28 Temmuz 2011 Perşembe

Cem Sultan’ın trajik hayatı


(Pinturicchio’nun Cem Sultan portresi.)

Asırlar geçti ama bugün bile Osmanlı hanedanı üyeleri onun torunlarını aralarına kabul etmez. Cem Sultan’dan beri Osmanlı kardeş kavgasından çok korkar.

Osmanlı’nın “olsaydı, kalsaydı” diye kendinden söz ettiren şehzadelerinden, şehzadelere de “sultan” unvanının verildiği son simalardandır. Dahası var; Osmanlı’nın İtalya’daki sanatlara yakınlığı devrinde büyüdüğünden kardeşi Bayezid’in aksine portresini de yaptıranlardan. Pinturicchio’nun ünlü kompozisyonunda Papalık sarayı mensupları arasında onun da yer aldığı görülür ve realist bir portredir. Trajik bir hayatı olduğu muhakkak. Ama onunla Osmanlı’da Rönesans sanatına olan eğilim sona erdi ve Osmanlı kardeş kavgasından o günden beri çok korkar.

Cem Sultan 1459 doğumludur. Yetişmesinin, 15’inci yüzyılın bütün şehzadeleri gibi bir doğu-batı sentezi olduğu açıktır ve tıpkı babası gibi cihanşumul bir bilgi merakı ve doğuya ve batıya karşı gururu olduğu anlaşılıyor. Savaşçıydı, kardeşi şehzade Bayezid ise Fatih devrinin bitmez tükenmez savaş politikalarına da medreseli veya mutasavvıf olsun geleneksel çevrelerin bir kenara itilmesine de karşıydı. Fatih, Bayezid’i Amasya’ya tayin etti. Amasya Anadolu’daki Osmanlı’nın mimarisi, hat sanatı, musikisi ve medrese kültürü ve felsefesiyle merkezi gibiydi.

11 yaşındaki Şehzade Korkut’u bile oyunlarına alet ettiler

Şehzade Cem ise Karaman valisiydi. 1481’in mayısında büyük hükümdar İtalya’ya yönelik olduğuna şüphe olmayan, şaşırtmalı seferin ilk menzillerinden Gebze sahrasında muhtemelen zehirlenerek öldü. Karamanlı Mehmet Paşa başta olmak üzere vüzera ve ulema Amasya’daki Bayezid için karar vermişlerdi. Bununla birlikte Cem de kendisini tutan yeniçerilerin başında İstanbul’a yöneldi. İstanbul’un kapıları Cem’e ve taraftarlarına kapalıydı. Bayezid’i taht bekliyordu. O yetişene kadar 11 yaşındaki oğlu şehzade Korkut taht naibi dahi ilan edildi. Görülmemiş bir kurnazlıktır. Âlim ve bilgili şehzade Korkut daha hayatının başında politik entrikalara alet edildi.

Nizam-ı alem, Bayezid-Cem kavgasını yaşadı, binlerce insan Bursa İnegöl’de kapıştı. Cem kazanmış ve Bursa hakimi olmuştu. Ne var ki Bayezid Cem’in kendisini Rumeli’ye itmesini hiç kabul etmedi, savaş sürdü. Bursa Yenişehir’deki savaşı Cem kaybetti ve Mısır’a doğru yöneldi.
Gelecek yılki savaş Konya’daydı. Gene kaybetti, Ankara’ya çekildi. Mısır’a dönüş yollarını Bayezid denetimi altına almıştı. Zavallı Cem’e kalan, önce Malta şövalyelelerinin elinde olan Bodrum kalesine, arkadan karşıda Rodos Adası’nda şövalyelerin reisi büyük üstat Pierre d’Aubusson’a sığınmak oldu. Cem daha ilk anda kandırıldı. Sultan Bayezid şövalyelere yüklü bir rehin akçesi ödemeyi önermişti. Padişah Bayezid, Papa VIII. İnnocent’a, onun ardından ahlaksız ve işini bilir papa Aleksandr Borgia’yı düzgün ödemelerine devam etti.

Talihsiz adam zehirleme üstadı Papalık ustalarının kurbanı oldu

Bu bereketli rehin Fransa kralının da iştahını çekti ve Roma’yı tehdit edip Cem’i aldı. Fransa, Cem sayesinde Akdeniz politikasına oynayacaktı. Roma bu bereketli adamı kaybediyordu, II. Bayezid ise tehlikeli ellere geçecek Cem’in ortadan kaldırılmasına karar verdi. Roma’ya okkalı bir para ödendi. Her türlü zehrin ve ustaca zehirlemelerin üstadı olan Papalık ustaları talihsiz şehzadeyi zehirledi. Zehir etkisini geç gösterecekti. Nitekim şubat sonu 1495’te VIII. Şarl’ın Napoli’ye tertiplediği seferde öldü. Zaten VIII. Şarl yaşayan bir ceset devralmıştı.

Sultan II. Bayezid yas ilan etti, şehzade şehzadeydi. Mumyalanmış naaşı bekletiliyordu, dört yıl içinde Osmanlı mülküne getirildi ve Bursa’ya defnedildi. Çocukları için aynı şey söylenmez. Onlar bağnaz muhitte vaftiz edildiler ve de vaftiz edilen torunların bir kısmı Kanuni Süleyman’ın Rodos kuşatmasında şövalyelerin yanındaydı. Kuşatma “vira” ile bittiği ve herkes kaleyi serbestçe terk ettiği halde şövalyeler Cem’in soyuna yaptıkları son bir ihanetle onları padişahın eline bıraktılar. Tanassur eden Müslümanlar katledilir, öyle oldu.

Asırlar sonra dahi Avrupa’da kalan bir-iki torunun soyundan gelenleri, bugünün Osmanlı hanedanı Cem Sultan’ın torunları ve kuzen olarak tanıyor ama aralarına almayı kabul etmiyorlar. Cem Sultan’dan kalan Bursa’daki türbe ve Topkapı Sarayı’ndaki tılsımlı gömlek. Her şehzadeye koruyucu olarak hazırlanan bu pahalı gömleği giymesi hiç nasip olmamış.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 17.07.2011)

Osmanlı, Kıbrıs'ı Anadolu bağlantılı idare etmişti


Bugün Kıbrıs Barış Harekâtı'nın 37. yıldönümü. Bu harekât yalnızca Türkiye açısından değil bütün İslam dünyası açısından da 20. yüzyılın en önemli hadiselerinden biridir. Çok uzun süre Batı emperyalizmi altında ezilen İslam dünyasından ilk defa bir ses hakkını aramış ve Batı'nın hiç beklemediği bir zamanda Türkiye ileri bir adım atmıştı.

Hala Sultan Tekkesi

Çok eski çağlardan itibaren insanların yaşadığı Kıbrıs, Mısır, Hitit, Fenike, Asur, Pers, İyon hakimiyetinde kaldı. Adanın bir büyük devletin hakimiyetine girmesi Milattan Önce 59'da gerçekleşti. Bu tarihte ada Roma İmparatorluğu'nun bir parçası oldu. Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılmasın­dan sonra ise Bizans İmparatorluğu tarafından idare edildi. Müslümanlar'ın Kıbrıs'ı ilk fethetme teşebbüsleri Halife Hazreti Osman zamanında oldu. Suriye Valisi Muaviye'nin ısrarı ile yapılan bu sefer sonucunda, Kıbrıs vergiye bağlandı. Bu seferde, Peygamberimiz'in süt halası Ümmü Haram da şehit düştü. Türbesi bugün Kıbrıs Rum kesiminde, Larnaka şehrinin dışındadır ve Hala Sultan Tekkesi diye anılır.

Emeviler ve Abbasiler zamanında, Kıbrıs ele geçirilmek için uğraşıldıysa da fethedilemedi ancak ada vergiye bağlandı. Bizans ile Müslümanlar arasında muhtariyetini koruyan Kıbrıs, her iki devlete de vergi verdi. 1191'de İngiltere Kralı Arslan Yürekli Richard, Kıbrıs'ı ele geçirip, Templier şövalyelerine sattı. Kıbrıs onlardan da, 1193'te Lusignan hanedanına intikal etti. Bu hanedanın kurduğu Frank Krallığı ise 1489'a kadar sürdü. Venedikli Caterina Cornaro ile evlenen son Kıbrıs Kralı İkinci Jacgues Gicomo'nun ölümünden sonra dünyaya gelen oğlunun bir yaşında ölmesi üzerine, Caterina bir süre tek başına Kıbrıs'ı idare ettiyse de, Venedik'in zorlaması üzerine 1489'da idareyi bıraktı. Venedik, Kıbrıs için Memlük Devleti'ne yılda 8.000 düka altını değerinde kumaşı vergi olarak verdi.

Kıbrıs'ın Fethi

Osmanlı İmparatorluğu'nun, 1517'de Memlük Devleti'ni ortadan kaldırmasının ardından, Venedik Kıbrıs vergisini Osmanlılar'a ödemeye başladı ancak 16. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Doğu Akdeniz'de hakimiyet kuramaya başlayan Osmanlılar için Kıbrıs'ın Venedikliler'in elinde bulunması mahzurluydu. Mısır ile Anadolu'nun güvenli bir şekilde irtibat kurmasına engel olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu'nun kıyılarının güvenliğini de tehdit etmekteydi. Kıbrıs'ta üslenen korsanların Osmanlı gemilerine verdiği zararlardan dolayı Osmanlı yönetimi defalarca Venedik'e bu durumun düzeltilmesi için müracaat etmişse de bir sonuç çıkmamıştı.

1570'te Mısır'dan şeker ve pirinç getiren bir geminin Kıbrıs'ta barınan korsanlar tarafından zaptedilmesi üzerine, Lala Mustafa Paşa'nın teşvikiyle, Kıbrıs seferine karar verildi. Kıbrıs'ın fethi için Lala Mustafa Paşa serdar tayin edildi. Sefer için görevlendirilen 300 civarında gemi ile 60 bin asker, 1570 yılının bahar aylarında üç grup hâlinde Kıbrıs üzerine hareket etti.

Osmanlı donanması temmuz ayının başında Limasol koyuna demirledi. İlk olarak ele geçirilen yer bu koydaki Leftari Kalesi idi. Adaya ayak basılmasının ikinci haftası Girne fethedildi. Lefkoşe'nin 50 günlük bir kuşatmanın ardından ele geçirilmesi üzerine, Baf ve Limasol kaleleri teslim oldu. Daha sonra Osmanlılar tarafından Larnaka (Tuzla) fethedildi. On bir aylık bir kuşatmadan sonra Magosa da 1 Ağustos 1571'de teslim oldu. Magosa'nın zaptıyla Kıbrıs'ın fethi tamamlanmıştı.

Kıbrıs'ın Anadolu bağlantısı

Kıbrıs'ın fethi tamamlanınca Lefkoşe merkezli bir beylerbeylik oluşturuldu. Kıbrıs Beylerbeyliği Baf, Magosa, Girne, Alanya, İçel (Mersin), Tarsus ve Trablusşam sancaklarından meydana gelmekteydi. Görüldüğü gibi sadece adanın kendisi değil Anadolu ve Suriye'den de bazı yerler bir araya getirilerek, idari bir birim oluşturulmuştu ancak idarede çıkan problemler yüzünden Trablusşam bir müddet sonra Kıbrıs Beylerbeyiliği'nden geri alındı. Anadolu'dan bağlanan sancaklar ise Kıbrıs beylerbeyliğinin bir parçası olarak kaldı.

Kıbrıslı Rumlar'a şefkat eli

Kıbrıs'ın fethinden sonra Venedikliler'in bir köye sürdükleri Ortodoks başpiskoposu buradan getirtilerek, Kıbrıs başpiskoposluğuna tayin edildi. Başpiskoposa veziriazamın huzuruna çıkabilmek dahil çeşitli imtiyazlar verildi. Kıbrıs'ta Franklar zamanından beri uygulanan ahalinin mecburi ücretsiz çalıştırılması angaryası, bidat sayılarak kaldırıldı.

Kıbrıslı Türkler Anadolu'dan gitmiştir

Kıbrıslı Rumlar, adadaki Türkler'in din değiştirmiş Rumlar olduğu iddiasını zaman zaman tekrarlarlar ancak yapılan tarihi araştırmalar Kıbrıs'taki Türkler'in fethin hemen ardından Anadolu'dan getirilerek yerleştirilen Anadolu Türkleri'nin torunları olduğunu gösterir.

Fetihten sonra Kıbrıs'a Türkler'in yerleşmesi için iki yıl vergi muafiyeti tanınmış ve Anadolu'da belirlenmiş bazı bölgelerden, on haneden bir hanenin zorla Kıbrıs'a yerleştirilmesi emri çıkarılmıştı. Adaya gönderilmek üzere Aksaray, Beyşehir, Seydişehir, Develi, Anduğı, Ürgüp, Niğde, Bor, Ilgın, İshaklı, (Sultandağı), Akşehir, Koçhisar ve Mersin'den 12 bin hanenin gönderilmesi planlanmıştı ancak ada iklimi Anadolulu Türkler tarafından beğenilmediği için 1572-1581 yılları arasında ancak 8 bin hane adaya gönderilebildi. Bu da yaklaşık 40 bin kişilik bir nüfusa tekabül eder. İskân edilen Türkler'in bir kısmı ise sonradan olumsuz ada şartlarından dolayı Anadolu'ya geri döndü. Kıbrıs'a Türkler'in iskânı daha sonraki asırlarda da sürdü.

Şarap uydurması

Bazı yazarlar, Kıbrıs'a sefer açılmasına İkinci Selim'in çevresinde bulunan Nakşa Dukası Yasef Nassi'nin padişaha, Kıbrıs'ın şaraplarını methetmesinin sebep olduğunu iddia ederler ancak bu görüş doğru değildir ve tarihçiler tarafından ciddiye alınmaz. Osmanlılar'ın Doğu Akdeniz'e hakim olma süreci çerçevesinde Kıbrıs'ı bu yıllarda ele geçirmeye çalışmaları kaçınılmazdı.

Fetih hazırlığı

Osmanlı İmparatorluğu, Kıbrıs'ın fethini önceden planlamış, ona göre hazırlıklar yapmıştı. Nitekim 1569'da Fransa'yla çok kapsamlı bir kapitülasyon antlaşması imzalanması da, Kıbrıs'a sefer açıldığında Batı'da Osmanlılar aleyhine yürütülecek bir ittifakın gücünü azaltmak içindi.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 20.07.2011)

Kaşıkçı elması


Kanuni ölüp de İkinci Selim tahta geçince ünlü şair Baki ona bir kaside yazar ve şiirin bir beytinde onun işrete düşkünlüğünü ima ile şöyle der:

Müselles gösterir dâim temâşâ eylesen elde
Meğer kim pâre-i elmâsdır câm-ı dırahşânı

Demek olur ki, "Elindeki parlak kadehi herhalde elmastan yontulmuş olmalı ki bakılınca elde daima müselles gösteriyor."

Bu müselles (üçgen, üç köşeli) kelimesi elmasların ekseriya üç köşeli traşlandığını anlattığı gibi sultan Selim'in kadehi üç parmağıyla tuttuğunu da anlatır. Şair bu ya, kelimeye bir anlam daha yükler ve üç kere damıtılarak yapılan özel bir şarabı anlatır. Hepsine göre beytin anlamı farklılaşır. Doğrusu şimdilik bunların hiç biri bizi ilgilendirmiyor. Çünki biz elmasın peşindeyiz. İstiyoruz ki şu fani dünyada bizim de bir Kaşıkçı elmasımız olsun, sultanlar gibi yaşayalım. Hani Fıtnat Hanım'ın,

Muteberdir sâf gevher dehrde nâkâm iken
Her güherden kadri elmasın füzûn bî-nâm iken[1]

dediği türden bir elmas istesek çok mudur!?..

Efendim, Kaşıkçı elması bilindiği gibi Topkapı Sarayı hazine dairesinde sergilenir. Kaşık biçiminde olduğunu yahut 86 kratlık kıymetiyle dünyanın sayılı elmaslarından bulunduğunu bilmeyen yoktur. Çevresinde iki sıradan 49 pare pırlanta mevcuttur. Osmanlı döneminde Kaşıkçı elmasından daha değerli iki elmastan biri Derya-yı Nûr (Nur denizi), diğeri Kûh-ı Nûr (Nur tepesi) adlarıyla İran hazinesinde bulunmakta imiş. Şimdi biri İngiltere kraliyet ailesindedir.

Dünya elmasları içinde iriliği ve temiz işçiliğiyle dikkat çeken Kaşıkçı elması 1774 yılında önce Hindistan'ın Madras mihracesi tarafından Pigot adlı bir Fransız subaya satılır. Pigot onu Napolyon'un annesine satar. Bu kadın yıllarca elması göğsünde taşır. Napolyon sürgüne gönderildiği zaman, oğlunu kurtarmak isteyen anne elması pazara çıkarır. O yıllarda Paris'te bulunan Tepedelenli Ali Paşa'nın bir adamı, paşa adına elmasa tamı tamına 150 bin altın öder. Bilahare Ali Paşa isyan edip de Sultan II. Mahmud tarafından öldürülünce (1822) elmas Osmanlı hazinesine intikal eder.

Kaşıkçı elması hakkında tarihî gerçeklerin bu şekilde olduğu kabul edilir ve hemen her yerde böyle yazılır. Ama gelin görün ki vakanüvis Raşid'in (ö.1735) ünlü Osmanlı Tarihi'nde "Zuhûr-ı Elmas-ı zî-kıymet" başlığı altında aşağı yukarı şöyle bir hikâye yer alır:

İstanbul'da Eğrikapı çöplüğünde 1699 yılında yuvarlak bir taş bulunur. Taşı bulan talihsiz ahmak, bunu üç kaşık karşılığında bir kaşıkçıya verir. Sonra bir sarraf, taşı on akçeye kaşıkçıdan satın alır ve hemen meslektaşı olan başka bir kuyumcuya gösterir. Bunun kıymetli bir elmas olduğu sarraflarca hemen anlaşılır. Hisse konusunda iki kuyumcu arasında anlaşmazlık çıkınca durum kuyumcubaşıya intikal eder. Kuyumcubaşı, her iki kuyumcuya da birer kese akçe vererek elması onlardan alır. Durumdan haberdar olan veziriazam da bu hazineye sahip olmak ister. Sonunda olay devrin padişahı IV Mehmet (Avcı Mehmet) tarafından da duyulunca emir verilir, elmas, sadrazamdan alınıp saray kuyumcubaşısına verilir. O da elmastraş efendiyi çağırtıp bu taşı traşlamasını ister. Bir süre sonra, ortaya 86 kıratlık eşi benzeri görülmemiş paha biçilmez bir elmas çıkar. Bu arada hükümdar elmas ustasına bir kese altın bahşişi ile becerikli kuyumcubaşısını kapıcıbaşılığa terfi ettirmeyi ihmal etmez.

İmdi bu iki hikâye arasında garip bir tenakuz vardır. 1774 yılında satın alınan bir elmas, 1699 yılında çöplükte nasıl bulunur? Tarih işte böyle bir şeydir ve yalnızca eldeki belgeye göre anlam kazanır. Ama öte yandan insan için en önemli elmas, sevgi dolu bir kalptir. O halde hepimizin birer Kaşıkçı elmasımız var sayılmaz mı? Bakın bakalım, kalbiniz Kaşıkçı elmasına, Kaşıkçı elması da kalbinize benzemiyor mu? Ben söyleyeyim; şekli bile tıpatıp aynı!..

[1] Aslı temiz olan kişi zamanında murada ermese de yine itibar görür. Elmas da isimsiz olduğu (üzerine mühür gibi isim yazılamadığı) halde değeri sair mücevherlerden üstündür.

İskender Pala
(Zaman, 12.07.2011)

Mihrabı tuvalet yapılan cami


Türlü kılıklara giren camilerin hapishane dahi yapıldığına dair bir tanıklığı sizlerle paylaşmak istiyorum. Divriğili değerli tarihçi Necdet Sakaoğlu'nun anlattığını naklediyorum.

"Çocukluğumu geçirdiğim kasabada, Cedid Mustafa Paşa Camisi hapishane olarak kullanılıyordu. Taş bir bina olduğu için tercih edilmişti; zaten o yıllarda camilerin çoğu kapalıydı. Mahkûmlar ayaklarını pencereden dışarı çıkarırlar, türkü söylerlerdi akşama kadar. Sokaktan geçerken, mahkûmlardan korkardık, sanki pencereden üzerimize atlayacaklar gibi gelir, ta uzaktan geçmeye çalışırdık. Camide tuvalet de, su da yoktu. Yıllar sonra benden yaşça daha büyük olan ve o yılları daha iyi hatırlayan bir emekli hâkime, mahkûmların tuvalet ihtiyaçlarını nasıl giderdiğini sordum. "Mihrabın önüne büyük bir küp konmuştu. İki yanına inşaat iskelesi gibi iskele kurulmuş, iki de tahta uzatılmıştı. Mahkûmlar bu iskeleye çıkıp küpü kullanıyorlardı. Küp dolunca da gardiyan, kulpundan sırık geçirip iki mahkûmun omzuna veriyor, dereye boşalttırıyordu."

Camilerimize bu alçakça hakaretlerin yapıldığı tarihlerde İstanbul'da garip bir hazırlık vardı. Şimdi Taksim Gezi Parkı diye bildiğimiz parkın adı, o zamanlar İnönü'nün adını taşıyordu ve merdivenlerle çıkılan meydan girişinin ortasına devasa bir heykel kaidesinin dikilmesi gündemdeydi. Yiyecek ekmek bulamayan İstanbullular heyecan içinde(!) nasıl bir "şaheser"le karşılaşacaklarının heyecanıyla yanıp tutuşuyorlardı. Askerlerine kışla, mahpuslarına hapishane, atlarına ahır bulamayan devletimiz, Viyana'daki bir heykeltıraşa 1 milyon küsur lira ödemiş, devasa kaidesi için de 300 bin lira kadar bir para harcamakta sakınca görmemişti. Ve tam 35 ton ağırlığındaki muazzam heykel 1944 yılında yurda getirilmiş ama hemen ardından çok partili hayata geçildiği için bir türlü yerine dikilememişti.

Şimdi İnönü'nün Taşlık'taki evinin bahçesinde bulunan heykelin parasının günümüzde kaç lira tuttuğunu iktisatçılar hesap ededursun, biz Kılıçdaroğlu'na soralım:

O günün parasıyla çoluk çocuk bütün Türkiye nüfusunun en azından bir gün karnını doyurabilecek olan bu kadar parayı çöpe atmanın hesabını nasıl vereceksiniz? bir. Askerine kışla yapamayan devletin en acil ihtiyacı Viyana'ya heykel siparişi vermek midir, iki.

"Kışla yok, yer yok"muş! Sanki Taksim Kışlası'nı yıktırıp da gezi parkı yaptıran bizzat İnönü değilmiş gibi. Ne pişkinlik Yarabbi!

Mustafa Armağan
(Zaman, 17.07.2011)

17 Temmuz 2011 Pazar

Hayat kurtarana Osmanlı'dan madalya


Bir fedakârlık, bir muvaffakiyet veya yararlık karşılığında devletin tebaasına verdiği altın, gümüş, nikel, bakır gibi madenlerden yapılmış mükâfat ve şeref alameti olarak tarif edilen madalyanın, Osmanlılarda ilk ihdası 1730 yılına kadar gider. Bu tarihten itibaren de devletin yıkılışına kadar 60’a yakın madalya çıkarılmıştır.

Ekseriyetle belli bir hadisenin; bir savaşın, tamirin, açılışın vs. hatırasına çıkarılıp verildiğini gördüğümüz madalyaların, daha genel maksatlarla verilenleri de vardı. Bunlar arasında en dikkat çekici olanlardan biri, Sultan Abdülmecid (1839-1861) döneminde çıkarılan ve “tahlîsiye” yahut “tahlîs-i cân” isimleriyle anılan madalyadır. İlk defa 1859’da çıkarıldığı kaynaklarda belirtilen bu madalyanın, bundan birkaç yıl önce ihdas edilmiş olduğu ortaya konmuştur.

Tahlîs”; halâs etmek, kurtarmak manasına gelir. “Tahlîsiye” de kurtarmayla alakalı anlamını ifade eder. Tahlisiye madalyasına “cankurtaran madalyası” ismi de verilmekte ve vesikalarda bu isimle de anılmaktadır. Madalyamız; yangın, sel, deprem gibi türlü felaketler veya birdenbire vuku bulan tehlikeler karşısında ölümle burun buruna gelenleri canını hiçe sayarak, varlığını ortaya koyarak kurtaranlara Osmanlı Devleti tarafından verilen bir madalya idi.

Tahlisiye madalyası her ne kadar Sultan Abdülmecid zamanında ihdas edilmişse de esas itibariyle Sultan İkinci Abdülhamid (1876-1909) devrinde yaygınlık kazanmıştır. Bu padişahın hükümdarlığıyla beraber çokça verilmeye başlanan madalyanın, daha geç bir tarihte, 16 Kasım 1892 tarihinde nizamnamesi de yayınlanmıştır. Tahlisiye madalyası nizamnamesi, madalyanın niçin ve kimlere verildiği, kaç çeşidi olduğu, hangi madenden imal edilmiş olduğu gibi sorulara ışık tutuyor.

Tahlisiye Madalyası Nizamnamesi

Madde 1: Can kurtarmak hususunda bilfiil gayret ve insaniyet gösterenlere mahsus olarak ihdas buyrulmuş olan tahlisiye madalyası, gümüşten imal edilmiş olup sahipleri, istedikleri zaman göğüslerine takabilirler.

Madde 2: Bu madalyanın yeşil, kırmızı ve beyaz ve bu üç renkten mamul, dört nevi kurdelesi vardır. Tekraren can kurtaranlara her defası için başka başka madalya verilmeyip aşağıda yazılı resmi muameleler yapıldıktan ve izin alınarak padişahın irade-i seniyyesi çıktıktan sonra gereğince yalnız beratı yazılıp verilecek ve kurdelesi değiştirilecektir. Şöyle ki birinci defa için yeşil kurdele ile bir madalya verilecek, ikinci defa için kırmızı, üçüncüsünde beyaz ve dördüncüsünde bu üç renkten imal edilmiş yalnız bir kurdele verilecektir.

Madde 3: Yangın sırasında nefislerini kurtarmayı başaramayıp ateş içinde kalanların, kaza ile deniz, nehir ve göllere düşüp tehlikede bulunanların, ansızın yıkılan bina ve duvarların altında kalıp bizzat kurtulamayanların ve bu türden sair afetler meydana geldiğinde tehlikeye maruz kalanların canını kurtarmak maksadıyla kendilerini tehlikeye atarak gayret ve başarı gösterenler tahlisiye madalyasıyla taltif edilirler.

Madde 4: Yukarıda beyan edilen tehlikelerden kurtarılanlar tedaviye muhtaç ise, kurtaranlar tarafından en yakın mevkide bulunan belediye veya zabıta memurlarına durumun haber verilmesi mecburidir. Ayrıca can kurtarmayı başaranlar; isim, şöhret ve sıfatlarını o esnada mezkûr memurlara bildireceklerdir.

Madde 5: Gerek belediye memurları ve gerek polis komiserleri tarafından bu gibi vukuatı beyan eden bir zabıt kâğıdı düzenlenip devlet hizmetinde bulunanlar bunu mensup oldukları dairelere, halktan bulunanlar İstanbul’da ise Şehremaneti’ne veya Zaptiye Nezareti’ne; taşrada ise mahallî hükümete (valilik, mutasarrıflık, kaymakamlık) vereceklerdir. Şehremaneti ve Zaptiye Nezareti ile vilayetler ve müstakil mutasarrıflıklar tarafından gerekli tahkikat icra edilerek can kurtarmayı başarıp madalya almaya hak kazandıkları anlaşılanların isim, şöhret ve sıfatları her defasında Dâhiliye Nezareti’ne ve oradan Sadaret makamına bildirilir. Askerî dairelere mensup olanlar için de Seraskerlik, Bahriye Nezareti ve Tophane Müşirliği taraflarından yine Sadaret makamına bildirilerek usulü üzere izin istenildiğinde padişahın iradesi çıkarsa can kurtaranın ortaya koyduğu fedakârlık derç edilerek beratı yazılıp verdirilir.

Sadeleştirerek tamamını verdiğimiz nizamnamede, tahlisiye madalyasıyla ilgili hemen her husus açık seçik ifade ediliyor. Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta, beşinci maddede belirtildiği üzere madalyaya öyle kolayca sahip olunamayacağı hususudur. Aşağıda vesikaları takip ederek çok yakından göreceğimiz üzere bu madalya ufak tefek hadiseler için verilmemektedir. Gerçekten hayatî bir tehlikenin vuku bulmuş olmasına ve bir canın o tehlikeden kahramanca kurtarılmasına dikkat edilmektedir. Yani bu madalyayla, hak edenler mükâfatlandırılmaktadır. Diğer taraftan madalya, uzun bir bürokratik süreç sonunda sahibine ulaşmaktadır.

Madalyanın Özellikleri
Nizamnamesinde belirtildiği ve örneklerinde görüldüğü üzere tahlisiye madalyası gümüşten imal edilmiştir. 36 mm. kalınlığında, 24 gram ağırlığındadır. Yazısını Naif Efendi yazmış, tuğrasını Hüsrev Efendi çekmiş, nakışlarını James Robertson yapmıştır.

Ön yüzünde çiçekli bir daire deseninin ortasında Sultan Abdülmecid’in tuğrası (Abdülmecîd Hân bin Mahmûd el-muzaffer dâimâ), arka yüzünde ise yine bir kenar süslemesinin çevrelediği, yazımızın başına da derç etmiş olduğumuz şu güzel beyit yer almaktadır:

Halka düşdükçe edenler imdâd
Olunur midhat ü tahsîn ile yâd

(İnsanlara tehlikeye düştüğü zaman yardım edenler, övgü ve takdirle anılırlar)


Hayat Kurtarma Hikâyeleri
Kahramanlık sadece savaşlarda gösterilmez. Dünyanın bin bir türlü hali, afeti, felaketi; yangını, zelzelesi, tufanı, seli; insanları savaşlardan daha beter, daha güç durumlarla karşı karşıya bırakabilir. İşte böyle zamanlarda tehlikeye maruz kalanların, hayatla ölüm arasındaki hassas sınırda bulunanların canlarını kurtararak kahramanlık gösterenler vardır. Elbette bu kahramanların ve kahramanlıkların birer hikâyesi de bulunmaktadır.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde tahlisiye madalyasıyla ilgili yüzlerce vesika bulunuyor. Bu vesikalar aracılığıyla, türlü felaketler karşısında gösterilen yüzlerce kahramanlık hikâyesinden birkaçına mercek tutmak istiyoruz.

Denize Düşen Adamı Son Anda Bir Bahriyeli Kurtardı
28 Ağustos 1904 Pazar günü sabahı, İdare-i Mahsusa’nın 20 numaralı Haydarpaşa Vapuru, Pendik’ten İstanbul’a gitmek üzere hareket etmişti. Vapur alaturka saatle sabah 1’de (aşağı yukarı 09:30) güzergâhında bulunan Kartal iskelesine ulaşmış ve burada yolcu alıyordu. Bu esnada iskele üzerindeki yolculardan Edirnekapı civarında Salmatomruk semtinde tavukçuluk yapan Rum milletinden Nikola oğlu Yanko, vapura bineceği sırada her nasılsa dengesini kaybederek denize düşmüş ve boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı.

Yanko’nun denize düştüğü yer, iskele ile vapur arasında bulunan daracık alandı ve ilk anda kimse ona yardım edememişti. Bu sebeple zavallı Yanko biraz çırpınıp çabaladıktan sonra yavaş yavaş gücü tükenerek denizin derinliğine doğru batmaya başlamıştı.

İşte tam bu sırada o civarda bulunan ve durumu haber alan bir bahriye neferi, Fethiye Kalyon-ı Hümayunu mürettebatından Samsunlu Hâmid bin Paşa, koşup yetişmiş ve elbiseleri üzerinde olduğu halde derhal denize atlamıştı. Hâmid, cansiperane bir gayretle “ka‘r-ı deryâya” dalmış, fevkalade bir fedakârlık göstererek denizin dibine doğru batmakta olan Yanko’yu yakalamış, yukarıya getirmiş ve beraberinde karaya çıkarmayı başarmıştı. Çok su yutması sebebiyle bayılıp artık can çekişme durumuna gelmiş olan Yanko, güçlükle kendine getirilmiş ve muhakkak bir ölümden kurtulmuştu.

Bahriyeli Hâmid’in bu kahramanlığı herkesin hayranlığını çekmiş ve onun mükâfatlandırılması icap ettiğine dair herkeste tam bir kanaat hâsıl olmuştu. Görgü şahitlerinden Haydarpaşa Vapuru’nun kaptanı Mehmed Râif, lostromosu Hacı Mehmed, çarkçıbaşısı Ali Rıza ile Kartal iskelesi bilet memuru Halil tarafından aynı gün yazılan raporda, hadise anlatıldıktan sonra kendileri tarafından vakaya şahit olunduğu, bu neferin göstermiş olduğu gayretin “şâyân-ı mükâfât” bulunduğu ifade ediliyor ve gerekenin yapılması isteniyordu.

Üç gün sonra 31 Ağustos’ta Kartal zabıta memuru tarafından Kartal Kaymakamlığı’na yazılan tezkirede, Samsunlu Hâmid’in can kurtarmak hususunda ifa ettiği fevkalade hizmetin takdire şâyân olduğu, bu gibi canını feda edercesine hayatını tehlikeye koyan kişilerin nişanla (madalya) taltifinin “şân-ı âlîden” bulunduğu, bu sebeple nefer-i merkûmun bir adet tahlisiye madalyasıyla mükâfatlandırılması icap ettiği belirtiliyordu.

Kartal Kaymakamı Mehmed Râsih, 6 Eylül 1904’te meseleyi Şehremaneti’ne ilettiği yazısında “ta ka‘r-ı deryâdan (deniz dibinden) âdem çıkarmak doğrusu her yüzmek bilenlerin kârı olmamasına göre” ifadeleriyle bu bahriye neferinin şu insaniyetli ve cansiperane hareketiyle tahlisiye madalyasıyla taltif olunmayı hak ettiğini söylüyordu. Şehremini Rıdvan Paşa tarafından 24 Eylül 1904 tarihinde mesele Dâhiliye Nezareti’ne iletildi. Nezaret on gün sonra bir tezkire ile durumu Sadaret’e yazdı. Sadaret Divan-ı Hümayun Kalemi, meseleyi müzakere etmiş, Hâmid’in hakikaten madalyayı hak etmiş olduğunu tesbit etmişti. Ayrıca kayıtlardan daha önce madalya almamış olduğu da anlaşılmıştı. 1904 yılı Kasım ayı sonlarında kahraman bahriye neferi Paşa oğlu Hâmid tahlisiye madalyasıyla ödüllendirildi.

Tren Az Kalsın Bir Çocuğu Eziyordu
İstanbul-Sirkeci’den Edirne istikametine giden tren yolunun Osmanlı devrindeki bir ismi de Rumeli Şimendifer Hattı idi. 4 Haziran 1895 günü alaturka saat altı buçuk (aşağı yukarı 15:00) civarında, bu hat üzerinde altı yaşlarında haylaz bir çocuk oyun oynuyordu. O civarda ikamet eden Rıfat Beyefendi’nin akrabalarından olan Behzad isimli bu çocuk, trenlerin gelip geçtiği bu yola çıktığı için aslında her an büyük bir tehlike ile karşılaşabilirdi. Behzad’ın oyun oynadığı yer, Ahırkapı ile Akbıyık Mahallesi arasında ve 3 numaralı tren kulübesinin hizasındaydı.

Korkulan işte olmuştu. Rumeli Şimendiferi büyük bir süratle ve korkunç bir gürültüyle yaklaşıyordu. Behzad o kadar dalmıştı ki ilk anda trenin geldiğini fark edemedi, sonrasında ise kaçmak için hiçbir şey yapamadı; donmuş kalmıştı. Artık koca trenin küçük Behzad’ı altına alıp çiğnemesine ramak kalmıştı.

Bu esnada 3 numaralı kulübenin bekçisi Vanlı Hasan Ağa, trenin sesini duymuş, kulübesinden çıkmış ve yolu kontrol ediyordu. Bir anda küçük bir çocuğun tren yolunun üzerinde bulunduğunu fark etti. Fakat vaziyet son derece tehlikeliydi. Tren müthiş bir süratle geliyor, küçük çocuk ise kaçmak için hiçbir şey yapmıyordu. Hasan Ağa’nın kan başına sıçradı. Bütün hızıyla koşmaya başladı. Durum o kadar tehlikeliydi ki, Bekçi Hasan çocuğu kurtarayım derken kendisi de ölebilirdi. Anlık bir tereddütten sonra tehlikeyi göze aldı, canını feda edercesine ilerledi…
Küçük Behzad, Vanlı Hasan Ağa’nın inanılmaz fedakârlığı sayesinde muhakkak bir ölümden kurtulmuştu.

Hadiseye şahit olan mahalleliden, aralarında Akbıyık Mahallesi’nin birinci muhtarı Hasan, ikinci muhtarı Hafız Ahmed, imamı Hafız Mehmed İzzet’in de bulunduğu on üç kişi düzenledikleri şahadetnamede, Bekçi Hasan’ın bu hizmetinin cidden takdire şâyân olduğunu, taltif edilmesi icap ettiğini belirtiyorlar ve yazılanların hakikat olduğunu ifade ediyorlardı.

Fakat ne hikmetse Bekçi Hasan’ın ödüllendirilmesi işi unutulmuş, aradan bir seneye yakın zaman geçmişti. Vanlı Bekçi Hasan, 7 Nisan 1896 tarihinde Ticaret ve Nafia Nezareti’ne yazdığı dilekçede, trenin süratle geçişi sırasında bir çocuğun hayatını kurtarmasına mükâfat olarak tahlisiye madalyasıyla taltifini istid‘â ettiğini fakat aradan hayli müddet geçtiği halde hiçbir şeye nail olamadığını söylüyordu.

Ticaret ve Nafia nazırı 13 Nisan tarihinde meseleyi bir üst makama iletmiş ve Bekçi Hasan’ın tahlisiye madalyasıyla taltifi icap ettiğini ifade etmişti. 1 Mayıs 1896 tarihinde çıkan irade-i seniyye Bekçi Hasan’ın bir adet tahlisiye madalyasıyla ödüllendirilmesine müsaade ediyordu.

Üsküdar Gülfem Hatun Mahallesi’nde Çıkan Yangın
1896 yılı Mart ayında İstanbul-Üsküdar’da Gülfem Hatun Mahallesi’nde bir evde yangın çıkmıştı. Rüzgârın da etkisiyle kısa sürede bütün evi saran yangının şiddeti karşısında, evin içinde kalan iki kadın dışarı çıkmayı başaramamışlardı. Henüz itfaiye kuvvetleri yetişmeden o civarda bulunan polis ve jandarmalar hadiseye el attılar.

Üsküdar Mutasarrıflığı Polis Meclisi azasından ve ikinci sınıf polis komiserlerinden Mustafa Şevki, üçüncü sınıf komiserlerinden Nezih, polis çavuşu Kazım, Mehmed Mevlüd ve Mehmed Ali, polis neferlerinden Şevki efendilerle jandarma onbaşılarından Tahir ve Mustafa vaka mahalline yetişmişler, hayatlarını tehlikeye atmış ve ateş içine girmişlerdi. Onların fevkalade gayretleri ve fedakârlıkları sayesinde ateşler içinde kalan iki kadıncağız kurtarılmıştı.

28 Mart 1896 tarihinde Zabtiye Nazırı, Dâhiliye Nezareti’ne yazdığı tezkirede hadiseyi kısaca anlatıp isimleri geçen polislerin hizmetlerinin takdir edilmesi gerektiğini ifade ederek bunlardan polis çavuşu olan Mehmed Mevlüd ve Mehmed Ali’nin zaten tahlisiye madalyasına sahip olduklarından kurdelelerinin değiştirilmesi, diğerlerinin birer tahlisiye madalyasıyla taltif edilmesi gerektiğini ifade etti.

Dâhiliye Nezareti meseleyi 8 Nisan’da Sadaret’e iletti. On gün sonra, Sadaret Divan-ı Hümayun Kalemi durumu inceleyerek polis çavuşları Mehmed Mevlüd ve Mehmed Ali’nin 19 Ağustos 1892 tarihinde başka bir fedakârlıklarından ötürü tahlisiye madalyasıyla mükâfatlandırılmış olduklarını, bu sebeple ikinci defa can kurtarma hizmetinde bulunanların taşıdıkları madalya kurdelesinin kırmızıya çevrilmesi nizamı icabından olduğundan bunların madalya kurdelelerinin kırmızıya çevrileceğini, diğerlerinin ise birer tahlisiye madalyası ile taltif olunacaklarını belirtiyordu. 1 Mayıs 1896 tarihinde çıkan irade-i seniyye ile de madalyalar sahiplerine verildi.

Seyhan’ın Elinden Bir Can Kurtuldu
Adana’nın içinden akan Seyhan Nehri şehirle adeta bütünleşmiş gibidir. Fakat ne yazık ki bu nehir, tarih boyunca nice canlar almış ve hâlâ da almaktadır. 31 Temmuz 1906 Salı günü, saat altı sıralarında (aşağı yukarı 14:30) bu nehrin kenarında yine sonu ölüme doğru giden bir hadise vuku bulmuştu.

Seyhan Nehri kenarında yıkanmak isteyen Harputlu Ermeni Kasbar oğlu Bağdasar, Hacı Yunus Ağa’nın kahvesi önünden nehir kenarına inmiş ve suya girerek yıkanmaya başlamıştı. Bağdasar esasında yüzme bilmiyordu, bu yüzden fazla açılmamaya dikkat ediyordu. Fakat ne olduysa oldu ve bir anda ayakları yerden kesildi. Çırpınmaya başlayan Bağdasar, suyun derinliği yüzünden bir görünüp bir kayboluyor, akıntının tesiriyle de nehrin biraz daha derin yerlerine doğru sürükleniyordu. Harputlu Bağdasar’ın boğulması neredeyse an meselesiydi. Seyhan, bir kurbanının daha canını almak üzereydi.

Bu sırada hadiseyi nehrin hemen kenarında bulunan Hacı Yunus Ağa’nın kahvesindeki müşteriler de görmüşler ve bir uğultudur kopmuştu. Buranın garsonlarından (çırak) Eski Tabakhane Mahallesi’nden Şekerci Mahmud’un oğlu Musa, bir şeyler olduğunu anlamış ve hemen dışarı çıkmıştı. Garson Musa, nehirde birinin boğulmak üzere olduğunu görür görmez derhal suya atladı. Cansiperane bir gayretle Bağdasar’ın yanına ulaşan Musa onu yakaladı ve karaya çıkarmayı başardı.

Boğulmasına ramak kalmış olan Bağdasar, yarı baygın bir haldeydi, üstelik çok su yutmuştu. Bunun üzerine belediye doktoru Abdurrahman Efendi çağırıldı. Suyun bir miktarını çıkarmayı başaran doktorun çabaları sonucu Bağdasar kendine gelmiş, tekrar hayata tutunmuştu.
Garson Musa bir can kurtarmıştı. Elbette onun bu kahramanlığının, fedakârlığının, cesaretinin karşılıksız bırakılması düşünülemezdi. Hadiseye şahit olanlardan Kahveci Naki, yine Kahveci Hacı Feyzi, Vera-yı Cisr Mahallesi Muhtarı Said, Eski Hamam Mahallesi’nden Mehmed oğlu Ali, Cami-i Cedid Mahallesi’nden Hocazade Hasib, keresteci esnafından Hacı İbrahim; polis merkez komiserinin nezaretinde aynı gün yazıp imzaladıkları zabıt varakasında hadiseye şahit olduklarını, merkûm Musa’nın “hayâtını tehlikeye ilkâ ederek Bağdasar’ı hayyen sudan” çıkardığını, onun bu “sa‘y u gayreti”nin takdire değer bulunduğunu ifade ediyorlardı.

Adana Valisi Süleyman Bahri Paşa, 29 Ağustos 1906 tarihinde durumu Dâhiliye Nezareti’ne yazdı ve Musa’nın tahlisiye madalyasıyla taltifi icap ettiğini bildirdi. Nezaretin meseleyi Sadaret’e arz etmesinin ardından yapılan yazışmalar sonucu Garson Musa’nın madalya ile taltifi Aralık ayı sonlarına doğru gerçekleşmişti.

Başka Kahramanlıklar Başka Madalyalar
Tahlisiye madalyası yukarıda verdiğimiz misallerin dışında başka durumlarda da veriliyordu. İlginç örneklerden birisi, ısırdığı hayvanlara hastalık geçiren kudurmuş bir kurdu öldürmeyi başaran çobana madalya verilmesine dair. Nizamnamenin neşrinden önce, 1888 yılı Aralık ayında vuku bulan hadisede, Çatalca’da zuhur eden hayvan hastalığının ortadan kalkmasında hizmetleri geçen yetkililere gümüş imtiyaz madalyası verildiği sırada, bu hastalığın çıkmasına sebep olan kuduz kurdu öldüren çobana da bir adet cankurtaran madalyasıyla beraber atiyye-i seniyye olarak bin kuruş verilmesine dair padişah iradesi sadır olmuştu.

14 Nisan 1888 tarihli bir vesikaya göre, İstanbul-Beyoğlu’nda Balıkpazarı semtinde, gece vakti Fransa Devleti tebaasından Auguste’ün barakasıyla altındaki ecza deposu yıkılmış ve adı geçenin dokuz-on yaşlarındaki iki çocuğunun ölümüne yol açmıştı. Bölgeye ulaşan ekipler, enkaz altında Hamal Soğman isimli bir şahsın sağ olarak bulunduğunu tespit edip kurtarma faaliyetine başlamışlardı. Bu can kurtarma operasyonunu başarıyla gerçekleştiren polis üçüncü sınıf komiserlerinden Sâlim, çavuşlar Süleyman ve Karabet, neferlerden Lofçalı Mustafa ve Ömer Faruk, Çankırılı Ali ve Arapkirli Hasan’ın şahit olunan gayretlerinden dolayı tahlisiye madalyasıyla taltifleri Zaptiye Nezareti tarafından gerekli mercilere yazılmıştı.

12 Mart 1891 tarihinde İstanbul’da Terkos nahiyesine bağlı Karaköy altındaki çayırları su basmıştı. Bu esnada o civarda bulunan bazı kişiler sele tutulup hayati bir tehlikeye maruz kalmışlardı. Bu kişilerin kurtarılması hususunda fevkalade mesai ve gayret göstermiş olan Karacaköylü Yanko’nun bir adet tahlisiye madalyasıyla ödüllendirilmesine dair irade-i seniyye sadır olmuştu.

1893 yılı Nisan ayı ortalarında, İstanbul’da Irgatpazarı’ndan Beyazıt istikametine gitmekte olan tramvay, oradan geçmekte olan bir arabayla çarpışmıştı. Çarpmanın etkisiyle arabanın tekerlek ve dingili kırıldığı gibi o sırada hayvanların da ürkmesiyle araba içinde bulunan kadınlar muhakkak bir ölümle karşı karşıya kalmışlardı. Bu esnada orada bulunup hadiseye şahit olan belediye çavuşlarından Tevfik Çavuş’la parçalanan arabanın sahibi Arabacı Erzurumlu Şükrü’nün gayret ve fedakârlıkları sonucu kadınlar hayatî tehlikeden kurtarıldılar. Bu iki şahsın tahlisiye madalyasıyla taltif edilmeleri, Hassa Ordu-yı Hümayunu Baştabibi Mirliva Mehmed Emin Paşa tarafından ilgililere bildirildi.

Madalya Kolayca Verilmezdi!
Kastamonu Vilayeti’nden Dâhiliye Nezareti’ne 26 Eylül ve 3 Ekim 1907 tarihlerinde yazılan iki mektupta, Ereğli limanında karaya oturan kayıktaki kişileri ve Düzce’de Asar Nehri’ne14 düşenleri kurtaranların tahlisiye madalyasıyla taltifleri arz edilmişti. Nezaret, Kastamonu’ya verdiği cevapta madalya nizamnamesinden bahisle, üçüncü madde gereği, tehlikeye düşmüş olanların kurtarılması maksadıyla kendilerini tehlikeye atıp gayret ve başarı gösterenlerin madalyayla taltif olunacaklarından, beşinci madde icabı olarak da gerek belediye ve gerekse zabıta memurları tarafından bir zabıt varakasının (şehadetname) düzenlenip gönderilmesi lüzumundan bahsetmiş; bu kurtarma faaliyetleri hakkında nizamnameye uygun olarak ve daha etraflıca bilgi verilmesini istemişti.

Bunun üzerine Kastamonu Vilayeti’nin, nezaretin isteği üzerine Düzce’de vukua gelen hadiseyi tekraren yazdığı görülmektedir. 30 Haziran 1908 tarihli vesikaya göre, Düzce’nin içinden geçmekte olan Asar Nehri’ne düşen bir çocuğu kurtaran jandarma teğmeniyle Zâbıta Katibi İdris Efendi’nin madalya ile taltifleri usulü dairesinde talep edilmiş, nezaret de durumu Sadaret’e iletmişti.

Diğer bir örnek Vardar Nehri’ne düşen bir çocuğun kurtarılmasıyla ilgili. 24 Nisan 1893 tarihinde Dâhiliye Nezareti’nden Sadaret’e gönderilen tezkirede, Niş muhacirlerinden Süleyman oğlu Hüseyin’in Vardar Nehri’ne düşen bir çocuğu kurtarmaya muvaffak olmasından dolayı bir adet tahlisiye madalyasıyla mükâfatlandırılması hususunda Selanik Vilayeti’nden 4 Nisan’da gönderilen mektubun ekte takdim kılındığı belirtiliyor ve gereğinin yapılması talep ediliyordu.
Bizzat Sadrazam Cevad Paşa tarafından, üç gün sonra Dâhiliye Nezareti’ne yazılan cevapta, nehre düşen bu çocuğu mezkûr Hüseyin’in ne şekilde “sâhil-i selâmete” ulaştırdığı, çocuğun düştüğü yerde nehrin derinliğinin ne kadar olduğu, bu adamın çocuğu kurtarmak için hakikaten hayatını tehlikeye koyup koymadığı gibi hususlarda mahallinden bilgi alınması istendi. Dâhiliye Nezareti de bir hafta sonra, 4 Mayıs 1893’te Selanik Vilayeti’ne yazdığı mektupta durumu aynen bildirmiş ve sorulan meseleler hakkında bilgi verilmesini istemişti.

Görüldüğü gibi yapılan müracaatlar hemen kabul edilip de madalya verilmesi için işlem başlatılmamaktadır. Kaldı ki madalya almak da öyle hemen birkaç gün içinde bitmemekte, aylar sürmektedir.

Bir Gazete Haberi
Adana’da 1908 yılında neşredilmeye başlanan İtidal gazetesinin bir haberi, Garson Musa’nın hikâyesinde olduğu gibi yine Seyhan Nehri’nde geçiyor. Sözü fazla uzatmadan haberi sadeleştirmek suretiyle aynen dercediyoruz:

Tahlisiye Madalyasına İstihkak

“Mayısın üçüncü pazar akşamı saat on bir sularında (16 Mayıs 1909, aşağı yukarı 19:30) Komiser Hasan Efendi’nin hizmetçisi olduğu ifadesinden anlaşılan on beş yaşlarında bir çocuk, arkasında komiser efendinin yedi-sekiz yaşlarındaki kızı olduğu halde, nehir kenarındaki bahçeden karşıdaki değirmene kurulu ince iskeleden geçerlerken nehre düşmüşlerdir. Vuku bulan feryatları üzerine, bütün bahçe halkının yardım istenilen yere koşmakta oldukları sırada Değirmenci Durmuş elbisesiyle nehre atılarak boğulmalarına ramak kalmış olan bu iki zavallı çocuğu muhakkak bir ölümden kurtarmıştır. Durmuş iki genç sıbyanı birden kurtarmak suretiyle tahlisiye madalyasına hakikaten hak kazanmıştır. Artık taltifine vesile olmak vilayetin inayetine bağlıdır.”

Sonuç
Yazımızın baş taraflarında da ifade etmeye çalıştığımız gibi kahramanlık sadece savaşlarda gösterilmez. Hayatın hemen her anında, bilhassa felaket ve afet zamanlarında insanlar türlü hayati tehlikelere maruz kalabilirler. Tarihimiz bu türden yazılmamış nice kahramanlık hikâyeleriyle dolu. İşin enteresanı bu kahramanların daha ziyade halkın içinden çıkması…
Ne dersiniz kıymetli okuyucular, Fethiye Kalyonu mürettebatından deniz askeri Hâmid, Vanlı Bekçi Hasan, kahvehane garsonu Musa, polisler, arabacı, çoban vs. sizce göğüslerine taktıkları tahlisiye madalyasının üzerinde yazan

Halka düştükçe edenler imdâd
Olunur midhat ü tahsîn ile yâd


beytinin mana ve mefhumuna layık olarak bugün bizim tarafımızdan da övgü ve takdirle anılmıyorlar mı?

Ecdadımızın, canlarını tehlikeye atarak hayat kurtaranlara ihsan buyurduğu böyle mükâfatlandırmaları devlet adamlarımızın da örnek almalarını ve günümüzde benzerleri çokça yaşanan bu gibi hadiselerin kahramanlarına teşvik ve takdir edici ödüller vermelerini umuyoruz.

Tarihten örnek ve ibret almamız temennisiyle…

Selman Soydemir
(Yedikıta Dergisi, 35.Sayı, Temmuz 2011)

Osmanlı'nın Hicaz'da Deniz Suyunu Arıtma Tesisleri


Hicaz, Osmanlı Devleti idaresine girdikten sonra vilâyet haline getirilmiştir. Bu vilayet Mekke, Medine ve Cidde sancaklarından oluşmaktaydı. Hicaz’daki bu teşkilat, küçük değişikliklerle Osmanlı Devleti’nin buradaki idaresinin sona ermesine kadar devam etti (1919).

Osmanlı Devleti ve mahallî idareler, Hicaz’da mülkî ve askerî teşkilâtlanmanın icabı olarak bütün tarihi boyunca ve bilhassa son yüzyılda çok büyük çalışmalar yaptı. Hem devlet idaresi için hem de halk ve hacılar için sayılamayacak kadar çok bina ve müessese yapıldı. Çok geniş bir hizmet sahasında olmak üzere posta ve telgraf idareleri kuruldu. Kızıldeniz limanlarının hepsinde gümrük idareleri oluşturuldu.

Osmanlı Devleti’nin son ve büyük hizmeti olan ve Medine’ye kadar ulaşan Hicaz Demiryolu’nun açılmasından (1908) sonra bölge İstanbul ile doğrudan bağlantılı bir merkez haline geldi. Cidde vali kaymakamlığı unvanı mutasarrıflığa dönüştürüldü. Hicaz’a ayrı bir ehemmiyet veren Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında zaptiye ve jandarma alayları kuruldu. Gerek yerli halkın gerekse hac zamanlarında gelenlerin su sıkıntısı çekmemesi için çeşitli tedbirler alındı. Bu sebeple su şebekesi ve kamu sağlığı ile şehir içi ulaşımının sağlanması için sürekli yatırım yapılıyordu. Yeniden düzenlenen suyolları ve çeşmeler faaliyete geçirildi. Zemzemle ilgili çalışmalar yapıldı. Mekke’nin en önemli su kaynağı olan Ayn-ı Zübeyde’ye 1524-1530 yılları arasında eklenen Ayn-ı Hanîn kanallarıyla Mekke ve Arafat bol suya kavuşturuldu. Mekke’nin su işleriyle ilgili son çalışma, Ayn-ı Zübeyde ve ona ilâve edilen Ayn-ı Za’ferân kanallarının tamiratı da dahil olmak üzere 5 Haziran 1883’te 82.168 altın harcanarak gerçekleştirildi.

Osmanlı devrinde yağmur suları ve sel yataklarının yolları değiştirilerek Kabe ve Mescid-i Harâm’a gelebilecek zararlar en aza indirildi.
Mekke, Osmanlı idaresine girdikten sonra miras alınan fizikî plana sadık kalınarak Harem-i Şerif merkezli olarak inşa edilen sosyal ve kültürel binalarla yeni bir çehre kazandı.

Osmanlı döneminde Mekke’yi korumak için surlara ilâve olarak Ecyâd (1781-1783), Fülfül (1800-1801) ve Hind (1806) kaleleri inşa edildi (Ecyad Kalesi, 2001’de yıktırılmıştır.). Mekke her bakımdan canlı, nüfus ve fizikî açıdan Osmanlı medeniyetinin unsurlarının bir merkezi haline getirilmeye çalışıldı. Şehirde padişahlar, hanedan mensupları ve diğer ileri gelenler tarafından idarî binalar, mescidler, medreseler, tekkeler, zaviyeler, ribâtlar, misafirhaneler, imaretler, karantinalar, hastahaneler, sıhhiye idareleri ve sebiller yaptırıldı.

Evliya Çelebi’ye göre 1083’te (1672) Mekke’de iki umumi hamam bulunuyordu. İlk devirlerden itibaren dârüşşifâların yanında hastahaneler de mevcuttu. Başta Peygamberimiz (s.a.v.)’in doğduğu ev olmak üzere İslâm’ın ilk döneminden kalan mekânların tamir ve bakımları yapılarak muhafaza edildi. 1860’ta yapımına başlanan Mecidiye Hükümet Konağı, Sultan İkinci Abdülhamid zamanında bitirildi. Daha sonra Safa Tepesi civarında polis noktası, kışla, gasilhane, revir, karakol, misafirhane ve postahane gibi binalarla Mekke’nin sivil ve resmî hizmet yapılaşması tamamlandı.

19. yüzyılın ikinci yarısında safha safha fakat istikrarlı bir şekilde uygulanan faaliyetler sonunda Hicaz’da merkezî hükümetin ağırlığı giderek arttı. Fakat İttihat ve Terakki’nin Osmanlı Devleti’ni sürüklediği yıkıcı hâdiseler ve bilhassa Birinci Dünya Savaşı sonrasında Hicaz bölgesinde yaklaşık dört asır devam eden Osmanlı hâkimiyeti 10 Ocak 1919’da fiilen sona ermiş oldu.
Hicaz’ın Su İhtiyacı
Çok eski asırlardan beri dünyanın hangi tarafında bir medeniyet eseri meydana getirilmiş ise orada su temini için pek çok çalışmalar ve büyük masraflar yapıldığı görülmüştür.

Nitekim, insanın hayatî ihtiyaçlarının başında su birinci sırada yer alır. Su bulunmayan yerde insanın yaşayamayacağı çok açıktır. Suyun hayatî ehemmiyetini anlamak için ne ilim ve fenne ne de yüksek bir zekâya ihtiyaç vardır.

Mekke-i Mükerreme’de rastlanan bazı izler de çok eski zamanlarda Hicaz bölgesinde su ihtiyacının giderilmesi için pek çok çalışmalar yapıldığını gösteriyor.

İslam’ın zuhurundan sonra bu maksat için hayli mesai sarf edilmiştir. İslâm eserlerinden olan Ayn-ı Zübeyde suyunun Mekke-i Mükerreme için temin ettiği faydalar pek büyük ise de bilhassa Osmanlı’nın son asrına girildiğinde ve hususiyle hac mevsiminde bütün ihtiyaçları karşılayamıyordu. Esasen Hicaz bölgesinin her tarafında suya ihtiyaç vardı. Cidde şehrinde su ihtiyacı her yerden daha fazla idi.

Hicaz’ın Osmanlı idaresine geçmesinden itibaren buraların su ihtiyacı için çok çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar, mevcut su yollarının tamir ve bakımları, yeni su kuyularının açılması, su sarnıçlarının tesis edilmesi, yakın veya uzak yerlerden su getirtilmesi ve son olarak da deniz suyunun arıtılması şeklinde olmuştur.
Deniz Suyunu Arıtma Tesisleri Kuruluyor
Hicaz’ın su ihtiyacı, bilhassa hac mevsiminde hacıların sayılarının artması ile günden güne daha da sıkıntılı bir hal almıştır. Son zamanlarda dünyanın dört bir tarafından gelen hacıların su ihtiyacı gün be gün artmakta idi. Bunun yanında mevcut su kaynakları ise yeterli gelmiyordu. Bir taraftan Ayn-ı Zübeyde suyunun borularının daha genişleriyle değiştirilmesi sağlanmış, diğer taraftan da yeni menba sularının şehirlere getirilmesi sağlanmıştı. Ayn-ı Hanîn ve Ayn-ı Za’ferân suları da şehirlere sevk ediliyordu. Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, Cidde ve Mekke’ye kadar götürülen Ayn-ı Hamîdî suyu da bu ihtiyacı büyük ölçüde karşılamıştı. Devlet su konusunda son olarak yeni bir icadı devreye soktu ki bu da su arıtma cihazlarıydı.

Dünyada deniz suyunun arıtılarak kullanılması 1850’li yıllardan itibaren başlamıştır. Osmanlı coğrafyasında bu şekilde su temini ihtiyacı en çok Hicaz bölgesi için gerekli idi. İlk çalışma 26 Receb 1311 (2 Şubat 1894) tarihinde yapılmış ve Cidde’de deniz suyunu arıtmak için bir istasyon kurulmuştur. Fakat bu istasyon ihtiyacı karşılayamaz hale gelmiş ve yeni tesisler için birçok yeni çalışma yapılmıştır. Osmanlı Devleti Hicaz Sıhhiye İdaresi tarafından yeniden getirtilen ve Cidde ve Yenbu’da kurulan su arıtma cihazlarının o zamanki kapasiteleri günde yüz ilâ yüz elli ton arasında idi. Deniz suyunun içinden elektrik akımı geçirilerek, suyun damıtılması ile tatlı su elde ediliyordu.

Özcan F.Koçoğlu
(Yedikıta Dergisi, 35.Sayı, Temmuz 2011)

Kaynaklar: BOA, İ.HUS 143-1324-Ca084; DH.MKT. 841-6; Y.A.HUS, 294/41; BEO, 571/42805; BEO, 577/43207; BEO, 577/43260; DH.MKT, 2157/6; DH.MKT, 2273/46; DH.MKT, 2308, 95; MV, 99/44; DH.MKT, 2351/106; İ..HUS, 120/1322/C-54; Hicaz’da Teşkilât ve Islahat-ı Sıhhiye ve 1329 Senesi Hacc-ı Şerîfi, Kasım İzzeddin, İstanbul 1328; Hicaz’da Teşkilât ve Islahat-ı Sıhhiye ve 1330 Senesi Hacc-ı Şerîfi, Senevî Rapor, Kasım İzzeddin, İstanbul 1330; Islahat-ı Sıhhiye-i Hicaziye Hakkında Beyannâme, İstanbul 1329; Kıt’a-i Hicaziyece İttihazı Lâzım Gelen Tedâbir-i Sıhhiye ve Tanzifiyeyi Müzakereye Memur Olan Komisyon Tarafından Tadilen Kaleme Alınıp fî 24 Teşrin-i Evvel Sene 1311 Tarihinde Mün’akid Meclis-i Umûr-ı Sıhhiyede Kıraat Olunan Raporun Sûret-i Mütercemesidir, İstanbul 1311.

Kudüs’ün fethi


1187 yılının temmuz ayında Selahaddin-i Eyyubi Hıttin Savaşı’nı kazandı ve tarih yazdı.
Selahaddin-i Eyyubi’nin Kudüs kuşatması boğma stratejisi ile meşhurdur. Şehrin suyunu ve yiyeceğini kesti, açlık başladı. Yetmedi, etrafta büyük ateşler yaktırarak kuşatılanları dumana boğdu. Yaz sıcağı ve duman, adeta şehrin güney yakasındaki Gehonim (İbranca “cehennem”e kaynak olan isim) denen derin çukurun ismine hak verdirecek bir hava yarattı. Kral Guy of Lusignan yarma harekatına girişmek için dışarı çıktığında kuşatmacılar bu bölgeye ve Selçukilere has çember stratejisini uyguladı. Önce saflar şövalyelerin karşısında zayıfça savaşarak ikiye ayrıldı, sonra düşmanı kuşatıp çembere aldılar ve imha ettiler.

Selahaddin sezgisi kuvvetli bir komutandı. Mukaddes topraklarda kurulan, imanlı, inatçı ve gaddar şövalyeleri yani St. Jean takımını imha etti. Laik şövalye ve asillerin fidyesini tercih etti. Hatta bazılarını “Fidyenizi alıp gelin” diye memleketlerine yolladı. Bunlar kurtuluş fidyelerini yanlarına koyup geri geldiler. Alicenap davranışından dolayı dost oldular, “Saladin” ismini kendi aile unvanına ilave eden Fransız şövalye vardır.

Hiç şüphesiz 1187, Filistin ve Suriye’deki Haçlı hâkimiyetinin sonu değildi. Daha bir insan ömrü kadar beklemek gerekecekti ama çöküntü başlamıştı. Zaten Haçlılar İsrail’in ünlü Ortaçağ tarihçisi Joshua Prawer’in de ifade ettiği gibi bu topraklara uyum sağlamış değillerdi. Ne yemeleri ne içmeleri, hatta ne de yıkanma ve temizlik alışkanlıkları bölgeye uygundu. Filistin’deki Müslüman ve Yahudileri katledip nefret ettikleri gibi, yerli Hıristiyanlara da aynı kötü muameleyi gösterdiler. Nitekim Hıristiyanlar Müslüman devlete daha evvel ödedikleri cizye vergisini şimdi de Haçlı krallığına ödemek zorunda kaldılar.
Selahaddin-Richard karşılaşması

Selahaddin-i Eyyubi istisnai bir komutan olarak hem mensubu olduğu Kürt Eyyubi hanedanının hem de hizmetinde olduğu Musul-Suriye atabeyliğinin ve Selçuki devletinin hizmetinde sivrildi. Mısır’da Fatimi hakimiyetini o sona erdirdi. Şüphesiz ki ilk İslam fütuhatı ve Emevi İmparatorluğu’ndan sonra bütün Ortadoğu’da bu kadar sivrilen ve coğrafyaya hâkim olan bir askere rastlamak mümkün değildir.

Kudüs’ün fethi bu kadarla kalmadı, bu Müslüman idarenin yeniden kurulması için bir geçiştir. Hıristiyan dünyası şoktaydı, Papa III. Urban Roma’ya felaket haberi ulaştığında inme inip öldü. Art arda Haçlı seferleri tertiplendi.

Üçüncüsü artık Latin milletlerden çok “Aslan yürekliRichard (İngiliz), Frederick Barbarossa (Alman) ve Philip August’un (Fransız) tertiplediği düzenli bir şövalye ordusuydu. Anadolu’yu rahatça geçtiler.Selçuklu ülkesi bu anda haçlılarla didişmek için neden görmedi. Frederick Barbarossa Silifke çayında boğuldu. Alman takımı seferden çekildiyse de sadece bu sebepten dolayı mı bilinemez. Philip August ile Richard kutsal ülkeye ulaştılar, yani Selahaddin ile Richard’ın karşılaşması hâlâ şövalye edebiyatını süsleyen bir motif. Kudüs elan Müslümanların elindeydi.

Dördüncü haçlı seferinin lojistik işine Venedik girişti, kör ve kudretli Venedik doçu Enrico Dandolo Haçlı ordularını ikna etti. “Kâfirin beteri Kudüs’te değil İstanbul’dadır” dedi. 1204’te Konstantiniyye gafil avlandı, Haliç tarafındaki surlardan şehre girdiler. İstanbul asıl düşüşü bu yılda yaşadı. İtalya’ya veAvrupa’ya taşınmayan servet kalmadı. Ayasofya Katoliklerin eline geçti.

Geride sadece bir anı mı kaldı?

Arada bir de çocuk Haçlı seferi tertiplendi. Mistisizme erken kapılan veya yaşama hakkı pek olmayan fakir çocuklar ordusu mukaddes ülkeye yöneltildi. Yollarda perişan oldular, “Sizi mukaddes ülkeye ulaştıracağız” diye çocukları Marsilya’da gemilere yükleyen adamlar sadece karşı kıyıya, Cezayir ve Fas’a yelken açıp gençleri esir pazarlarında sattılar.

Fransa kralı St. Louis 1250’de mukaddes ülkeye yöneldi, Kudüs’ü aldı ve azizlik şöhretini pekiştirdi. Bu ikinci safhadır. Ama ne mukaddes ülkeyi elde tutacak güç bu Frenklerin elinde kalmıştı ne de mukaddes topraklardaki her dinden yerlilerin ikinci defa gelen bu istilaya tahammülü vardı. Üstelik Mısır’da yeni bir güç ortaya çıkmıştı: Memluklar... Soyları sopları pek belli olmayan, esir pazarlarından alınıp gelen güçlü kuvvetli zeki askerler. Türk ve Çerkez asıllı bu Memluklar Ortadoğu’ya yeniden çekidüzen verdiler. Ardından Haçlıların üstüne yöneldiler.

1291 ve müteakip yıllarda Filistin Haçlılardan ayıklanmıştı. Lusignan hanedanı Kıbrıs’a çekildi, Osmanlı fethine kadar orada kaldı. Rodos’ta St. Jean şövalyeleri mekân tuttu. Bugünkü Yunanistan topraklarındaki kalıntılar dışında pek bir şey kalmadı.

Haçlılardan İslâm dünyasında sadece kalan bir anı mı?” diye sorabilirsiniz. Hayır. İslam dünyasında unutulmayan bir kin bıraktılar. Doğunun aydınları her çıkışta haklı veya abartılı olarak Haçlı zihniyeti aradı. Haçlı seferleri bir tarihi muamma gibiydi. Son 20 yılın içinde hem tarihçilerin hem de Amin Maalouf gibi romancıların eserleriyle İslam dünyasında da bu devir iki taraflı olarak ele alınıyor.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 10.07.2011)

Fenerbahçe’nin kuruluş belgesi


Fenerbahçe'nin kuruluş belgesinde Fenerbahçe'nin kuruluş amacı "Beden ve fikir eğitimini yaygınlaştırmak, vatan gençlerini hayat mücadelesine, sıkıntılara ve savaşmaya alıştırmak" olarak zikrediliyor.

1880'lerde futbol İstanbul'da oynanmaya başlandı. Futbolun İstanbul'da ilk oynandığı yer Kadıköy'de bugün Fenerbahçe Stadı'nın olduğu yerdi. İstanbul'da oturan yabancılar ve gayrimüslim Osmanlı vatandaşları, Kadıköy ve Moda'da futbol oynadılar. Fenerbahçe'nin kuruluş yeri olan Kuşdili Çayırı, futbolun da İstanbul'da ilk oynandığı yerdi. Yabancılar ve gayrimüslim Osmanlı vatandaşları hafta sonları ailece Kuşdili Çayırı'na veya İstanbul'un mesire yerlerine gidiyor hem eğleniyor hem de çayırda futbol oynuyorlardı. Ancak futbol oynamak için kalabalıklar bir araya geldiği için müsabakalar sıkı bir takip altındaydı. Bu yüzden Türk gençleri futboldan uzak duruyorlardı.

Siyah Çoraplılar

1897'de Kadıköy'de, İngiliz ve Rumlar'dan oluşan "Football Association" kulübü kuruldu. Türkler de futbola ilgi duyuyor, ancak Sultan Abdülhamid insanların toplantılar yapmaları ve kalabalık gruplar oluşturmalarını istemediği için kulüp kuramıyorlardı. Reşat Danyal, Fuat Hüsnü ve arkadaşları 1899'da Black Stocking (Siyah Çoraplılar) isimli futbol kulübünü kurdular. Kulüplerine İngilizce isim koyarak, resmi takibattan kurtulmayı ummuşlardı.

Kurucular arasında yer alan Fuat Hüsnü yapabildikleri kadarıyla o dönemdeki faaliyetlerini şöyle anlatır: "Siyah Çoraplılar Kulübü'nün hayat ve faaliyeti pek kısa ve sönük geçti. Kulübün binası olmadığı için kulüp üyesi Hurşit Ağa'nın kahvesinde oturulurdu. Malzeme diye de bir şey yoktu. Yalnız bir top ile Papazın Çayırı'nda devamlı şekilde antrenman yapılırdı. Kulübün başkanı Reşat Danyal Bey, elinde düdük bildiği kadarını öğretmeye çalışır, fazlasını da oyuncular antrenmanda kendi yetenekleriyle öğrenmeye çalışırlardı. Kaptan Mehmet Ali Bey ince kadınsı sesiyle; "çarp", "devir" gibi sözlerle oyuncuları uyarırdı. Çarpmanın ve devirmenin yolunu bilmeyen oyuncular itişe kakışa çamur içine yuvarlanırlardı."

Black Stocking, bir süre sonra dağıldı. Ancak Türkler'in içindeki futbol aşkı sönmemişti. Nurizade Ziya Bey, Ayetullah Bey ve Necip Bey'in başını çektiği bir grup Türk, Kuşdili Çayırı'nda 1907'de Fenerbahçe'yi kurdu.

Kulüplerin tescili kuruluşlarından sonra oldu

Sultan İkinci Abdülhamid zamanında dernekler kanunu olmadığı için kurulan spor kulüplerinin hiçbir resmi özelliği yoktu. Dernekler kanunu İkinci Meşrutiyet'ten sonra 1909'da çıkarılmış ve bu tarihten sonra birçok dernek kurulmuş ve daha önce gayriresmi olarak kurulmuş olanlar da tescil edilmiştir. Örneğin Fenerbahçe 1907'de kurulmasına rağmen resmi tescili 1913'tür.

Burada yayınladığımız belge, futbol kulüplerimiz hakkında ilk resmi Osmanlı belgesidir. Derneklerin çoğalmasından sonra Emniyet Müdürlüğü İstanbul'da faaliyet gösteren derneklerin hangileri olduğunu kayda geçirmiştir. Fenerbahçe ile ilgili kayıtta 1907'de Kuşdili Çayırı'nda kurulan ve halen başkanlığını Hamid Hüsnü (Kayacan) Bey'in yaptığı Fenerbahçe Spor Kulübü'nün kuruluş amacı "Beden ve fikir eğitimini yaygınlaştırmak, vatan gençlerini hayat mücadelesine, sıkıntılara ve askeri seferlere (savaşmaya) alıştırmak" olarak zikredilmektedir.

FUTBOL KULÜPLERİMİZ HAKKINDA İLK RESMİ BELGE

FENERBAHÇE SPOR KULÜBÜ

Kuruluş amacı: Beden ve fikir eğitimini yaygınlaştırmak, vatan gençlerini hayat mücadelesine, sıkıntılara ve askeri seferlere (savaşmaya) alıştırmak.

Yeri: Kuşdili Çayırı

Kuruluş tarihi: 1907 (Rumi 1323)

Reis-i umumi: Hamid Hüsnü Bey, Genel kaptan: Galip, Mali işler: Hakkı, Genel sekreter: Hüseyin Hüsnü.


İstanbul Ligi

İzmir'de futbolun öncülüğünü yapanlardan James La Fontaine, 1889'da İstanbul'a yerleşti. Böylece onun girişimleri ile futbol İstanbul'da da oynanmaya başladı. İstanbul'da ikamet eden yabancılar ve gayrimüslim Osmanlılar, kendi aralarında oluşturdukları takımlarla, Kadıköy ve Moda'da futbol maçları düzenlediler.

1904 yılında İstanbul Futbol ligi kurulup maçlar yapılmaya başlandı. 1906-1907 sezonunda İstanbul ligi şampiyonluğunu Kadıköy Kulübü kazandı. Bu lige 1906'dan beri katılan Galatasaray ilk şampiyonluğunu 1908-1909 sezonunda elde etti. 1909-1910 sezonundan itibaren ise Fenerbahçe de İstanbul liginde yer almaya başladı. Fenerbahçe bu ligdeki ilk şampiyonluğunu 1911-1912 sezonunda kazandı

İlk futbol takımları

1902 yılında İngilizler ve Rumlar'ın oluşturduğu Kadıköy Futbol Kulübü'nde doğan bir anlaşmazlık üzerine bazı İngilizler ayrıldılar. 1903'te tamamen İngilizler'den oluşan Moda Futbol Kulübü'nü kurdular. Bu kulübü, çoğunluğu Kadıköylü Rumlar'dan oluşan Elpis takımı takip etti. Bunlara İngiliz elçilik personel takımı Imogene de katıldı.

İlk şampiyon

1904 yılında İstanbul Futbol ligi kurulup maçlar yapılmaya başlandı. Lig kurulu başkanı İngiliz James Lafontaine idi. İstanbul liginin ilk yılı olan 1904-1905 sezonunda müsabakalar sonucu Imogene birinci, Moda Futbol Kulübü ikinci, Kadıköy Futbol Kulübü üçüncü ve Elpis takımı da dördüncü oldu.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 13.07.2011)