17 Ağustos 2011 Çarşamba

Güney İtalya ve Osmanlılar

(Fatih'in ölümünden sonra Osmanlı dünyası bir daha İtalya'ya ilgi duymadı.)

Fatih Sultan Mehmed’in ideali Roma İmparatorluğu’nu canlandırmaktı. İtalya seferi başarılı olsaydı Türk kültür ve sanatında büyük değişiklikler yaşanabilirdi.

Malum İtalya bir çizmedir. Çizmenin topuğu Puglia eyaletidir, ucu da Calabria. Güney İtalya’yı Napoli temsil eder. Napoli diliyle, yaşam biçimiyle, fakirliği ve zenginliği ile ayrı bir dünyadır. Kuzeyde ortaya çıkan Lega di Nord (Kuzey Ligi) bugün güneyi ayırmak istiyor, Napoli’nin merkezi olan Campania eyaleti daha güneydekiler ve Sicilya Adası’ndan nefret ediyor ama İtalya’yı asıl İtalya yapan bu bölgedir.

Fatih’in Roma İmparatorluğu ideali
Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’dan sonra gözünü Roma’ya ve İtalya’ya dikti. İdeali Roma İmparatorluğu’nu canlandırmaktı. Macaristan’a veya Deşti Kıpçak’a (yani Ukrayna steplerine) değil ve hatta Mısır’a değil doğrudan Roma’nın batı kesimine yöneldi.

11 Ağustos 1473’te Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kuvvetlerini yenmiş ve Güneydoğu Anadolu değilse de Doğu Anadolu’nun bir kısmını topraklarına katmıştı. Akkoyunluların süvarisi Osmanlı’nınkinden aşağı kalmazdı; lakin Osmanlı ordusu artık ateşli silahlar düzeniyle çarpışan bir Rönesans ordusuydu. Aradaki rekabeti belirtmeye lüzum yok, bir tek örnek yeter; İstanbul’un fethini Akkoyunluların resmi tarihi olan Kitab-ı Diyarbekriyye -rekabet ve kıskançlığın getirdiği suskunluktan- zikretmiyor gibi.

Herhalde doğudaki bu zaferle asıl hedefe yönelme vakti gelmişti. Otlukbeli Savaşı’ndan tam yedi yıl sonra Fatih’in gözde komutanı Gedik Ahmet Paşa komutasındaki ordu ve donanma İtalyan çizmesinin topuğundaki Puglia eyaletinin stratejik merkezi konumunda olan Otranto Kalesi’ni ele geçirdi. Bugün dahi tarihçilikte Gedik Ahmet Paşa’nın Otranto hâkimiyetinde; efsaneler, abartmalar, karalamalar, kasideler birbirine karışıp sürüp gidiyor. Papalık birkaç gün sonra bu fethi öğrendiğinde Roma tam bir paniğe kapıldı. 1481’de Fatih Anadolu yakasına çıkarak tarihçilerin kalemiyle bilinmeyen bir sefere yöneldi. Aslında hedef belliydi. Gebze sahrasında ölen padişahın orduları muhtemelen ertesi gün Dil iskelesinden gemilerle İtalya’ya doğru yöneleceklerdi. Türkiye tarihçiliğinin en çok “olsaydı” lı konusu budur. Rönesans dünyasının en renkli aydınlarından olan padişah II. Mehmed’in Napoli ve Roma’yı ele geçirmesi, elbette ki Türkiye kültür ve sanat tarihinde bambaşka değişiklikler yaratırdı.

Ağustos ayının Türk tarihi için büyük değişiklikler yaratan bir ay olduğu bellidir. Daha 1444’te Varna Savaşı’nda II. Murad’ın ordularını sıkıştıran ve 1444 Kasımı’nda, II. Murad’ın ordularını az kaldı imha edecek olan ünlü Macar soylusu Hunyadi Yanoş bu savaşta Kral Layoş ve Kardinal Cesarini gibi ölümü tatmadı ama 12 sene sonra aynı gün 1456’da öldü. Hunyadi, büyük komutandı. Haçlı ordularının başkomutanıydı. Otoritesi önünde herkes eğilirdi. Oğlu ise Macaristan kralı olan ve tahta geçen Matyoş Corvinus’tur. Viyana’yı fethetti, Macaristan’ın o gün için özgün bir kuvveti olan kara kartallar ordusunu kurdu ama artan askeri masraflar ağır vergilere, köylü ayaklanmalarına mal oldu ve sarsılan ülkede alınan tedbirlerin hiçbiri 1526’daki Mohaç bozgununu engelleyemedi.

Yeni hayal Viyana oldu
Fatih’in ani ölümüyle, Otranto’ya çıkan Gedik Ahmet Paşa da 13 ay kaldığı İtalya’dan çekilmek zorunda kaldı ve 15. asır Türkünün özlediği gelecek için hayaller kurduğu bu kıtaya bir daha Osmanlı dünyası ilgi duymadı. Batı’daki hayal nokta Viyana oldu. Doğu’da ise Yavuz Sultan Selim, Suriye, Filistin gibi Maşrık Arap ülkelerini ve Mısır’ı fethetti. Kanuni’nin hedefi Macaristan ve Doğu’da da Bağdat oldu. İtalya Osmanlı’nın ilgi alanı dışına kaydı. Bununla birlikte Venedik ve Cenova cumhuriyetlerinin gerilemesi doğudaki toprak kaybı denizci cumhuriyetlerin damarını kesen iktisadi düşüşle başladı, sebebi hiç şüphesiz ki Türk yayılmasıdır.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 07.08.2011)

Kuyucu Murat Paşa


(IV.Murad, Kuyucu Murat Paşa'nın bıraktığı şiddeti devam ettirdi.)

5 Ağustos 1611’de 95 yaşındaki sadrazam Kuyucu Murat Paşa ölmüştü. Celali isyanları denen ve tarihçi açısından tahlili henüz tartışmalı ayaklanmalar Anadolu’yu neredeyse kırk yıla yakın zaman kasıp kavuruyordu. Merhum hocamız Mustafa Akdağ’ın bu konudaki “Celali İsyanları” eserinin üzerine yeni bir yorum halen gelmedi. Fakir köylüler, gelecek ümidini kaybetmiş medrese softaları, kapıkulu sınıfına girememiş levendler, tımar beratını elde edememiş cebelüler, devlete başkaldıranların (kimi eşkıya kimisi devlet adamı) peşine katılarak ortalığı kasıp kavuruyordu.

Devlet, imparatorluktan sonra Cumhuriyet devrinde dahi takip edilen yeni bir kurum yarattı. Müfettiş paşalar, isyanı bastıracak kumandanlar fevkalade yetkiliydi. Mali yetkileri vardı, yargı yetkileri vardı ve tabii idam ve cezalandırma yetkileri vardı. Doksanındaki devletlu vezir bir müfettiş paşaydı; Osmanlı İmpataorluğu’ndan sonra cumhuriyet devrinde dahi izlenen fevkalade yetkili, vali ve komutanların ünvanıydı. Kuyucu Murat Paşa bazen düşmesin diye atının eyerine kendini bağlatırdı, ama aklı yerindeydi ve sertti. Görevini mistik bir şiddet ile yerine getirirdi. Suçluyu değil suç ihtimali hatta kabiliyeti olanını bile cezalandırırdı. Siyaset ettiği gövdelerden ayrılan kelleleri kuyulara doldurduğu için bu ünvanla anılmıştır. Şurası bir gerçek, 17. asırda IV. Murad’ın sert saltanatı da bunun üzerine binince, imparatorluğun asayişi avdet etti. Bu nedenle Kuyucu Murat Paşa devrine ve icraatına bazı tarihçilerin olumlu yaklaşmasının nedeni de budur.

Kuyucu Murat Paşa devrinden sonra çocukluktan çıkan IV. Murad’ın devri başlar, bilhassa onun Bağdat ve Revan seferleri boyunca geçtiği Anadolu kasabaları ve şehirleri şiddetli cezalara sahne olmuştu. Osmanlı tarihinin Murat Paşa ve Sultan Murad’lı bu dönemi devlet terörünün zamanıdır; lakin bir nevi restorasyon ve derlenip toplanma olduğu açıktır. Üstüne Köprülüler devri restorasyonu ancak bu sayede mümkün olmuştur; ta ki Viyana bozgununa kadar.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 07.08.2011)

Hayatından bezmiş, çaresiz papa: II.Pius


1464 yılının ağustos ayının ortasında anlı şanlı Papa II. Pius, İtalya’nın Ancona şehrinde ağır hastalıktan sonra bedbaht ve hüsran içinde öldü. Enea Silvio Piccolomini papalığa ulaştığında sadece 13 yıldır rahipti. 40 yaşının olgunluğuna kadar bir Rönesans adamının hem verimli hem de çılgın hayatının ne gereği varsa yerine getirmişti.

1405 yılında Corsignano’da doğan Enea Silvio Piccolomini, Siena ve Floransa’da parlak bir hümanist eğitim gördü. Latince ve Yunancası mükemmeldi. Birçok dile intibak etti. Alman imparatorluk yönetiminin gözüne girdi. Roma’da ise özellikle kendinden evvelki Papa Calixtus ondan vazgeçemezdi. Piccolomini birinci sınıf bir diplomattı. Avrupa sarayları arasında her manevrayı yürüttü. Baş düşmanı Fransa’ydı ama tabii onlarla Türklerle olduğu gibi savaşamazdı. Rönesans diplomasisinin ustalıklarını kullanmayı tercih etti.

Bir yandan da keyifli bir hayatı vardı. Birkaç gayrimeşru çocuğu oldu. Arada “Lucretia ve Euryalus” adlı bugün bile okunan müstehcen bir roman yazdı. Rönesans’ta bir yönetici adayının sempati kazanması için bu gibi tiyatro ve roman parçalarını kaleme almasının kaçınılmaz olduğu anlaşılıyor. Dillerinin zenginliği ve hitabet ustalığının sonu yoktu.

Fatih Sultan Mehmed’e mektup yazdı, yollamadı
1447’den beri Trieste piskoposuydu. Nihayet 19 Ağustos 1458’de Papa oldu. II. Pius’un başlıca hedefi Türklerdi. Konstantiniyye’nin düşüşünü o da pek unutamıyordu. Haçlı seferlerinin tertibi konusunda bütün Avrupa saraylarının boş vaatleri, ve hükümdarlar arasındaki çatışmaları seyretmekle çılgına döndü. Papa çaresizdi. Vatikan arşivleri ve kütüphanesini zenginleştirdiyse de o şehrin en kalıcı eserleri de ona ait değildir.

II. Mehmed’e gerçekleri tam kavrayamayan bir aydının safiyeti içerisinde bir mektup yazdı. Onu “aqua pauci” yani bir nebze suyla vaftiz olmaya ve cihan hakimiyetini pekiştirmeye davet ediyor, kendisine bütün yolların açık olacağını söylüyordu. Bu mektup yollanmadı. Fakat arşivdeki müsveddeyi Osmanlı tarihçiliğinin en kendini beğenmiş müverrihi Franz Babinger, Fatih’e yazılmış mektup diye ilan etti. Aslında papanın içine düştüğü çaresizlik buhranını, ihtilâcı göstermekten başka değeri yoktur.

Haziran 1464’te Avrupa ordularını ve Venedik donanmasını karşılamak ve takdis edip Türk imparatorunun üzerine göndermek için Ancona limanına ağır hasta biçimde ulaştı. Beyhude bir bekleyişten sonra güya Venedik donanmasının ufukta görüldüğü kendisine bildirildi. Vasiyeti açıktı, ümitlerinin kırıldığı Ancona’ya kalbini gömdürttü, naaşı da Roma’ya taşındı.

II. Pius öğrenilmiş klasik Helen mantığı yanında bağnaz Hıristiyanlığı, politik entrika düzeni içerisindeki çaresizliği ve yeni doğan Reform hareketleriyle mücadelesindeki yenikliğiyle tipik bir Rönesans adamıdır. Yükselen Osmanlı İmparatorluğu ve karşısında gerileyen İtalyan cumhuriyetleriyle, bezgin bir hayatın çaresiz ruhaniliğini II. Pius kadar kimse resmedemez.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 14.08.2011)

İşte İnönü'nün Atatürk'ü çarpıttığının belgesi


(CHP Genel Kurul Toplantısı'na giderken bir vatandaş
İnönü'nün ayağını böyle öpmüştü.)

Eski gazeteleri gözden geçirmek kadar zevkli ve aynı oranda şaşırtıcı pek az şey var bu dünyada. Geçenlerde sahaftan yine bir tomar eski gazete satın aldım ve günlerce sararmış sayfaların arasında dolaştım durdum. Şaşırdığım ve düşündüğüm nice haberle karşılaştım. İşte onlardan birisi:

"Atatürk'ün 22 yıl muhafızlığını yapmış olan 85 yaşındaki Başçavuş Tahsin Cinoğlu, Milli Savunma Bakanlığı'ndan kendisine tahsis edilecek maaşı ve İstiklal Madalyası'nı beklemektedir."

Günaydın gazetesinin 10 Kasım 1969 tarihli nüshasında yer alan haberde Atatürk'ün korumasının Bektaşi dedeleri gibi upuzun sakalıyla çekilmiş bir fotoğrafına da yer verilmiş. Düşünün, Cumhuriyet kurulalı 46 yıl olmuş, Atatürk'ün 22 yıl korumalığını yapmış olan bir emekli askere henüz maaş bağlanmamış, onu bırakın, İstiklal Madalyası dahi verilmemiş. Görüldüğü gibi İstiklal Madalyası'nı alanların hepsi onu hak etmedikleri gibi, Cinoğlu gibi alamayan binlerce hak sahibi de beklemedeydi.

Verilmeyenlerin mutlaka CHP ile veya yeni rejimle bir sorunları olduğunu düşünüyorum. Madalyayı Tek Parti döneminde istediklerine vermişler, istemediklerine vermemişler. Bunu sonuna kadar tartışmaya varım. Ancak CHP ve İnönü'nün, ellerine imkân geçtiğinde tarihi nasıl çarpıttıklarına ve devirler değiştikçe nasıl çark ettiklerine bazı örnekler vermek bugün daha önemli görünüyor bana.

Malum, Atatürk'ün cenaze namazı sarayda gizli saklı kılınmıştır. Türkçe kamet getirilmiş ve iftitah tekbirini Şerefeddin Yaltkaya "Tanrı Uludur" diye almıştır. Nedendir bu gizlilik? Ve nedendir her Müslüman gibi Atatürk'ün de cenazesinin camiden kaldırılmasına karşı çıkma, törende hiçbir dinî sembole yer vermeme tavrı. Ve 1953'te Anıtkabir'de toprağa verilirken kardeşi Makbule Atadan'ın tabuta Arapça bir dua koymak istemesi karşısında "O bunu istemezdi" diye geri çevrilmesinin anlamı nedir?

Atatürk'ün cenaze törenini dinî unsurlara yer vermeden icra ettirenler, acaba kendi cenazelerinde nasıl davrandılar? diye insan merak ediyor. Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, tekbirlerle ve tarikatdaşlarının zikirleriyle uğurlanmıştı son yolculuğuna. Zamanın Başbakanı Celal Bayar Müslüman'a yakışır bir törenle toprağa verilmişti. Keza zamanın Cumhurbaşkanı İnönü'nün cenazesi de tam bir Müslüman cenazesi gibi kaldırılmıştı. Hem de çok ilginç ayrıntılarla bezeli bir kaldırılıştır onunkisi. CHP'liler kadar olmayanların da bilmesi gereken ayrıntıları 29 Aralık 1973 tarihli Hürriyet gazetesinden beraberce okuyalım:

"İnönü'nün ruhunu taziz için mevlit okutturulacağı ifade edilmiştir. İnönü'nün yıkanması işlemi, Pembe Köşk'teki banyoda ve Ankara Müftüsü'nün nezaretinde yapılmıştır. Yıkama işlemini tamamlayan iki imama aile yakınlarından biri yardım etmiş, bu sırada iki oğlu (Ömer ile Erdal) babalarının vücuduna birer tas su dökmüşlerdir. Yıkama işlemi bittikten sonra vefatından sonra alınmış bir kefene sarılmak istenince, eşi Mevhibe İnönü müdahale etmiş ve kendi sandığından çıkardığı "Hasa" denilen bir kumaştan yapılmış kefenin kullanılmasını istemiştir."

Haber şöyle devam ediyor:

"Bayan İnönü ayrıca, yine sandıktan çıkardığı, üzeri sim ile "Lâ ilâhe illalah Muhammeden Resulullah" yazılı 1,5 karış eninde yeşil satenin, İnönü'nün göğsü üstüne konulmasını istemiştir."

Burada dikkat çekmek istediğim husus, Cumhuriyet'in ikinci kurucusu İnönü bir Müslüman gibi gömüldüğü halde ilk kurucusu Atatürk neden bundan mahrum edildi? Atatürk'ün suçu neydi? 'Beni Müslüman gibi gömmeyin' diye bir vasiyeti mi vardı yoksa? Makbule Hanım'ın isteği reddedilirken Mevhibe Hanım'ınki neden normal karşılandı? Aradan 35 yıl mı geçti? Yani zamanla işler değişti diyorsanız, o zaman Atatürk 1938'de değil de, 1958'de ölse farklı gömülecekti mi demek istiyorsunuz? (Bu arada 1953'teki törende de herhangi bir dinî sembole yer verilmeyişi, Demokrat Partililerin de CHP'den farklı düşünmediklerini akla getiriyor.)

Dahası, İnönü uzun siyasi hayatında din konusunda zikzaklı bir yol izlemişti.

Mesela türbeleri kapatan kanunu başbakanlığı döneminde çıkarmış ama cumhurbaşkanlığı döneminde yasağı kaldıran imzayı da kendisi atmıştı. 1950 seçimlerinden önce apar topar açılan türbeler sayesinde Demokratlara gidecek "Müslüman" oylarını avlama hesapları yapmıştı besbelli ama tutmadı.

Arapça ezanın yasaklanışı başbakanlığına, kanunla yasaklanışı cumhurbaşkanlığına rastlar. 1950'de ezan yasağının kaldırılmasına karşı çıkmayan da, 1965 yılında bir meydan konuşmasında ezan okununca susup huşu içinde(!) dinleyen de, bir zamanlar kapattığı Mevlana'nın türbesine gidip neredeyse biz Cumhuriyet'i ondan ilham aldık demeye getiren de İnönü'dür (Meydan, 13 Temmuz 1965). Oysa yıllar önce ezan okunurken susan Menderes'i dini siyasete alet etmekle suçlayan da kendisiydi.

Atatürk'ü istediği kılığa büründüren ve ne yalan söylemeli, kendisini öne çıkarttırmak için çarpıtan İnönü'nün böyle bir kurnazlığı daha hayattayken yüzüne vurulmuş ama cevap verememişti. Kendi anlatımına göre İsmet Paşa Atatürk'le 1916'da Kafkas cephesinde tanışmıştır. Kendisi 2. Ordu'nun kurmay başkanıyken başlarına Mustafa Kemal atanır. Ordunun durumunu sorar. O da 2 saat anlatır ve bir teklifte bulunur. M.Kemal de bayılır buna. Atatürk'ün kendisine güveni oradan gelirmiş vs.

Sabiha Deren, Meydan dergisinde (16 Kasım 1965) sağ olan İnönü'ye, keza sağ olan eski Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın ağzından cevap verir. Aras, bir gün Atatürk'ün kendisine İnönü'yle tanıştıkları anı şöyle anlatmıştır (özet):

"İnönü'ye planını anlattırdım. Beğenmedim, aynı fikirde değilim dedim. Hayret etti. Çekilmemiz gerektiğini anlattığım halde ısrar ediyordu. İstanbul'a sormamız gerekir, dedi. Neden? dedim. Sonra sorumlu olursunuz, diye uyardı. Ben de 'Kararımı alır uygularım, soracaksa İstanbul bana sorar' dedim. Sabah benim çekilme planımı çalışıp getirdiğini gördüm. Hakikaten mükemmel bir plandı. Ve dediklerimi ben bile bu kadar güzel planlayamazdım. İsmet'e dikkat etmek lazım Tevfik, zira o inanmadığını bile mükemmel surette planlar ve uygulayabilir."

Bu alıntıdan iki gerçek göz kırpıyor tarihe: 1) "İnönü tarihi" diye bir tarih vardır ve İnönü Atatürk'ü de kendisine uydurmuştur. 2) İnanmadığını bile mükemmelen yapabilir oluşu, tam bir tiyatrocu ustalığını gerektirir. Ve 3) Neden İnönü üzerinde ısrarla duruyorsun? sorusunun sahiplerine gülümseyerek mukabele ediyorum.

Mustafa Armağan
(Zaman, 14.08.2011)

2 Ağustos 2011 Salı

Lozan'ın gerçek kahramanı kimdi?


CHP, Başbakan'ın Lozan'ı anarken İnönü'den söz etmemesine karşı sert bir bildiri yayınlamış.

CHP'ye göre İnönü'yü anmamak kendi tarihine ihanet etmekmiş. Asıl beni bu yazıyı yazmaya sevk eden, İnönü'nün adının anılmamasını vatana ihanetle eş tutmaları oldu.

Lozan'da gerçekte kimin kazandığı, aradan geçen 88 yıla rağmen aydınlatılabilmiş değil. Sebebi basit: İçeride kesif bir propaganda bulutu kol geziyor: Bir yanda "Lozan zaferi"nin mimarı İsmet Paşa, alabileceğinin hepsini aldı, Lozan Sarayı'nın camlarını gür sesiyle titretti, yedi düveli dize getirdi cinsinden yağcılıklar. Dışarıda yazılanlara karşı da ya taştan bir duvar ya da 'Zaten emperyalistler başka ne yazacaktı ki' sızlanmaları. Belge deseniz, görüşmelerin en kritik olanları kapalı kapılar ardında cereyan etmiş, dolayısıyla mahrem bilgiler hemen hemen yok gibi (Rıza Nur'unkiler hariç). Affedersiniz ama Lozan eğer onur duyulacak bir "zafer" idiyse her anının şerefle belgelenmesi gerekmez miydi?

Öyle de, elde İsmet Paşa'nın muğlak Türkçesiyle gevelediklerinden öte bir şey yok. Mecliste yapılan 14 muhalif konuşmada bazı ipuçları seziliyor ama onların da danışıklı dövüş kabilinden -yani dostlar müzakerede görsünler hesabı- çıkışlar olduğunu bir parça iz'anı olan hemen anlar.

O zaman hakikat nasıl ortaya çıkacak?

İşin tuhafı, eğer bir zafer varsa, mantıken bir kaybeden de olmalıdır. Peki Lozan'da kim kaybetmiştir?

İngiltere mi? Lord Curzon'un Londra'da İngiltere'nin kaybettiği itibarı geri getiren adam olarak karşılandığını biliyoruz. Yunanistan mı? Venizelos'un tek kuruş tazminat ödemeden, üstelik adaları ve Batı Trakya'yı nasıl ustalıkla sınırları içinde tutabildiğini, savaşı kaybeden Yunanistan'ı en az zararla kurtardığını biliyoruz. Fransa mı? Belki Fransa kapitülasyonlar açısından kayıpları oynamış denilebilir ama o da geçici güney sınırlarını kalıcı hale getirip Sancak (İskenderun-Antakya) bölgesini elde tutabilmişti.

Soruyu tekrarlıyorum: Lozan'da kim kaybetmiştir? Fedakârlığı kim yapmıştır? Geri adımı kim atmıştır?

İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan kaybetmediğine göre bir kaybeden olmalıdır ve acıdır ama bu, Türk tarafıdır. Bunu ben söylemiyorum. Tutanaklara göre İsmet Paşa şöyle söylüyor:

"Başka milletleri memnun etmek için savunma araçlarından vazgeçen Türkiye'yi tarihin nasıl yargılayacağını bilmiyorum. Askerden tecrit adı altında kabul ettiğimiz fedakârlıkların, hakiki dokunulmazlığımızı ağır surette baltaladığını görüyorum. Ümit ederim ki bu beyanat, Türk heyetinin yeni bir fedakârlığı olarak kabul edilecektir. İtilaf devletleri ne istiyor? (...) İşte biz onları tamamen kabul ediyoruz." (8 Aralık 1922)

Gördüğünüz gibi aynı konuşma içinde feragat, fedakârlık ve kabul kelimeleri bir araya gelmiştir ve Lozan'ın bizim için "ilkeleri" bunlardır. Feragat da, fedakârlık da, kabul de bizden gelmiştir. Okuyalım mı biraz daha Paşa'nın sözlerini:

"Eğer dünyada tek kimse çıkıp da bana 'Daha yapılacak fedakârlıklar vardı, şu kararı almalıydınız' diyebilirse onları yapmaya razı olurum. BEN FEDAKÂRLIĞI SON HADDİNE VARDIRDIM. Toprak meselelerinde kendi zararımıza ve müttefiklerin lehine kararlar aldık. Azınlıklar meselesini müttefiklerin dilediği gibi hallettik. Boğazların serbestliğini kabul ettik. Düyun-u Umumiye yönetiminin faaliyetinin devamına razı olduk. Bütün fedakârlıkları yaptım, her şeyi kabul ettim, fakat memleketin iktisadi esaretini reddettim." (4 Şubat 1923) (Bu sözler, İnönü tarafından zamanın parasıyla tam 5 bin liraya yazdırılan Ali Naci Karacan'ın "Lozan Konferansı ve İsmet Paşa" (1943, s. 151-2, 211-2) adlı kitabından alındı.)

Demek ki, resmi metinleri de farklı bir gözle okumak mümkündür ve içlerinde sonraki müthiş propaganda rüzgârıyla gelen toz bulutunun üzerini örttüğü çok ilginç ayrıntılar gizlemektedir.

Bu açıklamaları doğrulayan ve Lozan'ın gerçek kahraman ve galibinin Lord Curzon olduğunu ortaya koyan yabancı çalışmaların neden dikkate alınmadığını merak etmişimdir. Mesela Harold Nicholson'un harikulade biyografisi "Curzon: The Last Phase"in Lozan'ı da ele alan 3. cildinin bugüne kadar neden Türkçeye tercüme edilmediğini merak ederim. Kitabın basım tarihi, 1934. Neredeyse 80 yıldır Türkiye'deki okurun aklı karışmasın diye kitap gözlerden saklanmış. Onu nadir olarak ele alan çalışmalardan biri, Prof. Ömer Kürkçüoğlu'nun "Türk-İngiliz İlişkileri"dir (Ank. 1978).

Nicholson Lozan'da olup bitenleri bize İngiltere Dışişleri Bakanı Curzon açısından göstermekte, böylece alternatif bir Lozan portresi de çizmektedir. Buna göre Curzon konferansı baştan sona bir orkestra şefi gibi yönetmiş, gerektiğinde masaları yumruklamış, gerektiğinde o soğuk İngiliz esprilerini patlatmış, zekâ dolu çıkışlarla İsmet Paşa'yı sersemletip bunaltmış, alacaklarını aldıktan sonra 4 Şubat günü 9.45'te bizi Fransızlarla baş başa bırakıp Orient Express treniyle Londra'ya dönmüş ve konferansın son bölümüne katılma gereğini dahi duymamıştır.

Curzon, Lozan'da Musul meselesini erteletmiş, azınlıklar, Boğazlar, silahsızlandırılmış bölgeler, Trakya sınırı, adalar, Yunan tazminatı gibi sorunları istediği tarzda halletmiş, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasına fit sokmayı başarmış, mali, adli ve iktisadi kapitülasyonlarla ilgili meseleler ise daha çok Fransızları ilgilendirdiği için onların hallini ertelemişti. Bu sonuç hem İngiltere kamuoyunu tatmin edecek hem de üzerinde anlaşılamayan meselelerin Fransızlar ve İtalyanları ilgilendirdiği söylenecekti. Halk bunların ayrıntısına vâkıf olmayacağı için çok da önemli değildi. Nicholson şöyle diyor:

Sonuçta İngiltere Lozan'da verdiği diplomatik savaşı kazanmıştı: Curzon, Doğu'da İngiliz prestijini ihya etmişti. Geriye, bu prestiji Batı'da ihya etmek kalmıştı. Müttefiklerinden kopmuş görünmemek için Fransa ve İtalya'yı, onların tatmin olmayacağı hiçbir antlaşmaya imza atmayacağı konusunda temin etti. Şimdi İsmet'ten de, Mustafa Kemal'den de daha zorlu bir rakip bekliyordu kendisini: Fransa Başbakanı Poincare. 1924 Ocağı itibariyle Poincare de teslim olacaktı Curzon'a.

Nicholson bir de sürpriz yaparak Curzon'un sekreterlerinden birinin özel günlüğünden geniş bir alıntı yapıyor. Alıntıda Curzon'un bir yandan müttefikleriyle, öbür yandan Venizelos ve İsmet Paşa'yla nasıl piyon gibi oynadığı bizzat içeriden bir tanığın dilinden aktarılıyor. Bu kısmı paylaşacağım sizinle ama daha önemlisi, o günlüğün nerede olduğunu tespit etmiş olmam. Bundan sonrası, bulup yayınlamak olacaktır.

Müjde! Veya Eyvah! Baktığınız yere göre değişir.

Mustafa Armağan
(Zaman, 31.07.2011)