyi terk etmiştir. 1845'te Amerika'dan sızan zehirli bir mikroskobik mantar olan Phytophtera İnfestans'ın, ülkenin en temel gıda maddesi olan patates ürününün üçte birini yok etmesiyle başlayan kıtlıkda ertesi yılki kayıp yüzde 80-90'lara kadar ulaştı. Aç halkın tohumlukları da yemesi sebebiyle kıtlık 1847'de zirveye ulaştı. İthal tohumların kullanıldığı 1848'deki mahsulde ise patateslerin yarıya yakını heba oldu. 1849'dan itibaren azalmaya geçen felaket 1851'de sona erdi.

Katolik İrlanda, İngiltere tarafından acımasızca sömürülmekteydi. Adanın tarım topraklarının tümü, yaklaşık 10 bin İngiliz'in elinde bulunmaktaydı. Bunlar, bu toprakları 600 bin İrlandalı çiftçiye kiralıyor, aldıkları yüksek rantlarla İngiltere'de lordlar gibi yaşıyorlardı. Nüfus yoğunlundan ötürü toprak kiraları çok yüksekti. En verimli topraklar İngiltere'ye ihraç edilmek üzere tahıl üretimine ayrılmıştı. Öylesine ki, kıtlığın patladığı 1845'te İngiltere'ye 1 milyon ton tahıl ile 258.000 koyun gönderilmişti. İşçilere ücret ödenmiyor, bunun yerine ücret olarak küçük bir toprak parçası kiralanıyordu. Kiracı çiftçiler ve işçiler, yani 4 milyondan fazla İrlandalı ise tek gıdaları olan patatesi buralarda üretiyorlardı.
Patates Kıtlığı'nın yaşanmasından sonra başlayan ölümler ve göç olaylarından sonra yaklaşık 8 Milyon olan İrlanda nüfusu bir kaç yıl içinde yaklaşık 5 milyona gerilemiş, Amerika'ya göç etmek zorunda kalıp bir daha vatanlarına dönemeyen İrlandalılar ise geride pekçok hüzünlü hikaye bırakmışlardır.
İngiltere Kraliçesi'nin kendi topraklarına dahil bir bölgeye Osmanlı Devleti tarafından yapılmak istenen nakdî yardımı engellemesi ve yardım miktarını onda bire düşürmesi, ibret verici bir olaydı. Buna karşılık, Osmanlı Sultanı Abdülmecid’in muhtemel siyasi gerilimleri ve ulaşım güçlüklerini de göze alarak 4.000 kilometre uzaklıktaki fakir bir ülkeye tahıl yüklü gemiler göndermesi tarih sayfalarında benzerine rastlanmayacak bir alicenaplık örneğiydi.
(150 Yıl Önce Türk Gemicilerin Misafir Edildiği Eski Belediye Sarayı)
Evet, Avrupa'nın en batısında, tarih boyunca hiç karşı karşıya gelmediğimiz insanların memleketinde, bizimle ilgili, kitabe diyebileceğimiz bir belge çakılı. Oradaki üç-beş satır, insanlık tarihini anlatan ciltler dolusu kitaba sığmayacak bir mana zenginliği içinde, daha nice asırlar ötesine mesaj verip, ışık tutacak.
*Padişah Abdülmecid'e bazı kaynaklarda I.Abdülmecid de denir. Bunun sebebi 1922'de halife seçilen şahsın adının da Abdülmecid olmasıdır. Dolayısıyla halife seçilene II.Abdülmecid denmiştir. Yalnız II.Abdülmecid padişah değil, halifedir. Bu husus iyi çözülmelidir.
Ayrıca bkz: http://www.yursil.com/blog/2007/11/ottoman-aid-to-the-irish/

 

 

Fatih döneminde surlara ilk çıkan kişi olarak Balaban Bey biliniyordu



Fatih dönemine ait kaynaklarda İstanbul'a ilk giren kişi olarak zikredilen Balaban Bey, Osmanlı döneminde yapılan kutlamalarda da şehre giren ilk kişi olarak anlatılırdı.

İstanbul surlarına ilk bayrağı dikenin Ulubatlı Hasan olduğu kabul edilir ve onun surlara tırmanışı, bayrağı dikişi tarih kitaplarında bir destan havasında anlatılır. Bu bilgi Hammer'den itibaren bilinse de bizim kitaplarımıza yaygın olarak Cumhuriyet döneminde girmiştir. Bu hadisenin kaynağı İstanbul'un fethi sırasında, bizzat orada bulunan Bizanslı tarihçi Francis'tir. Ancak bu bilgi Francis'in eserinin orijinalinde yoktur. Sahte Francis olarak anılan ve daha sonraki tarihlerde Francis'in eserine geniş ilaveler yapan Melissinos'un yazdığı kitapta yer alır.

Ulubatlı Hasan

Francis, İstanbul'un fethi sırasında hadiseleri canlı olarak yaşamış ve şehir Osmanlılar'ın eline geçince kaçmayı başarmıştı. Daha sonra 1477'de, 1401-1477 yılları arasındaki hadiseleri anlatan bir kitap kaleme aldı. Bu eser 1573-1575 yılları arasında Monemvasia Metropoliti Makarios Melissinos tarafından ilaveler yapılarak yeniden yazıldı. Melissinos, Francis'in eserine yaklaşık dört misli daha ilave yapmıştır. Melissinos'un yazdığı bu kitap "Pseudo (Sahte) Francis" olarak bilinir. Gerçek Francis'in 1966 yılındaki yayınında İstanbul'un fethi ile ilgili kısım 2 sayfa iken, sahte Francis'te ise 80 sayfadır.

Melissinos, İstanbul'un fethine çok geniş ilaveler yapmıştır. Bunlardan birisi de İstanbul surlarına ilk çıkanın yeniçeri Ulubatlı (Lupadionlu) Hasan olduğudur. Ulubatlı Hasan'la ilgili yukarıda bahsettiğimiz bilgiyi bir tarafa bırakın, ismi dahi Francis'in eserinin orijinalinde yoktur. Melissinos tarafından sonradan ilave edilmiştir. Ancak bu bilginin nereden alındığı hususu şimdilik karanlık bir noktadır. Muhtemelen Melissinos eseri renklendirmek için böyle bir ilave yapmıştır.

Ulubatlı Hasan'la ilgili bu bilgi başka hiçbir yerde yoktur. Gerek Türk kaynaklarında, gerekse İstanbul'un fethinde bulunmuş yabancı tarihçilerin eserlerinde Ulubatlı Hasan'dan bahsedilmez. Melissinos, Francis'in eserine ilave yaparken şimdi elimizde olmayan bazı kaynakları kullanmıştır. Eğer böyle bir kaynaktan bu bilgiyi almamışsa, Ulubatlı Hasan diye bir tarihî şahsiyet hiç mevcut olmamış olabilir. Belki de Melissinos tarafından tarih kitabını renklendirmek için böyle bir bilgi ilave edilmiştir. Zaten şehirde kuşatma altında bulunan birisinin, o kargaşa esnasında surlara çıkan ilk kişiyi sağlıklı bir biçimde zikretmesi de pek mümkün değildir. Bunlardan dolayı Ulubatlı Hasan diye bir tarihî şahsiyetin olabileceği kanaatinde değiliz.

Surlara ilk kim çıktı?

Türk ve Batılı yazarların eserlerinde İstanbul'a ilk giren kişi ile ilgili farklı rivayetler vardır. Tarihçi Bihiştî şehre ilk giren kişinin babası Karışdıran Süleyman Bey olduğunu belirtir. Bir Romen kaynağında ise İstanbul surlarına ilk çıkanların korkunç görünüşlü beş Türk olduğu ve dev cüsseli Mustafa Bey'in emrindeki askerlerle içeriye girdiği anlatılır.

Fatih dönemi kaynaklarında surlara ilk çıkan kişilerden biri de Arnavut devşirme Balaban Bey olarak gösterilir. Tarihçi Zinkeisen'in dönemin kaynaklarından zikrettiği bu bilgiye göre Balaban Bey, fethin üzerinden 11 yıl geçtikten sonra bile onun bu durumu konuşuluyordu. 1464'te Arnavutluk üzerine sefer yaparken Balaban Bey'in İstanbul'un fethi sırasında surlara ilk çıkan kişi olduğu söyleniyordu. İşin ilginci bu bilgiye nereden ulaştıklarını bilmiyoruz ama II. Meşrutiyet dönemi İstanbul'un fetih kutlamalarında şehre ilk giren Balaban Çavuş olarak gösterilmiştir.

Francis'in tahrif edilen eseri

Francis'in eseri hakkında bu eserin orijinalini de Türkçe'ye çeviren Türkiye'nin en önemli Bizans tarihçilerinden Levent Kayapınar sayesinde geniş bilgi sahibiyiz. Francis'in kitabının orijinali V. Grecu tarafından Georgios Sphrantzes, Ta Kath' Eauton 1401-1477 adı ile 1966 yılında Bükreş'te Romence çevirisi ile birlikte basılmıştır. Francis'in eseri 73 sayfadır. Melissinos tarafından yazılan sahte (Pseudo) Francis de yine Grecu'nun yukarıda adını verdiğimiz eserine ilave olarak In anexa Pseudo-Phrantzes: Macarii Meliseni, Chronicon 1258-1481 adı ile kitabın 149-591. sayfaları arasında Romence tercümesi ile birlikte yayınlanmıştır. Melissinos'un yazdıkları 220 sayfadır. 73 sayfalık gerçek Francis, sahtede 220 sayfaya çıkmıştır. İlave edilen 150 sayfada gerçek Francis'te hiç yer almayan konular ya da yer alan konuların aşırı detaylandırılarak anlatımı vardır.

Melissinos, Francis'in eserini yer yer inanılmayacak derecede tahrif etmiştir. Örneğin Francis oğlunun Fatih'e suikast yaptığı gerekçesiyle öldürüldüğünü anlatırken, Melissinos aynı hadiseyi Francis'in oğlunun Fatih'in cinsel isteklerine cevap vermediği için öldürüldüğü şeklinde zikretmektedir.

Şehit Balaban Bey

Balaban Bey, aslen Arnavut'tur. Matia'da Badera'da doğmuştur. Çocukken Enderun'a alınarak yetiştirilmiştir. İstanbul'un fethinde başarı gösterdikten sonra Fatih döneminde özellikle kendi memleketi olan Arnavutluk'ta isyan eden İskender Bey'e karşı görevlendirilmiştir. 1464'ten itibaren İskender Bey'le mücadele etmiştir. Balaban Bey, İskender Bey'le üç yıl kadar süren mücadelenin sonucunda 1467'de Akçahisar'ı kuşatırken yaralanıp şehit düşmüştür.

1914'te surlara Balaban Çavuş çıkarılmıştı

İttihat ve Terakki iktidarı yönetime geldikten sonra Osmanlı İmparatorluğu büyük toprak ve prestij kayıplarına uğradı. Bu durum Türk milletinde büyük bir yıkıma yol açtı. Bunun üzerine yönetimin toplumu ayakta tutacak milli ve manevi değerleri sahiplenme teşebbüsleri bir kat daha arttı. 1914'te çok büyük fetih kutlamaları yapıldı. Prof. Dr. Vahdettin Engin, 1914'teki kutlamalarda ilginç bir detay bulmuştur. 1914'teki kutlamaları anlatan Tanin gazetesine göre, İstanbul surlarına bayrağı ilk diken kişi Balaban Çavuş isimli bir yeniçeriydi. Gazete bu konuyu şöyle ele almıştı: "İstanbul Hicri 857 senesi Mayıs'ının güzel bir sabahına tesadüf eden 29 Mayıs günü fethedilmişti. Yeniçeri askerlerinden Balaban Çavuş, Hz. Muhammed'in bayrağını ilk defa olarak Topkapı suru üzerine dikip yükseltmeyi başarmıştı."

Son hücum

29 Mayıs Salı günü sabaha karşı Osmanlı ordusu bütün cephelerde hücuma geçti. Edirnekapı ile Topkapı arasındaki kesimde Bayrampaşa Vadisi boyunca top atışları ve lağımlar tarafından yıkılmış ve yer yer tamire çalışılmış surlara saldırıldı. Birbiri ardınca yapılan üç hücum sonucunda Osmanlı askerleri surlardan içeriye girdiler.

İslâm Dünyası'nın en şanlı hükümdarı

Şehrin içlerine doğru hemen hemen her taraftan akan Osmanlı askerleri birçok esir alarak Aksaray'da birleştiler ve Ayasofya'ya doğru ilerlediler. Şehir fethedilmişti, artık II. Mehmed İslâm Dünyası'nın en şanlı hükümdarı ve "Fatih"iydi.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 19.02.2012)

Ustanın gravürleri


(Melling'in 1800 tarihli Hatice Sultan Sarayı gravürü.)


Antoine Ignace Melling, Osmanlı padişahı Sultan III. Selim tarafından saray mimarı olarak tayin edildi (1795). Padişahın kız kardeşi Hatice Sultan’ın sahil sarayını da inşa etmiş ve düzenlemiştir; ikisinin yazışmaları doğrusu oldukça samimidir. Bunun bizi ilgilendiren yanı, Türkçeyi Melling’in de Hatice Sultan’ın da Latin harfleriyle yazmalarıdır.

Melling’in gravürleri iki asır önceki İstanbul için tekniği ve sanatkarlık bakımdan en mükemmeli sayılıyor. Bu mükemmel gravürleri içeren orijinal eser (1819 tarihli) Ahmet Ertuğ’un denetimindeki bir proje ile 2002 yılında Bern’de Stemphere matbaasında ‘elephant folio’ denen boyutta başarıyla yeniden basıldı. 48 adet gravür ve Fransızca metin içerir. Orjinali Paris 1819’dur. Birebirdir, teknik bakımdan mükemmeldir. Sözü geçen eserin Denizler Kitabevi tarafından hazırlanan üç dildeki baskısı ise kuşkusuz birincisi ile mukayese kabul etmez.

Bu sıralar Boğaziçi tarihi yoğun ilgi konusu. Kıraç Vakfı’nın bastığı ve Sinan Genim’in derlediği albümle birlikte İstanbul’un serencamını anlamak mümkün. Ertuğrul Kocabıyık’ın yeniden basımını yaptırdığı Melling Voyage Pittoresque de Constantinople et des Rives du Bosphore bu memlekette kültürel yatırımlara verilen önem ve başarılı çalışmalar için ümit verici bir eserdir.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 11.03.2012)

Hilafetin kaldırılmasını İngilizler mi istemişti?



(Halife Abdülmecid)

İşi gücü bıraktık, 'Ulubatlı Hasan diye biri var mı yok mu?' diye tartışıyoruz. Oysa rivayetin kaynağı olan Makarios'un kitabında her şey vardır da, surlara bayrak diktiği yoktur.

Aksine bayrağın, Ulubatlı Hasan şehit düştükten sonra "başka kulelerde savaşan askerler" tarafından dikildiği yazılıdır. Anlayacağınız, bir "akl-ı evvel" bayrakları Ulubatlı'ya diktirmiş ve bu yama, sorgulanmadan tekrarlanagelmiştir.

Hilafetin kaldırılmasının hikâyesi de benzer bir çarpıtma gayretinin izlerini taşır. Yok Halife Abdülmecid tahsisatının artırılmasını istemiş de, yok şatafatlı bir törenle cuma namazına gitmiş de, yok iktidarda gözü varmış da...

Artık İngiltere ve müttefiklerinin baskı ve zorlamaları yüzünden Hilafetin kaldırıldığını açıkça söyleyebilmeli, bunun çok isteniyorsa o günler için zorunlu olduğu, başka türlü bu devleti yaşatmayacakları itiraf edilmelidir ki, toplum da gerçekleri bilsin.

Central Florida Üniversitesi öğretim üyesi Hakan Özoğlu'nun ABD arşivlerinde bulduğu rapor, bir ABD diplomatının halifeliğin kaldıracağını Washington'a bizden önce öğrenip bildirdiğini ortaya koyuyor. Rapor Washington'a 25 Şubat 1924'te ulaşmıştı. Başka bir deyişle, Türkiye'deki insanların haberi olmadan bir hafta önce, Fransa ve ABD yetkilileri halifeliğin kalkacağını öğrenmişlerdi ("Aksiyon", 13 Aralık 2010).

Bunun anlamı şudur: Batı dünyası Hilafetin kaldırılmasını Lozan'dan beri bekliyor ve istiyordu. Hilafetin kaldırıldığı haberini, dönemin 1. Ordu Müfettişi, yani Halife'nin yaşadığı İstanbul'dan sorumlu olan Karabekir Paşa'nın bile gazetelerden öğrendiğini söyleyeyim de, gerisini siz anlayın.

Halifeliğin kaldırılmasından sonra yapılan bu karikatürün alt yazısında "Darısı diğerlerinin başına" yazıyor. İlk topta atılan Halife Abdülmecid. Diğer topların ucunda ise Patrikler ve haham var. Ancak Halifeye yeten güç, diğerlerine yetmedi.

Hakan Özoğlu'nun "Cumhuriyetin Kuruluşunda İktidar Kavgası" (Kitap Yay., 2011) adlı kitabında ilginç bir analiz yer alıyor: Ankara, 1922'de Saltanatı kaldırmış ama Hilafete ve Osmanlı hanedanına dokunmaya cesaret edememişti. Çünkü Karabekir gibi muhalif paşalar, İstanbul basını, Osmanlı döneminden kalma siyasetçiler ile Osmanlı hanedanı, Hilafeti kendilerine siper yapmışlar, onun arkasından muhalefetlerini örgütlemeye çalışıyorlardı. Muhalefet cephesinin sindirilip bertaraf edilebilmesi için Hilafetin devreden çıkarılması gerekiyordu. Daha sonra tasfiye sırası nasıl olsa diğerlerine gelecekti.

Yazar, Ankara hükümeti 1922'de muhtemelen bütün Osmanlı hanedanını yurtdışına sürme hamlesini yapacak kadar kendine güvenmiyordu, diyor. Oysa Kâzım Karabekir, daha 1922'de Hilafetin Osmanlı hanedanından alınma planını kendisinin önlediğini yazmaktadır. Gerçi o, Mustafa Kemal'in Hilafeti kendi üzerine geçirmek niyetinde olduğunu da yazar ama konumuz bu değil. Önemli olan, 1922'de Ankara'nın Hilafeti, Osmanoğullarından koparmak için siyasî bir hamle yaptığı gerçeğidir.

Hakan Özoğlu'nun nihai hükmü, Ankara'nın Hilafeti, hanedan tehdidini bertaraf etmek için kaldırdığı şeklinde. Başka bir deyişle "Hilafetin lağvedilmesindeki asıl hedef, Halifenin kendisi değil, Osmanlı hanedanıdır."

Ancak dış dinamiğin ihmal edilmemesi ve bu nedenle konunun daha geniş bir temele oturtulması gerektiğini düşünüyorum. Bence Hilafetin kaldırılması ve laikliğe gidiş, daha Lozan'da dayatılmış, Türkiye'nin kurulmasına bu şartla izin verilmişti. Bunun, Antlaşmaya ayrı bir madde halinde konulmamakla birlikte Osmanlı Devleti'nin eski Müslümanlar üzerindeki Hilafetten gelen ayrıcalık ve haklarının geri dönülmezcesine işgalcilere bırakıldığının açıklanması, Hilafetin bu yeni dönemde gündemde olmayacağının ipucuydu.
Üzerinde Kral V. George'un 10 Ocak 1924 günü Avam Kamarası'na yaptığı belirtilen konuşmanın Türkiye'yi ilgilendiren paragrafında "Lozan onaylanır onaylanmaz yeni bir çağ açılacağı" söyleniyor.

Şimdi birileri köpürecek, biliyorum. Ancak sakin olmalarında yarar var. Zira önemli bir kişisel tanıklık ile ilk defa burada yayınlanacak bir resmi belgeye göz atmadan karar vermeseler iyi olur derim.

Önce tanıklığa bir göz atalım:

Kâzım Karabekir, 16 Ağustos 1923 günü İsmet Paşa'ya, son zamanlarda hükümet çevrelerinden duymakta olduğu din aleyhindeki fikirlerin Lozan'dan geldiği kanaatinde olduğunu söyler. Ona göre Peygamber Efendimiz (sav) ve Kur'an hakkındaki "bu tehlikeli hava" Lozan'dan esmektedir. İsmet Paşa ona 1. Dünya Savaşı'nda Macarlar ve Bulgarlar da bizim gibi yenildikleri halde bağımsızlıklarına Hıristiyan oldukları için dokunulmadığını, bizimse sırf Müslüman olduğumuz için bağımsızlığımızın ortadan kaldırıldığı cevabını verir: "Biz kendi kuvvetimizle bağımsızlığımızı kazansak bile Müslüman kaldıkça sömürgeci devletlerin ve bu arada özellikle İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını, bağımsızlığımızın daima tehlike altında kalacağını anlattı."

Yeterince açık değil mi? Böylece İsmet İnönü, Müslüman kimliğimizden uzaklaşma telkininin Lozan'da yapıldığını itiraf etmiş olur.

İngiliz Milli Arşivleri'nden (National Archives) bulduğum ve ilk kez burada yayınlanacak olan bir "gizli" belge, Lozan'ın Hilafetle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyacak nitelikte. 10 Ocak 1924 tarihinde İngiltere Kralı V. George, Avam Kamarası'na yaptığı açış konuşmasında, Lozan'ı ilgilendiren bir kanun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder:

"Bu tasarı kabul edilir edilmez Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve YENİ BİR ÇAĞ AÇILACAKTIR." (As soon as this Bill has been passed, the Treaty will be ratified, and a new era will open.) (CAB/23/46, s. 424)

Kral V. George, Lozan'ın kabul edilmesiyle İngiltere için "yeni bir çağ veya dönem" açılacağını söylerken ne demek istiyordu? Bu, Halifeden kurtuluşun bir tür müjdesi olarak yorumlanabilir mi? Net olarak bilmiyoruz. Ancak İngilizlerin, Lozan'ı onaylamak için Hilafetin kaldırılmasını bekledikleri ve Hilafetsiz bir dünyanın kendileri için "yeni bir çağ"ın açılması anlamına geleceğini düşündükleri açıktır.

Nitekim beklenen Lozan kanun tasarısı Avam Kamarası'nda Nisan 1924'te gündeme alınıp kabul edilmiş, Ağustos'ta diğer taraf devletler tarafından da onaylanarak 1924 Eylül'ünde Cemiyet-i Akvam tarafından tescillenmiştir. Bu demektir ki, Cumhuriyet'in ilk yılının dolmasına çok az bir süre kalmasına rağmen TC henüz tanınmış bir devlet değildi. Hilafet düğümü çözülünce tanınmalar da gelmeye başladı. Artık tasfiye operasyonları başlayabilirdi.

Mustafa Armağan
(Zaman, 04.03.2012)