29 Ocak 2012 Pazar

Genelkurmay, Karabekir Paşa'yı yine unuttu


(Kâzım Karabekir 1920 yılında Erzurum'dayken düzenlenen bir törende halkın arasında.)


İlker Başbuğ'un Genelkurmay Başkanı olduğu 2009 yılı, meğer tarih açılımının bereketli yıllarındanmış da kadrini bilmemişiz.

Kâzım Karabekir gibi resmî tarih açısından 'tehlikeli' görülen bir komutanın bizzat Genelkurmay tarafından ilk ve belki de son kez anılması, ona nasip olmuştu. Şöyle ya da böyle Başbuğ bir tabuyu kırmıştı ama arkası getirilemedi. İnsanın aklına ister istemez 'Genelkurmay'ın ahde vefa dediği bir seferlik miydi?' sorusu geliyor.

Geçtiğimiz 26 Ocak Paşa'nın 64. ölüm yıldönümüydü. Karaman Valiliği, Belediye Başkanlığı ve Kazımkarabekir Kaymakamlığı tarafından ortaklaşa organize edilen konferansa çevre illerden gelenler de olmuştu. Verdiğim konferansa gösterilen ilgi gerçekten görülmeye değerdi. Salonda yer kalmayınca ayakta dinleyenler oldu. Beklerdim ki, askerler de gelip dinlesinler. Üniformalı kimse yoktu. 'Sivil' geldilerse bilmem.

Belki de 'benim' Kâzım Karabekir'imin kafalarındaki şablona ters düştüğündendir çekingenlikleri. Ancak bunun için kimseden özür dilemeyeceğim. Karabekir'in bir şiirinde dediği gibi "Korku bir sistir kalkar, hakikat güneştir doğar." Şimdi korku dönemi bitiyor. Hakikat güneşinin doğma vaktidir.

Karabekir Paşa'yı bir elinde kılıç, öbüründe kalemle düşünmek hoşuma gidiyor. İyi bir asker; ama o kadarla bitmiyor. Aynı zamanda müşfik bir baba, kanunlara riayetten kıl kadar ayrılmayan dürüst bir vatandaş, hakkını sonuna kadar savunan medeni bir insan, inandığı dava uğruna hayatını ortaya koymayı bilen bir kahraman, zarif bir koleksiyoner, musiki ve şiirle iştigal etmiş, marş yazıp bestelemiş bir sanat amatörü, eğitim yoluyla kalkınma problemi üzerinde düşünmüş, dahası icraatta bulunmuş, sanayi projeleri olan bir devlet adamı, Kürt ve Ermeni sorunlarının başımızı ağrıtacağını daha 1920'lerden itibaren söyleyen ve mutlaka tedbir alınmasını isteyen ileri görüşlü bir siyasetçi ve düzinelerce kitaba imza atmış velud bir kalem...

(Karabekir Paşa, 1922'de Trakya'ya yaptığı bir gezide subaylarla birlikte.)


O bunların hepsi. Belki de daha fazlası... Dolayısıyla Kâzım Karabekir'e, kafalarımızdaki klasik 'asker' şablonunu bir kenara bırakarak bakmamız, ayrıca Osmanlı'nın nasıl olup da bu denli çok yönlü askerler yetiştirebildiği üzerinde imal-i fikretmemiz gerekir.

Kâzım Karabekir Paşa tarihin yapılmasına katkıda bulunmuş bir şahsiyet her şeyden önce. İkinci olarak Meclis'te görev yapmış bir siyasetçi. Ancak üçüncü bir cephesi var: Yalnız 'tarih yapan' değil, aynı zamanda 'tarih yazan' biri olması. Galiba birilerini fena halde rahatsız eden de bu son özelliği.

O da Atatürk gibi işi şansa bırakmamış ve yaptığı tarihin hikâyesini yazıp geleceğe emanet etmiştir. Bu yüzden evi defalarca basılmış, dosyalarına el konulmuş, parasını kendi cebinden ödeyerek bastırdığı kitabı yakılmış, yine de mücadelesinden vazgeçmemişti.

Bir zamanlar yakılan kitaplarının rahatlıkla basılıp satılabildiği günleri göremedi belki ama hakikatin hakim olacağı, rahatlıkla konuşulabileceği bir Türkiye'nin özlemiyle yanıp tutuşmuştu. Türk Tarih Kurumu'na karşı verdiği mücadeleyi hatırlamamak haksızlık olur. Yetkililere, "Genç nesillere tarihi tek bir kişinin kahramanlığı üzerine kurarak anlatamazsınız. Bu, o kanlı mücadelede canını siper etmiş olan komutanlara ve hele kanını dökmüş Mehmetçiğe de hakarettir. Onların haklarını nasıl ödersiniz?" diye çıkıştığında takvimler 1942 yılını gösteriyordu.
Hayat Karabekir, babasını anlatıyor

Geçenlerde Karabekir Paşa'nın kızlarından Hayat Hanım'la konuşuyorduk. Babasıyla ilgili şu çarpıcı olayı anlattı:

Ailece bir sünnet düğününe gidiyorlarmış. Tabii "karga" dedikleri sivil polisler de peşlerinde. Tramvaya binmişler, polisler de binmiş. Gidecekleri yere gelince kendileri inmiş tramvaydan. "Baktım" diyor, "babam sağa sola baktı. Sonra hareket eden tramvayın peşinden koştu, camını tıklattı ve vatmana "İçeride arkadaşlarımız var, söylesin de insinler, indiğimizi fark etmediler galiba." dedi. Kapı açıldı, hafiyeler de indiler. Babama dedim ki: "Niye haber verdiniz? Ne güzel kurtulmuştuk onlardan." Bana verdiği cevabı hiç unutmuyorum: "Öyle deme evladım, onların da çoluk çocukları var. Onlar da bu işten ekmek yiyor. Bizi kaybederlerse üstlerine ne cevap verecekler? Belki de ekmeklerinden olacaklar. Onların görevi bizi takip etmek. Kendilerine yardımcı olmak da bizim görevimiz."

Bence Milli Eğitim Bakanı'mız Ömer Dinçer bu anekdotu ders kitaplarına koydurmalı.

Mustafa Armağan
(Zaman, 29.01.2012)