23 Nisan 2012 Pazartesi

Tarihi şekillendiren iki adam


Avrupa tarihini biçimlendiren iki olay tam 215 yıl arayla 2 Nisan’da meydana geldi. Önce Justinyen tahta çıktı, iki asır sonra Şarlman dünyaya geldi.

Önce; 527 yılının 2 Nisan’ında Doğu Roma tahtındaki Makedonyalı Justin’in yeğeni Justinyen, Roma imparatoru olarak taç giydi. Ve her yönüyle gerçekten Roma imparatoruydu. Hayatı Konstantin’in başkentini istilaya yeltenen kavimleri sindirmekle geçti. 1000 sene boyu insanlığı büyüleyecek en büyük yapı Ayasofya onun zamanında ortaya çıktı. Türkiye bu eserin 1500’üncü yılını kutlamak için şimdiden faaliyete geçmelidir. Aksi takdirde başkaları bizim hoşlanmayacağımız çiğ haykırışlarla bu kutlamayı yaparlar.

Justinyen, Roma hukuk düşüncesinin ürünlerini emirname ve kararları bir arada topladı, asıl önemlisi o hukukun zihniyetini ve temel prensiplerini ortaya koyduğu eseri (“Institutiones”) zamanın büyük hukukçularına hazırlattı. Yunancayı ve Yunan felsefesini sevmedi. Latinceci idi, o dili severdi ve Yunancaya zorunluluk halinde başvururdu. Roma’nın kopan batı yarısının barbar kavimlerden temizlenmesi için Belizarius başta, komutanlarına başarılı seferler tertip ettirdi. İspanya, kuzey Afrika ve İtalya’da geniş eyaletler (ekzarhlıklar) ele geçirerek eski klasik imparatorluğu bir ölçüde diriltti. Bugün insanlar İtalya’nın kuzeyi sayılacak bölgede Ravenna’da St. Vitale kilisesinde Justinyen’ın Theodora’nın ve imparatorluk erkânının mozaik portrelerini hayranlıkla seyrediyorlar.

Kendisinden sonra doğuda ve batıda birleşen imparatorluk aynı ihtişamı sürdüremedi, erimeye başladı, hatta mimarisi dahi eski teknik ve üslubu koruyamadı.

Şarlman herkesi etkileyen bir hükümdardı
215 yıl sonra, 742’de modern Batı Avrupa’yı yaratacak olan Karolenj hanedanından Karl doğdu; babası ve kardeşinin ölümünden sonra bugünkü Fransa ve Belçika toprakları onun hükmüne kaldı. Hıristiyanlığı yayacak fetihlerini doğu Avrupa’da Saksonya, Polonya ve Bohemya’ya kadar götürdü. İtalya’ya girdi. Kuzey İtalya’nın yani Lombardia’nın demir krallık tacını Frank tacı ile birlikte başına geçirdi. 800 yılında ise Roma’da Papa ona imparatorluk tacını giydirdi, artık unvanıyla Büyük Karl’dı.

Justinyen’in etki ve yetki ile temsil ettiği son Romalılığın yanında o zamanki kırsal Avrupa’da bir Romalılık daha ortaya çıkmıştı. Bu devletin yapısı, toplum sistemi hatta kilisesi Hıristiyanlığın içinde biçimlendiği o eski Roma’yı temsil edecek bir yapı değildi. Ama modern Avrupa’yı bu kırsal imparatorluk şekillendirecektir.

Şarlman boyuyla posuyla, sesiyle, zamanının köylülerini ve az sayıdaki şehirlilerini, okuma yazma bile bilmeyen baronlarını imparator olarak etkileyecek bir görünümdeydi. İmparatorun kendisi de doğru dürüst okur yazar değildi. Helen dünyasının ve kültürünün devam ettiği Doğu Roma’nın aksine Avrupa’nın bu kısmına klasik Helenizm daha uzun zaman uğramayacaktır. İmparatorun bugünkü Aachen (Aix la Chapelle) yani başkentindeki büyük katedralde Bizans imparatorlarının Ayasofya’daki localarını andıran bir tahtı vardı. Doğudaki imparatorlukla tek benzerlik buydu; o imparatorluk locası dahi papalarla imparatorlar arasındaki kavgadan sonra katedrallerde görünmez oldu. Yalnız bir nokta çok önemlidir. İmparatorun bile iktidarının sınırlı olduğu bu dünyada yönetenlerin arasında bir hiyerarşi teşekkül etti, kilise ile devlet arasında otorite alanları tespit edildi. Roma’nın kontratlara (yani akitlere) dayalı hukuk düzeni bu fakir ve iptidai dünyada doğudaki parlak imparatorluktan çok daha uygun bir gelişme ortamı bulmuştu. Daha önce Şarlman, Martel Poitiers’de İspanya Endülüs Araplarını durdurdu.

O zaman birisine söyleseniz “Saçmalama kahin” diye terslenirdiniz ama modern dünyayı doğuran alan da Pirenelerin kuzeyindeki Avrupa kuzey İtalya, Balkanların ve Vistula nehrinin batısı oldu. Bu 215 senenin içinde doğuda bugünkü dünyanın en önemli bir parçası İslamiyet’te ani bir serpilme ve yayılma gösterdi. Açıkçası halen yeni bulgular ve yeni yorumlarla en çok araştırmamız ve öğrenmemiz düşünmemiz gereken, 500 ila 800 arasındaki bu üç yüz senedir.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 01.04.2012)

Osmanlı döneminde Nevruz'da tatlı yenir, hediyeler verilirdi


Şimdi Nevruz deyince aklımıza kavga gürültü geliyor, eskiden böyle değildi.

Günümüzde Nevruz denince aklımıza kavga, gürültü ve çevreye verilen zarar geliyor. Hâlbuki asırlardan beri Nevruz'u kutlayan atalarımız, ilkbaharın gelişi olarak kutladıkları Nevruz'da hediyeleşip, tatlı yiyerek yeni yıla girerlerdi.

Nevruz, insanlık tarihi boyunca farklı farklı milletler tarafından yeni yılın başlangıcı, ilkbaharın gelişi vs. gibi birçok farklı amaçla törenlerle kutlanmıştır. Osmanlı döneminde de Nevruz önemli bir hadiseydi. Ramazan ve Kurban bayramlarından sonra adeta üçüncü bayram gibi kutlanırdı. Fatih Köse arşiv belgelerine dayanarak hazırladığı "Osmanlı Devleti'nde Nevruz" isimli önemli araştırmasında Osmanlı döneminde Nevruz'la ilgili uygulamaları teferruatlı olarak anlatır.

Mali yılın başlangıcı
18. yüzyılın sonlarından itibaren kullanılmaya başlanan Rumi takvimin yılbaşı mart ayında başlardı. Nitekim bu uygulama Cumhuriyet döneminde de sürmüştür. Osmanlı döneminde verginin yarısı Nevruz'da, kalanı ise güzün başlangıcında alınırdı.

Osmanlı döneminde takvimi müneccimbaşı hazırlardı. Müneccimbaşı hazırladığı takvimi padişaha ve devlet ricaline Nevruz'da takdim ederdi. Devlet adamlarına takvimle birlikte hekimbaşı tarafından hazırlanmış "Nevruziyye" adı verilen bir de macun verilirdi. Bu macunun verilmesinin sebebi o yılın ağız tadıyla geçmesi içindi. Bu macunların hastalıklara iyi geldiği ve cinsel gücü de artırdığına inanılırdı.

Nevruz'un gelişi dolayısıyla dualar edilirdi. Hekimbaşının hazırladığı macunun konulduğu kaselere iliştirilen ve "Nevruziyye kulağı" denen kâğıt etiketlerde dualar yazılıydı. Nevruziyye kulaklarında padişahın ve devlet ricaline Allah'tan sağlık ve afiyet dilenirdi. Nevruziyye kulağında yani yıla tam olarak ne zaman girileceği ve Nevruziyye tatlısının nasıl ve ne kadar yeneceği ile nelere iyi geldiği de yazılırdı.

Ordu ve Nevruz
Sefer mevsiminin başlangıcı kabul edilen Nevruz'un yaklaşmasıyla orduda bir hareketlilik başlardı. Herhangi bir devlete karşı sefere çıkılacağı zaman, askerlerin Nevruz'da Peygamber'in sancağında toplanmaları emredilirdi. Yine Nevruz yaklaşınca herhangi bir saldırıya uğrama ihtimaline karşı kaleler tamir edilirdi. Yeniçeri ağası Nevruz'da bir ziyafet verirdi. Ziyafete sadrazam başta olmak üzere üst düzey devlet ricali katılırdı. Şarkılar dinlenir ve ağanın hazırlattığı yemekler yenilirdi. Yemeğin sonunda sadrazam yeniçeri ağasına samur bir kürk giydirirdi.

Osmanlı donanmasında gemilerin Nevruz'da denize indirilmesi uğur sayılırdı. Üçüncü Selim denizcilere verilecek elbisenin Nevruz'da teslimini kanunlaştırmıştı.

Nevruz hediyeleri
Nevruz'da verilen hediyelere "Nevruziyye" adı verilirdi. Sadrazam, vezirler ve valiler padişaha Nevruz'da hediyeler takdim ederlerdi. Sadrazam padişaha iyi donatılmış bir at hediye ederdi. Padişah da Nevruz'da saray görevlilerine ihsanda bulunurdu.

Şairler de baharın ve yeni yılın başlangıcıyla ilgili dönemin devlet adamlarına ithafen "Nevruziyye" adı verilen şiirler yazarlardı. Bu şiirlerde Nevruz gününün özelliklerine vurgu yapılırdı.

Nevruz fetvası
Eskiden her şeyi fetva alarak yapardık. Pırasa yiyelim mi, kına sürülebilir mi, bayıldım, orucum bozuldu mu? Bu şekilde binlerce konu müftülere ve şeyhülislâmlara sorulur, onların vereceği fetvaya göre hareket edilirdi. Kanuni Sultan Süleyman'ın meşhur Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi'ye Nevruz'la ilgili ilginç bir soru sorulmuş, şeyhülislam da buna ilginç bir cevap vermişti.

Soru: Nevruz günü Müslüman bir erkek güzel elbiselerini giyip, yiyip içse, yâranlarıyla kırlara gitse günah olur mu?
Cevap: Günah olmaz. Çünkü Nevruz Mecusî âdeti değil, örfte olan bir âdettir.

Yeni gün
Nevruz yeni manasına gelen "nev" kelimesi ile gün anlamına gelen "ruz" kelimesinin birleşiminden meydana gelen Farsça bir kelimedir. Nevruz güneşin Hamel (Koç) gününe girdiği gündür.

Cem'den Cemşid'e
İran efsanelerine göre Nevruz, efsanevi hükümdar Cem zamanında ortaya çıkmıştır. Cem bir gün tahtında oturup, şarap içerken üzerine güneşin vurmasıyla mücevherler parlamış, halk bunun üzerine hükümdarlarına Işıklı Cem (Cemşid) o güne de Nevruz adını vermiştir.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 01.04.2012)

İlk Türkçe ezan


31 Ocak 1932 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nden.

Kaynak: Immoral Tales

Hanedan kovulurken mallarını kim kaptı?


"Şu köpek kadar dahi talihli değilim. O vatanımı görecek, suyunu içecek, ekmeğini yiyecek.... Ama ben..."

Bu insanı kahreden cümleleri kuran kişi, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz 'Son Saraylı' Neslişah Sultan'ın babası Ömer Faruk Efendi'den başkası değildir. Yıl 1952'dir. Eşi Mihrişah Sultan köpeğiyle birlikte vapura binerken vatan hasretinin buruklaştırdığı içini kelimelere böyle dökmüş Ömer Faruk Efendi.

Osmanlı hanedanının yurtdışına gönderilmesi, tarihin en büyük varlık transferlerinden birine sahne olmuştu aynı zamanda. Kendilerine sadece 10 gün süre tanınan hanedan üye ve mensupları, ellerinde ne var ne yok satmışlar veya birilerine devretmişler, sonra da Çatalca'dan trene bindirilip gönderilmişlerdi bilinmeyen şafaklara. Sürgün bitecek gibi değildi. Çünkü çıkan kanunda vatanlarından 'ebediyen' uzaklaştırıldıkları yazılıydı.

Varlık Vergisi'yle azınlıklardan ne kadar malın başka ellere geçtiği öteden beri konuşulur da, kendilerine 10 gün içinde ellerinde ne varsa satmaları, aksi halde el konulacağı söylenen Osmanlı hanedanının elinden bu kısa sürede ne kadar paha biçilmez malın kimlerin ellerine geçtiği üzerinde nedense hiç durulmaz.

Halbuki bu 10 gün, tarihimizin en büyük müzayedesine sahne olmuş, binlerce gayrimenkul ve değerli sanat eseri yok pahasına başka ellere geçmişti. Kâzım Karabekir, yabancıların, Yahudi komisyoncular eliyle bu eşyanın nasıl yurt dışına aktardıklarını pek güzel anlatır. 600 yıllık bir hanedanın soyulduğu bu 10 günün tarihi mutlaka yazılmalıdır.

Düşünün, Abdülmecid Efendi'nin Bağlarbaşı'ndaki köşkü, bu kargaşalıkta onda bir fiyatına satılmıştı. Sonra da bu köşkün bir banka tarafından satın alındığı ortaya çıkmıştı.

Son saray kadınları ve sultanlar 1924 Mart'ında Sirkeci'de trene binip sürgüne giderken yakınlarıyla vedalaşıyor (Tarih Dünyası, 1950).

Sultan V. Murad'ın torunlarından Osman Selahaddin Efendi anlatmıştı. Babası Ahmed Nihad Efendi, Türkiye'den ayrılırken mallarını apar topar birilerinin üzerine tapulayıp gitmiş. Artık onların insafına kalmış, verirler veya üzerine yatarlar. Ne kadar talihliymiş ki, Şehzade'nin çocukları, tapuları verdiği insanların çocuklarından gayrimenkullerini geri alabilmişler. Ama çoğu aile bu kadar şanslı olamadı, mallar haraç mezat satıldı, kapanın elinde kaldı.

Bakın, şair Nigâr Hanım'ın oğlu Salih Keramet Nigâr -ki Halife Abdülmecid'in özel kâtibiydi- 1976 yılında kendisiyle yapılan söyleşide yurt dışına nasıl gittiklerini nasıl anlatıyor:

"48 saatlik bir müddet verilmişti. Halife, erkânı ile birlikte hemen hazırlandı. Bir polis arabasına bindik. Binerken Abdülmecid Efendi, milletimizin ve memleketimizin selameti için dua etti. Edirnekapı'ya vardığımızda gün ağarıyordu. Açtık. Çatalca'ya müteveccihen yola çıkıldı. Sirkeci'den trene bindirilmiyorduk. Çünkü hadise çıkma ihtimali vardı."

Salih Keramet Nigâr burada cereyan eden ilginç bir olaydan bahseder. Tam Çatalca'dan Simplon Ekspresi'ne binecekleri sırada Rumeli Demiryolları şirketinin Musevi âmiri koşarak yanlarına gelir. Halife Abdülmecid'in ellerine sarılır. Öper. Ve şu sözleri söyler:

"Osmanlı hanedanı, Türkiye Musevilerinin velinimetidir. Atalarımız İspanya'dan sürüldükleri, kendilerini koruyacak bir ülke aradıkları zaman, onları yok olmaktan kurtardılar. Devletlerinin gölgesinde tekrar can, ırz, mal emniyeti ve hürriyetine kavuşturdular. Onların torunlarına bu kara günlerinde elimizden geldiği kadar hizmet etmek vicdan borcumuzdur."

Saray mensupları ve sultanların Mart 1924'te Sirkeci'de trene binişlerini gösteren bu fotoğraf, Reşad Ekrem Koçu'nun koleksiyonuna aittir (Tarih Dünyası, 1950).

Abdülmecid Efendi'nin etrafında bulunan bazıları ağlamaya başlar bu hazin sözler üzerine.

Fakat Osmanlı hanedanına büyük saygısı olan Musevi vatandaş burada bırakmaz işi, onları yemeğe davet eder, karınlarını doyurur. Hürmette kusur etmemeye çalışır. Ve onları yolcular.

Salih Keramet Nigâr, bunları 91 yaşındayken anlatır. Dahası, Halife Abdülmecid Efendi'nin bir hatıratı olduğunu söyler. Sürgün yıllarını dikkatle hatıra defterine geçirmiştir son Halife ama onun nerede olduğuna dair sır vermez. (Sebil, 16 Ocak 1976)

Belki günün birinde bu hatıra defteri yayınlanır da, hanedan açısından o zor günlerin hikâyesini en yetkili ağızdan öğrenme imkânını buluruz.

Asıl üzücü olan nokta ise şudur: Hanedan üye ve mensuplarının Türkiye'ye girişlerine 50 yıl sonra izin verilmişti ya, bu izin de hırsızlar, katiller, anarşistler ve ırz düşmanlarına uygulanan afla birlikte çıkmıştı. Yani adi suçlular veya terör suçlularıyla birlikte affedilmişti Osmanlı hanedanı.

İlginç olan husus şudur ki, Meclis'te af kanunu görüşülürken, Burdur'un Tefenni ilçesinden 500'ün üzerinde telgraf çekilmiştir hanedanın affedilmesi için. Halkın hanedana gösterdiği sevgi ve saygının bitmediğini gösteren bu çarpıcı örneğe, Neslişah Sultan'ın birkaç gün önceki cenazesine katılan binlerce insanın görüntüsünü eklediğinizde bu sevgi ve saygının giderek arttığını görmek zor değil.

Bazılarının bastırılanın geri dönüşü dedikleri bu olsa gerek. Osmanlı, hanedanın kendisinden halkın arasına transfer oldu. Hanedanın asırlardır bir ayrıcalığı olan çok minareli camilerin her mahallede karşımıza çıkması boşuna mıdır sanıyorsunuz?

Mustafa Armağan
(Zaman, 08.04.2012)

Tarihi Değiştiren Olaylar"dan alıntılar

1: Berlin Duvarı

"Sayın Genel Sekreter Gorbaçov, eğer Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa için barış ve refah arıyorsanız, eğer liberalleşme istiyorsanız, bu kapıya gelin! Bay Gorbaçov, bu kapıyı açın! Bay Gorbaçov, yıkın bu duvarı!"
ABD Başkanı Ronald Reagan, 1989'da Batı Berlin'deki Brandenburg kapısı önünde yaptığı konuşmada dünyaya (Ruslara!) sesleniyor.


Doğu Alman askerlerinin gözetiminde Berlin Duvarı inşa ediliyor.
Fotoğraflar içinhttp://www.cs.utah.edu/~hatch/berlin_wall.html


18 yaşındaki Doğu Alman vatandaşı Peter Fechter duvarı aşıp batıya kaçmaya çalışırken Doğu Alman sınır muhafızları tarafından yakalanıp duvar dibinde kurşuna dizildi. Fechter'in bu fotoğrafı 17 Ağustos 1962'de dünya basınına düştü.

Ali Çimen
(Tarihi Değiştiren Olaylar, Timaş Yayınları,
Mart 2007, İstanbul, Sf.253, 256, 261.)
 

2: Nürnberg Mahkemeleri

Hitler'in sağ kolu Hermann Göring, Nürnberg'de yargılanan en yüksek dereceli Nazi subayıydı. Mahkeme boyunca yeri geldiği zaman kahkahalar atarak mahkeme heyetiyle psikolojik savaş yapmış, son ana kadar haklı olduklarıno savunmuş, idam cezasına çarptırıldığını öğrendikten sonra da hücresinde sakladığı siyanürlü ampulü ısırarak intihar etmişti.

"Dünyadaki tüm insanlara sesleniyorum. Böyle bir şey bir daha asla olmamalı. Kurtardığımız insanların yüzünü gördüm. Cehennemden gelmiş gibiydiler."
Anatoly Shapiro
Auschwitz toplama kampını Almanlardan Alan Kızıl Ordu subaylarından

"İdam...İdam...Desenize güzel hatıralarımı kaleme alamayacağım!"
Nazi Dış İşleri Bakanı Joachim von Ribbentrop
(Nürnberg Mahkemeleri'nde idam cezasına çarptırıldıktan sonra)

Ali Çimen
(Tarihi Değiştiren Olaylar, Timaş Yayınları,
Mart 2007, İstanbul, Sf.130, 135.)
 

3: Farklı bir Rönesans yorumu



"Avrupa Rönesans'ı 15.yüzyılda başlamadı. Bilakis Avrupalılar Arap kültürü ile tanışınca başladı. Avrupa'nın uyanışı İtalya'da değil, Müslüman İspanya'da başlamıştır."
Robert Briffault
Fransız romancı ve antropolog


Ali Çimen
(Tarihi Değiştiren Olaylar, Timaş Yayınları,
Mart 2007, İstanbul, Sf.23.)
 
 

Tarihi Değiştiren Kadınlar"dan alıntılar

1- Kösem Sultan
 
Sırp asıllı olduğu belirtilse de 1603 yılında Yunan sahillerine yapılan bir baskında Osmanlılara esir düşmüş bir Rum olabileceği de söylenir. Kendi isteğiyle Müslüman olmuştur.

Sultan I.Ahmed, görür görmez Kösem'e vuruldu ve hatta daha önce saltanat tarihinde görülmedik şekilde, onunla evlenmeden tahta çıkmayı reddetti!

Otuz dört yaşında Valide Sultan oldu. Kocası I.Ahmed, oğulları IV.Murad ve İbrahim ve torunu IV.Mehmed'in saltanatları esnasında imparatorluğun en önemli aktörüydü.

Sözü geçtiği sürece Hıristiyan cemaatleri korumak için elinden geleni yaptı.

Devlet işlerine müdahale ettiği yaklaşık 50 yıl boyunca Ocak Ağaları'ndan yardım aldığı için sözünün geçtiği anarşi dönemi tarihe "Ağalar Saltanatı" olarak anıldı.

Olağanüstü boyutlara ulaşan ve Osmanlı hazinesinden bile daha çok olduğu iddia edilen serveti, öldüğünde hazineye devredildi.

Öldürülmesinde rol oynadığı padişah Genç Osman, Osmanlı tarihinde ordu darbesi sonucu katledilen ilk padişahtı. Yedikule zindanlarında boğulmadan önce, yarı çıplak at üzerinde gezdirilmiş, suratına tükürülmüş ve çeşitli kötü muameleye maruz kalmıştı.

Ali Çimen
(Tarihi Değiştiren Kadınlar, Timaş Yayınları,
Ocak 2012, İstanbul, Sf. 118-119.)

2- Kraliçe Victoria



Kraliçe Victoria, düğününde beyaz gelinlik giyen ilk kadındı.

On sekizinde tahta çıktı. 63 yıl 7 ay İngiltere'nin başında kalarak bir rekor kırdı.

Uzun süren iktidarı döneminde İngiltere, sanayi devrimini yaşadı, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçti, en geniş sınırlarına ulaşarak "Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk" oldu.

Üç ayrı suikast girişiminden yara almadan kurtuldu. Saldırıların artması üzerinde İhanet Yasası çıkarıldı.

64 yıl boyunca tahtta kaldı.

İrlanda'da patlak veren patates kanseri hastalığı sonucu ortaya çıkan kıtlık 4 yıl içince 1 milyon kişinin canına mal olmuş, Osmanlı İmparatoru Abdülmecid, İrlanda'ya 10 bin pound yardım göndermek isteyince Victoria bu yardımı reddetmişti. Çünkü kendisi sadece 2 bin pound yardım gönderebiliyordu.

Düğününde beyaz gelinlik giyen ilk kadındı! Onun ardından beyaz gelinlik dünya çapında moda oldu.

Kocasının ardından 10 yıl yas tuttu ve sürekli olarak siyah giydi.

Uzun süren iktidarı boyunca monarşinin meşruti boyut kazanması yönünde ciddi adımlar attı.

İddialara göre Osmanlı arması fikri, Victoria'dan çıkmıştı. Fransa'nın Sultan Abdülmecid'e "Legion" nişanı vermesi üzerine harekete geçen Kraliçe Victoria, bir arma tasarımı yaptırıp Sultan Abdülmecid'e hediye etmişti. Bu iddiaya göre, güneş, hükümdar tuğrası, Osmanlı sancağı, adaleti temsil eden terazi ve Kur'an-ı Kerim gibi birçok sembolle Osmanlı'yı anlatan armanın fikir kaynağı Britanya Kraliçesi Victoria'dır.


 
 
Ali Çimen
(Tarihi Değiştiren Kadınlar, Timaş Yayınları, 
Ocak 2012, İstanbul, Sf. 160-161.)

Kansız reform asrının padişahı


(25 Nisan doğumlu Abdülmecid Han imparatorluğu yeniledi, kanun ve nizamın yerleşmesini sağladı.)


25 Nisan 1823’te doğan Abdülmecid’in babası Sultan II. Mahmud Han sert bir hükümdardır, ama yeteneklidir. Unutulmaz bir müzisyendir fakat buna rağmen “Bu musiki ile muharebe edilmez” diyerek Mehter takımını lağveden ve Muzika-ı humayunu kuran bir reformcudur.

Genç Sultan Abdülmecid Han 1839’da 16 yaşında tahta oturduğunda nasıl bir imparatorluğun başına geçmişti, gözden geçirmek lazım. Klasik ordu lağvedilmiş gibiydi, yenisinin kuruluşu tamamlanmamıştı. Yunan ayaklanması milli bağımsızlıkla sonuçlanmıştı ve arkası gelecekti; imparatorluk milliyetçi başkaldırılar çağına girmişti. Başlanan reformlarla şekillenen yeni bürokrasi genç hükümdarın yardımcısı olacaktı.

Sultan Abdülmecid Han yanlış tanıtılır. İçkiye, kadına, israfa düşkün diye portresi çizilen bu hükümdarın başka hiçbir Osmanlı padişahında rastlanmayan sezileri ve karakteri vardır. Devletin bürokrasisine güvenir ama genel tavrı teslimiyet değil, nitelikleri anlamaktır. Osmanlı’nın hiçbir devrinde bu kadar zıt görüşlü ve birbiriyle ayrı yollardan gelen devletlilerin oturup bir arada iş yaptıkları görülemez. Genç padişah bu adamların her biriyle şahsi temas halindedir.

Tarihin en kuvvetli idari kadrosu
Belirli hedefleri vardı; imparatorluğun yenilenmesi, kanun ve nizam hâkimiyetinin yerleşmesi, büyük devletlerle uyumlu bir politika bunun başında geliyordu. Eski imparatorluğu okullaşma, sağlık hizmetleri, bayındırlık, ulaştırma ve haberleşme ile yenileştirmek işini ehil bürokrasiye bıraktı. Tıbbiye mektebi de mühendislik de onun döneminde gelişti. Hukuk eğitimi onun zamanında hem eski medreseliler hem de hukuk mektebi çevrelerinde rekabetle kendini yenilemeye başladı. Subay sınıfının eğitimi yeniden düzenlendi. Türk ordusuna diğer büyük Avrupa devletleri ile birlikte eş zamanda kurmay yetiştiren Erkân-ı Harb Mektebi’ni teşkil etti. Mülkiye kuruldu, maliyeciler yetiştirildi. Tercüme odası ile lisan bilen yeni bir sınıf ortaya çıkarıldı. Bunlar yapılırken Sultan Abdülmecid Han hiçbir siyasi idam cezasını imzalamadı.

1839’un 3 Kasım’ında verdiği, Osmanlı İmparatorluğu’nun haklar beyannamesi derecesindeki Hatt-ı Humayun’la devletin beynelmilel hukuk ilkelerine bağlı olduğunu ilan etti. Tebaanın arasındaki eşitlik bir kere daha vurgulandı. Ve işin ilginç yanı Osmanlı İmparatorluğu kendi resmi dininden olmayan uyruklarına da bakanlık, sefirlik, valilik dahil her türlü görevi verdi. Bu hoşgörü ve bilgeliği çok dinli ve dilli diğer imparatorluklarda ne Rusya’da ne Avusturya’da görmek mümkündü. İmparatorluk bir daha tarihte görmeyeceği kadar kuvvetli kişilerden oluşan bir idari kadro tarafından yönetiliyordu.

Padişah bünyece zayıftı, müteverrimdi. Kendisinden sonra tahta geçen sağlıklı kardeşi Sultan Abdülaziz Han’dan sonraki bütün padişahlar Sultan Abdülmecid Han’ın oğullarıdır.

Musikiye düşkündü, döneminde alaturka musiki batı musikisi ile birlikte gelişti. Kardeşi Sultan Abdülaziz de Sultan Murad da batı tarzı eserler bestelemiştir. Sultan Abdülhamid Han da batı musikisini severdi. Bununla birlikte saray ve Osmanlı aydın muhiti geleneksel batı musikisini bir sentez halinde devam ettirdi. Biz Abdülmecid Han’ın yaptırdığı Dolmabahçe saray tiyatrosunu önce umumi helâya çevirdik, sonra da stadyum yaparken yıktık.

Onun dönemi batı dillerinin ve edebiyatlarının Türkiye’ye girdiği çağdır. Ama en iyi İran edebiyatı araştırmaları ve şark dilerline ait lugatlar da o zaman ortaya çıkmış veya eski yazma nüshalar basılacak kadar çok kullanılmaya başlamıştır. Çok kişinin sandığının tersine Türkiye arkeoloji bilimine de o zaman ilgi duymuştur. İlk müzemiz Aya İrini Kilisesi de onun zamanında kuruldu.

Sultan Abdülmecid Han babası II. Mahmud gibi Topkapı Sarayı’nı sevmemiştir. İmparatorluğun evi olarak Dolmabahçe Sarayı’nı kendi yaptırdı. Bu israf değildir, 19’uncu asır devletinin törenleri ve temsiliyle çok gereksinim duyacağı bir yapıydı. Yoksa dış büyük devletlerle kıyaslanmayacak kadar mütevazı saray hayatı orada da debdebeden uzak geçmiştir. Osmanlı borçlanmasının asıl nedeni Kırım Savaşı’dır. Paris antlaşmasıyla Avrupa devletler birliğine girildi ve Sultan Abdülmecid Han devri onun genç yaşta ölümüyle kansız reformlar asrı olarak tarihe yazıldı.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 22.04.2012)