6 Mayıs 2011 Cuma

“Çılgın proje”nin kanalı


Mesafeyi kısaltacak değil, İstanbul Boğazı’nı ve yarımadasını kurtaracak bir teşebbüs. Geçişi tehlike teşkil eden bütün gemilerin yasaklanması için bir alternatif şart

Tarih, deniz ve nehirlere müdahale ederek kıtalararası mesafeyi kısaltan kanal projeleriyle doludur. Hiç kuşkusuz bukanalların gerçekleştirilmesi büyük ölçüde ucuz insan emeğinin istismarına dayalı mühendislik tekniklerinin geliştiği 19’uncu asra aittir. Son 50 yılda tünel ve kanal kazma teknolojisi araçların gelişmesi dolayısıyla mükemmelleşti.

Güçlü, genç ve moron işçiler...

Süveyş Kanalı’ndan çok eskiden beri bahsedilirdi. Ama bu Ferdinand de Lesseps’in (1805-1894) dehasının ve gayretinin sayesinde ancak 1869’da gerçekleşti. Kanalın açılışı siyasi ve kültürel bir olaydı. Mısır Hidivi açılış için Kahire operasını da yaptırdı, Giuseppe Verdi’ye bir opera ısmarladı; açılışa yetişemediyse de ünlü “Aida” operası ortaya çıkmış oldu. Bütün devlet reisleri Mısır’a açılışa koştu. Fransa İmparatoru’nu, İmparatoriçe Eugenie temsil ediyordu, giderken İstanbul’a uğrayıp Sultan Abdülaziz’e dedikodulu bir ziyaret yaptı. 163 kilometre uzunluğunda binlerce fellahın ölümüne mal olan kanal Uzakdoğu ve Avrupa deniz yolculuğunu üçte iki nispetinde kısalttı ve kanalın hisse senetlerini ani bir kararla Britanya’nın ünlü başvekili Benjamin Disraeli aldı. Fransız teşebbüsü daha başından Britanya’nın eline geçmişti.

Ferdinand de Lesseps’in ikinci projesi Panama Kanalı onun eliyle gerçekleşemedi. 30 bine yakın işçi hastalıktan kırılmıştı. İleride Amerika bu projeyi ele alarak 1914’te tamamladı. Osmanlı’nın daha 16’ncı asırdaki Süveyş deneyimi akamete uğramıştır. İleri görüşlü Sokullu, Volga Nehri’ni bir kanalla Don Nehri’ne bağlamak istedi. Orta Asya’yı ve Volga boyu Altınordu hanlıklarını kontrol edecek, Rusya’yı kıstıracaktı; ne yazık ki o kanal yeniçeri istihkam birlikleri ve bölgeden devşirme işçilerle tamamlanacak gibi değildi, teşebbüs fazla ilerleyemedi ve bırakıldı. Aradan 500 sene geçti, Çarlık Rusyası da bu işi beceremedi. Stalin Rusya’sı neredeyse 16 yıl boyu bu büyük projeyi gerçekleştirmek için didindi. Siyasi mahkumlar kullanıldı. O günlerde mahalli yöneticiler kanalın bütünündeki çalışmalar için daha çok “halk düşmanı” talep ediyordu. Savaşın sonundaki dirilme döneminde Volga-Don kanalı zaferle açıldı, kim ne derse desin büyük başarıdır.

İngiltere ve bilhassa onu izleyen Almanya 19’uncu asırda birbirine yakın nehirleri kanallarla bağlamakta ustaydılar. 18’inci asır sonu ve 19’uncu asır başındaki iptidai kazı teknolojisi daha çok kuvvetli insanların emeğine dayanıyordu. Şöyle bir gazete ilanı normal karşılanıyordu: “Güçlü, genç ve moron işçi aranıyor. Ücret tatmin edicidir.” Almanya üstelik kanalları demiryollarıyla da bağladı, idari, askeri ve endüstriyel yönden bütünleşmiş bir ulaşım sisteminin nasıl bir zenginlik ve kuvvet yaratacağına kanallar inşası en iyi örnektir.

Celal Şengör jeolojik açıdan onayladı

Son çıkan “çılgın proje” Marmara ile Karadeniz arasında Silivri’den veya Çatalca’dan geçecek bir kanalı ön görüyor. 40 kilometrelik bu kanal jeolojik yönden Celal Şengör hocanın tasvibini aldı. Aslında mesafeyi kısaltacak bir kanal değil, İstanbul Boğazı’nı ve yarımadasını kurtarması beklenen bir teşebbüs. Boğazdan geçişi tehlike teşkil eden bütün gemilerin yasaklanması için bir alternatif lazım. Bu şimdiki suyolunun yakın çevresi yoğun yerleşmeden uzak tutulursa Akdeniz ve Karadeniz daha güvenlikli bir biçimde birbirine bağlanmış olur.

Galiba projenin üzerinde daha etraflıca durarak ve düşünerek eleştirmek lazım. Hacettepe Üniversitesi’nin Marmara akıntılarını ve İzmit Körfezi’ni ele alan endişeleri cevaplandırılmalıdır. Hiç kuşkusuz İstanbul’daki yerleşimin Trakya’ya doğru büyümesi gibi bir olay kaçınılmaz olacak, zira Trakya bu suyolu ile dış dünyaya daha kolay bağlanacak.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 01.05.2011)

Asıl "çılgın proje" Osmanlı'yı geri getirmek mi?


Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nden bir belgede
Sapanca Gölü ile Sakarya nehrinin bir kanalla nasıl birleştirileceği
böyle resmedilmiş. (Yedikıta, Şubat 2010).

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 27 Nisan'da İstanbul Boğazı'na bir kardeş geleceğini müjdeleyince ortalık karıştı.

Mimar ve mühendisler, sabahlara kadar televizyonlarda konuşuyor, siyasetçiler tutarlı tutarsız görüşler beyan ediyor, Silivri'deki arsa fiyatlarının daha şimdiden ikiye katlandığı haberleri basını günlerdir meşgul ediyor. Bu arada tarih yazarlarına epeyce malzeme çıktığını görüyoruz.

Tarihî sürece birazdan geleceğim. Ancak dikkatimi çeken iki hususa değinmeden geçmek istemiyorum.

Başbakan, açıklamayı neden 27 Nisan tarihinde yaptı?

İlk akla gelen sebep, 27 Nisan muhtırasının yıldönümünde yapıldı, çünkü darbecilere bir mesaj vermek istedi. Olabilir. Ancak benim bildiğim başka bir gerekçe var: Başbakan, 27 Nisan'da darbe heveslilerine düz bir cevap vermekle kalmadı, aynı zamanda onların tarihteki atalarına da bir cevap vermiş oldu.

Siz bunu merak ededurun, ben kanalların tarihine bir yolculuğa çıkaracağım sizi. Cevap, yazının sonunda...

Osmanlı Devleti'nde tabii ki çok sayıda 'çılgın' projeye imza atılmıştı. Bunların bir kısmı gerçekleşti, diğerleriyse arşivlerde ve kitaplarda kaldı.

Mimar Sinan'ın, Kanuni'nin emriyle İstanbul'a su getirmek üzere dağları kazdırması, vadilere su kemerleri yaptırması, bunlardan sadece biridir. Mağlova Kemeri'ni incelemek bile bu büyük projenin kapsamı hakkında fikir verebilir.
Osmanlı Devleti, tıpkı Roma gibi Karadeniz'e İzmit Körfezi-Sapanca Gölü ve Sakarya nehri üzerinden çıkmayı planlamış,
böylece şimdi Avrupa yakasında oluşacak "ada"yı Anadolu yakasında gerçekleştirmeyi düşünmüştü.

Gördüğünüz gibi, tarih boyunca Marmara'dan Karadeniz'e yeni bir boğaz açma çalışmaları hiç durmamış. Umarız bu sefer başarıya ulaşır.

Şimdi başta yarım bıraktığımız noktaya geri dönelim. Başbakan bu 'çılgın proje'yi neden 27 Nisan günü açıkladı? Benim değerlendirmem şöyle: 27 Nisan, II. Abdülhamid'in tahttan indirildiği gündür. Dolayısıyla Başbakan, projesini tam da o gün açıklayacağını ilan ederek Sultan Abdülhamid'i kucakladığını ve onun şahsında büyük Osmanlı vizyonunu sahiplendiğini göstermek istemiştir. Nitekim muhtıranın da 27 Nisan'da verilmesinin Abdülhamid'le tersinden bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Cevap, "cuk" diye oturmuştur.

Ayrıca Başbakan Erdoğan'ın konuşmasındaki 'Biz atalarımızın düşündüklerini gerçekleştiriyoruz' vurgusu bence çok yerindeydi. Cumhuriyet'in başından beri söylenegelen "Biz Osmanlı'dan koptuk, artık yeni bir devletiz" tezine açık bir meydan okuma var burada. Başbakan'ın sık sık dile getirdiği "Yüz yıllık hasret bitiyor" sözleri "Osmanlı geri geliyor"un bir başka söylenişidir bence.

Açıklama tarihi olarak 27 Nisan'ın seçimi ve "Yüz yıllık hasret bitiyor" sözünü yan yana getirdiğinizde, asıl çılgın projenin Osmanlı'yı geri getirmek olduğunu söylemek çok mu aceleci bir yorum olur dersiniz?

Mustafa Armağan
(Zaman, 01.05.2011)

Sarıkamış yenilgisi Enver'in, Çanakkale zaferi Mustafa Kemal'in mi?


Bir devlet okulunun besbelli özenle hazırladığı "Çanakkale Sergisi"ni gezerken hayretler içinde kalıyorum: Duvarlara asılı onlarca tablo içinde Çanakkale Zaferi'nin üst rütbeli komutanları sırra kadem basmış durumda. Şurada kocaman bir Seyit Onbaşı posteri var, 275 kiloluk mermiyi kaldırırken. Burada siperlerden delici bakışlarıyla selam gönderen garip Mehmetçikler, orada süngü hücumuna geçmiş gaziler.

'Onlar boşuna ölmedi' sözleri sık sık tekrarlanıyor. Bir tabloya göre Çanakkale Zaferi "Cumhuriyet'in Önsözü"ymüş. Öte yandan o tarihte Yarbay rütbesinde bulunan Mustafa Kemal Bey'in belki 10'dan fazla ilgili ilgisiz fotoğrafıyla karşılaşıyorsunuz. Aklınızda bu savaşı Yarbay rütbesindeki bir subay ile komutansız bir ordunun kazandığı kalıyor ister istemez.

Sordum müdür beye: Bu zafer komutansız mı kazanılmıştı? Şaşırdı. Hadi Liman Von Sanders'i Alman olduğu için saymıyorsunuz, peki ordularımızın fiilî Başkomutanı Enver Paşa neden görünmüyor ortalıkta? Tabii cevabı olmayan bir soruydu bu.

İsterseniz İstiklal Savaşı'nı anlatırken Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşlarının unutulduğunu ve savaşın adeta Yarbay düzeyinde bir subay, mesela Atıf Bey isimli biri tarafından kazanılmış gibi gösterildiğini düşünmeye çalışalım. Ne kadar tuhafımıza giderdi, değil mi? 'Bu savaşın komutanları yok muydu?' diye sorardık ister istemez.

Resmi ideoloji tarihi işte böyle eğip büküyor; işine gelen tarafını ballandıra ballandıra anlatıp gelmeyen tarafını ise koyu bir karanlığa mahkûm ediyor.

Enver Paşa'nın eleştirilecek yönü yok mu, var. Ama yiğidi öldür, hakkını da ver. Çanakkale Savaşları onun Başkomutanlığı altında kazanıldı. Hatta şunu da iddia ederim rahatlıkla: Çanakkale zaferi bugün coşkuyla anılıyorsa, tarihimizin bir şeref sayfası olarak kutlanıyorsa bu büyük ölçüde Enver Paşa sayesindedir (bir de o ruhlar aleminde şehitlerle konuştuktan sonra yazıldığına inandığım anıt-şiiriyle Mehmed Akif sayesinde). Zamanın duyarsız edebiyatçılarını bir emirle Çanakkale siperlerine kadar getirip cephede kanla yazılan destanı eserleriyle ölümsüzleştirmeleri için çırpınan da Enver Paşa'dan başkası değildir. Dolayısıyla şahsen heykele karşı olsam da, Çanakkale'ye bir Enver Paşa heykelinin çok yakışacağını söyleyebilirim. Dikilemez, o ayrı; ama benden söylemesi.

Çanakkale'nin bir de gizli kahramanları vardır. 18 Mart 1915 günü savaş gemilerinden açılan korkunç ateşe göğsünü siper eden Müstahkem Mevkimizin komutanı Cevad Paşa'ydı ama kendisi o gün Kirte'ye birlikleri denetlemeye gitmişti. Yerine kurmay başkanı Selahaddin Adil Bey'i vekil bırakmış ve ancak saat 14'te görevinin başına dönebilmişti. Yani o gün o korkunç bombardıman altındaki Müstahkem Mevki'nin şanlı zaferi, komutan Selahattin Adil Bey'in imzasını taşır.

Zaferi müteakip yapılan yayınlara baktığınızda Tuğgeneral Cevad Paşa'nın "18 Mart Kahramanı" ilan edildiğini, Sultan Reşad'ın ise "Gazi" sıfatı verilerek onurlandırıldığını, Enver ve diğer İttihatçıların bu başarıyı ordunun moral gücünü yükseltmek ve ne yalan söyleyelim, muhaliflerini sindirmek için kullandıklarını görürsünüz. Buradan Mustafa Kemal Bey'e düşen hisse, "Anafartalar Kahramanlığı"dır ki, zafer sonrasında gittiği Edirne'de bu sıfatla törenler düzenlenerek karşılandığını biliyoruz.

Ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra Çanakkale Savaşları'nın tarihi yeniden yazılmıştır. Özellikle İttihatçılara yakınlığıyla bilinenler sahneden birer birer silinmek ve yeni devletin kurucularına yakın kişilikler ön plana alınmak suretiyle tarihin yüzü yenilenmiştir. Yalnız Enver Paşa unutturulmakla kalsa iyi, ona yakınlığı olanlar da aynı akıbeti paylaşmışlardır. İşte Selahattin Adil Bey de bu unutulmuş Çanakkale kahramanlarından biridir.

Selahattin Adil Bey, Milli Mücadele'ye de önemli hizmetlerde bulunmuş olmasına rağmen Enver Paşa'ya yakın olduğu ve en önemlisi de Tek Parti rejimine muhalif bir duruş sergilediği için Cumhuriyet devrinde dışlanmış, bu yüzden de "yeni yazılan tarih"in sayfalarına alınmamıştı. Oysa Çanakkale, hele de 18 Mart zaferi konuşulurken onun adının anılmaması izahı güç bir ayıptır. Bu ayıbın en kısa zamanda temizlenmesi gerekir.

Keza Yanyalı iki kardeş, Vehib Paşa ile Esad Paşa'nın da kolordu komutanları olarak neden hatırlanmadığını sormak gerekir. Fevzi Çakmak da, Cevad Paşa da, Fahreddin Altay Paşa da aynı şekilde.

Öte yandan Enver Paşa'nın Mustafa Kemal Bey'i "Paşa" yapan, yani onu generalliğe yükselten Başkomutan Vekili olduğu da unutulmamalı. Üstelik Orgeneral Fahrettin Altay'ın dediği gibi Mustafa Kemal daha 8 aylık bir Albayken, henüz süresi dolmadan generalliğe terfi ettirmiş olması da Enver Paşa'nın takdir edilmesine ve tarih kitaplarımızın sayfalarına teşrif etmesine yetmiyor.

Ama öte yandan Sarıkamış'taki faciadan Enver'siz bahsedilmez. Onun '90 bin askerimizi kara gömdüğü' sık sık söylenir. Gerçi o harekâtın başında bizzat Enver Paşa vardır ama aynı zamanda Başkomutan Vekili'dir. Sarıkamış'tan sonra Meclis Başkanı Halil Menteşe'ye söylediği bir sözü (bu yazıda açıklamam uygun değildir) ben hiç mi hiç tasvip etmedim ama Enver Paşa'nın Sarıkamış'taki yenilgiden hemen sonra Çanakkale savunması için yaptığı muazzam çalışmaların hakkını da teslim etmemiz lazım.

Diyeceğim o ki, Sarıkamış harekâtı ile Çanakkale savunması aynı sürecin adımlarıdır. Yenilginin sorumluluğunu üzerine attığınız insanı zaferin şanından uzak tutmanız yakışık almaz. Ve tarihte herkesi ait olduğu yere oturtmak, herkese hakkını vermek ve Çanakkale gibi muazzam bir savaşı, 1930'lardan beri yapageldiğimiz gibi bir Yarbay'ın iki kritik direnişine indirgeme yanılgısına düşmemek önemlidir.

Sarıkamış'ın faturasını Enver'e kesiyorsanız Çanakkale'yi de onun kazandığını itiraf etmeniz gerekir. Unutmayalım ki, tarih bir haksızlıklar galerisi olmaktan ancak böyle hakkaniyetli adımlarla kurtulabilir.

Mustafa Armağan
(Zaman, 20.03.2011)

Osmanlı'ya ihanet eden aileyi saran lanet çemberi


Kimi İslam ülkelerindeki hareketlilikler uzmanların dilini sonunda çözmüş görünüyor. Yerlisi yabancısı aynı şeyi vurguluyor: Bu olaylar, Osmanlı'nın arkasında bıraktığı büyük boşluğun hâlâ doldurulamadığını gösteriyor.

Peki Osmanlı Devleti 90 küsur yıl önce tarih sahnesine veda etmemiş miydi? 21. yüzyılda hâlâ Osmanlı'nın tasfiyesinden nasıl söz edilebilir? Yoksa bir hayalet midir karşımıza ikide bir çıkan?

Çağdaş Fransız filozofu Jacques Derrida'nın sözünü ettiği türden bir hayalet belki. Filmlerden biliyoruz: Cenazesi kurallara uygun defnedilmemişse ölünün ruhu vârislerine musallat olur. Ta ki usulüne uygun olarak defnedilinceye ve rahatsızlık duyduğu unsur ortadan kaldırılıncaya kadar.

Osmanlı'nın hayaleti de benzer bir sıkıntı içerisinde olmalı ki, terk ettiği evin çeşitli odalarında sık sık karşımıza çıkmakta.

En iyisi, siz 'İslam'da hayalet var mı?' sorusunu sormadan ben asıl konuma geçeyim. Size anlatacağım, Osmanlı'ya ihanet etmiş bir ailenin, son kalıntısı Ürdün'de yaşayan Haşimîlerin başında esen lanet fırtınası.

1916 yılında Arap isyanını, yakınlarda Suudiler tarafından yıktırılan Ecyad Kalesi'ne ilk kurşunu sıkarak başlatan Mekke Şerifi Hüseyin'in oğlu Kral Abdullah'ın hatıratında Sultan II. Abdülhamid'i şu çarpıcı satırlarla anması ilginç olmanın ötesinde çarpıcıdır:

"Bence Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra meydana gelen olaylar, Kufe ve Mısırlıların Hz. Osman'a yaptıklarından sonra meydana gelenlere benzer. Hz. Osman nasıl fitneyle Müslümanlar arasındaki sınır idiyse, Abdülhamid de bu çağda insanlarla fitne arasındaki perdeydi. Bu perde yırtılınca fitneler ortaya çıktı." (Çeviren: Halit Özkan, Klasik: 2006, s. 19).

Sultan Abdülhamid'in tarih karşısında acımasız bir şekilde haklı çıkmasındaki inceliğe bir başka yazımızda değiniriz. Biz şimdi Osmanlı'nın yıkılmasından sonraki 30 yılda Haşimî sülalesinin başında esen lanet fırtınasına gelelim.

Abdülhamid'in gözünün tutmadığı adamlardan biriydi Şerif Hüseyin. Onu ailesiyle birlikte İstanbul'a getirip Boğaz'da bir yalıda gözaltına aldırır. İttihatçılar ise Abdülhamid'in "ak" dediğine "kara" demeyi marifet bildiklerinden onu serbest bırakırlar. Hüseyin de Hicaz'a döner ve İngilizlerle anlaşarak Arap isyanının pimini çeker.

İngilizler onu sözde Büyük Arap Krallığı'nın başına geçireceklerdir. Casus Lawrence de danışmanı olacaktır. Güya artık Arap dünyasında Osmanlı'nın değil, Arapların ve tabii Haşimîlerin sözü geçecektir. Siz öyle sanın. İngiliz oyununun kaç perde sürdüğünü bilmeyen Şerif Hüseyin, sadece Hicaz bölgesine Kral yapılır ama tahtı garantide değildir. İngilizler onu çoktan gözden çıkarıp Suud ailesiyle anlaşmışlardır. Nitekim Eylül 1924'te Abdülaziz b. Suud'un develerle hücumu üzerine krallığını oğlu Ali'ye devretmek zorunda kalacaktır. (1958'de parçalanarak öldürülecek olan Ali'nin oğlu Abdülilah bu defa Irak'ta karşımıza çıkacaktır) Ali'nin krallığı da ancak bir yıl sürecek, sonra Hicaz-Necid bölgesi Suudîlere teslim edilecektir.

Muazzam Arap Krallığı'nın başına getirildiğini zanneden Şerif Hüseyin ise uyandığında soluğu Kıbrıs'ta almıştır. Çocukluğunda bayramlarda babasıyla birlikte Şerif'i ziyaret ettiğini anlatan Rauf Denktaş, emekli kralın kendilerini görür görmez Osmanlı'yı hatırladığını ve "Ah ben Osmanlı'ya nasıl ihanet ettim? Şimdi ihanetimin cezasını çekiyorum" diye iki gözü iki çeşme ağladığını anlatır. Nitekim 1931'de Amman'da ölürken bin pişmandır. (Ziyaret ettiği Yemen'de Osmanlı marşlarıyla karşılanmasına ise tarihin istihzası demek gerekiyor.)

Ancak Şerif Hüseyin'in Osmanlı'ya ihanetinin laneti kendisiyle sınırlı kalmayacak, oğullarına, hatta torunlarına da bir hastalık gibi geçecektir.

Oğullarından Faysal önce Suriye Kralı yapılmıştı. Ancak Fransızlar istemeyince İngilizler tarafından mecburen Irak kralı ilan edildi. Tabii İngiliz danışmanlarla birlikte. Ne var ki, Faysal'ın mutluluğu da uzun sürmeyecekti. Devasız bir hastalığa tutulacak ve bir mum gibi eriyerek babasından 2 yıl sonra ölecektir.

Yerine oğlu Gazi'yi kral ilan ettiler. Ancak Gazi İngilizlerin ülkesinin kaynaklarını nasıl soyduğunu görmüş ve Türk yanlısı bir politika izlemeye kalkmıştı. Tabii cezasını çok geçmeden görecek, Bağdat'ta bomboş bir yolda giderken otomobili bir direğe toslayacak ve hayatını kaybedecekti. (1939)

İngilizler onun yerine çocuk yaştaki oğlunu II. Faysal adıyla tahta geçirdiler. Amca oğlu Abdülilah da onun "nâib"i yapıldı. İkisi birlikte Irak'ta yapmadıkları rezalet bırakmayınca 1958'deki halk ayaklanmasında parçalanarak öldürüldüler.

Şerif Hüseyin'in öbür oğlu Abdullah'ın nasibine ise Ürdün düşmüştü. Önce Emir, sonra kral oldu. Hatıratını yazacak kadar uzun yaşadığına bakılırsa en şanslıları sayılabilir. Ne var ki, o da İsrail'in kurulmasından 3 yıl sonra bir Filistinli tarafından öldürülecektir. İşin garibi, Şerif Hüseyin'in Zeyd adlı oğlu, kendisine münhal (boş) bir taht bulunamadığı için en uzun ömürlüleri olmuş ve 1970'te eceliyle ölmüştür.

Baba, tahtını kaybedip sürgüne gönderiliyor. Bir oğlu hastalıktan, diğeri suikastta ölüyor, üçüncüsü tahtını kaybedip köşesine çekiliyor. Torunlarından ikisi parçalanarak öldürülüyor, biri de sözde trafik kazasına kurban gidiyor.

Osmanlı'ya ihanet eden bir ailenin 30 yıl içinde ne hale geldiğinin ibretlik hikâyesi böyle.


Az kalsın casus Lawrence'i unutuyorduk. O da görevini yaptıktan sonra gözden düşmüştü. Londra'da unutulmuş biri olarak yaşarken 1935 yılında bir motosiklet kazasında ölmüştü.

Böylece lanet halkası tamamlanmış oluyor. Şimdilerde Başbakan David Cameron'un, vaktiyle işlediği suçlardan dolayı dünyadan özür dilemek zorunda kaldığı emperyalist İngiltere'nin "kullan, at" çarkı bütün acımasızlık ve kusursuzluğuyla işlemiş görünüyor.

Öte yandan Kral Abdullah'ın feryadı hâlâ kulaklarda çınlamaya devam ediyor:

"Eğer Arap isyanının bu şekilde sona ereceğini bilseydik hiçbir şekilde Osmanlı'ya isyana kalkışmazdık."

Mısırlı Dr. Fehmi Şinnavi ise o gür sesiyle şöyle haykırıyor:

"Günümüz Arap zirvelerinde temel mesele, İsrail'e ne kadar boyun eğileceği. Eğer Osmanlı'ya bunun binde biri kadar boyun eğebilseydik, şimdiye kadar elimize geçenlerin milyon katını kazanırdık."

Mustafa Armağan
(Zaman, 17.04.2011)

Beşiktaş, adını nasıl almıştır?


Beşiktaş, İstanbul'un en sevdiğim semtlerinden biridir. Mutlaka her hafta sonunun belli bir kısmını veya tamamını orada geçirmekten keyif alırım. Gerek tarihi dokusu -her ne kadar yozlaşmakta olsa da- gerekse arkadaş meclisimizin sürekli orada toplanmasından olsa gerek, Beşiktaş'a olan hislerim daima tamdır. Semtin tarihi geçmişini çokça okumuş bilhassa mimari yapılarının geçmişten günümüze seyrini iyice öğrenmeye çalışmışımdır.

Bu vesileyle konu Beşiktaş olunca, meraklıları için semtin günümüzde "Beşiktaş" olan adını nasıl aldığını aktarayım. Birçok tarihçinin ortak görüşüne göre Beşiktaş, adını aşağıda anlatacağım olay sebebiyle almıştır.

Kanuni Sultan Süleyman döneminin başarılı ve efsane amirali Barbaros Hayreddin Paşa, gemilerini Beşiktaş açıklarında demirler. Deniz seferlerine çıkacağı zamanlarda da gerekli hazırlıklarını yine burada yapar. Barbaros Hayreddin Paşa, gemilerini halatlar yoluyla rıhtıma bağlamak için, buraya beş tane taş diktirir. Gemilerin sürekli olarak rıhtımdaki bu taş direklere bağlanması, zamanla adet haline gelir. Adı geçen "beş taş", ilerleyen zamanlarla ve halkın konuşma dilinin de katkısıyla "Beşiktaş" halini alır.

İşte "Beşiktaş" adının kısa ve kabul görmüş hikayesi budur.


Yağız Gönüler 
http://gizlenentarihimiz.blogspot.com/2011/04/besiktas-adn-nasl-almstr.html

İlk heykel Atatürk zamanında yıktırılmıştı


(1937'de yıktırılan Osman Gazi heykelinden geride bir tek bu soluk resim kaldı.)
Kars'taki heykel yıkımı iyi güzel de, acaba 'ucube' sadece Kars'a mı özgü? Peki Bursa'da Osman Gazi Türbesi'nin baş ucuna dikilen o ucubeyi kim temizleyecek?

Üstelik Çağlayan'da yaptırılan adalet sarayında bir değil, iki ucube birden var. Ayrıca Harvard'da Osmanlı tarihi okutan Prof. Cemal Kafadar'ın Cumhurbaşkanlığı ödül töreninde dikkatimizi çektiği Haliç Köprüsü'nde yapılması düşünülen "altın boynuz" ucubesine kim mani olacak?

"Avrupa'nın en büyük adalet sarayı" diye tanıtılan binanın girişine bakın lütfen. İki kara ucube sizi bekliyor. Bu zebellah gibi kadın heykelleri putperest Yunanlıların Zeus'un eşi dedikleri Themis'e ait. Hadi diyelim hukuku Avrupalılaştırdık, heykelini de alalım dediniz, iyi de, birbirinin benzeri iki adalet tanrıçası ne anlama geliyor, söyler misiniz? Heykel bir şeyi simgeler. Peki iki adalet tanrıçası neyi simgeliyor? Yoksa adalet düzenimizin biri askerî, diğeri sivil olmak üzere çift başlı olduğunu mu? Heykel vazo değildir ki, simetrik olsun diye şuraya da bir tane lütfen diyelim.
(İki Adalet Tanrıçası heykeli dünyada bir ilki başardığımızın fotoğrafıdır.)

Prof. Sami Selçuk'la bu garabeti konuşmak istedim. Bana hemen 'Heykelin gözleri bağlı mı?' diye sordu. Evet deyince, bunun eskimiş bir adalet anlayışını yansıttığını ve heykelin gözlerinin açık olması gerektiğini söyledi. Gözlerin kapalı olması, 'Ben suçlunun kişiliğiyle değil, suçla ilgileniyorum' demekti. Oysa hukuk 'suçluyu tanımadan hüküm verilemez' noktasına gelmiştir diye de ekledi.

Bence Çağlayan'daki 'ucube'lerden hiç değilse birinin (soldakinin) yıkılması şart. Aksi halde bir müteahhit işgüzarlığının bedelini on yıllar boyunca dünyaya rezil olarak ödeyeceğiz demektir.

Peki Osman Gazi türbesinin başına dikilen ucubeyi ne yapacağız? Güya Bursa'nın kurtuluşu anısına 1925'te dikilen anıtta "Türk" askerinin Bursa'yı ikinci defa fethettiği ve "Osmanlı" hükümetinin bu sayede yıkıldığı yazılı. Vur Osmanlı'ya! Şehir Yunanlılardan kurtarılmış ama onların aleyhine tek kelime yok. Anıtta bir de hilali delen ok motifi var. Hilal İslam'ın ve dolayısıyla Osmanlı'nın simgesi. Ok İslam'ı ve Osmanlı'yı öldürüyor yani. Üstelik dikildiği yer de çok anlamlı. Adeta Osman Gazi'nin böğrüne mızrak saplamışlar. Bu mızrağı onun böğründen kim çıkaracak, bu ucubeyi oradan kim kaldıracaktır?

Gelelim asıl konumuza. Bizde açık bir alana dikilen ilk heykelin çok şaşırtıcı bir macerası ve hafızamızı tarumar eden bir yanı var. Şöyle ki:

1) İlk heykel zannettiğiniz gibi Cumhuriyet döneminde değil, Osmanlı zamanında dikilmişti.

2) İstanbul veya Ankara'ya değil, Sivas-Erzurum yoluna dikilmişti.

3) Atatürk heykeli değil, Osman Gazi'nin büst şeklinde bir heykeliydi.

4) Açılışını vali değil, müftü efendi yapmıştı.

Nasıl? Şaşırılacak kadar varmış değil mi? Şimdi isterseniz ayrıntılara geçelim.

Osman Ergin'in "Tarih Dünyası" dergisinde yazdığına göre bizde ilk heykel dikme niyeti 1910 yılında Basra'da doğmuş. Basralılar şehirlerine Mithat Paşa'nın heykelinin dikilmesini istemişler ama Şeyhülislamlık karşı çıkmış. Ancak muhtemelen 1914-1918 yıllarında ilk heykelin dikilmesi Anadolu topraklarında gerçekleşmiş. (Mustafa Kemal Paşa'nın 1923'te Bursa'da yaptığı konuşmada bu "güzel heykeli" örnek verdiğini biliyoruz.)

Hafik ile Zara arasında yaptırılan Osman Gazi'nin büst şeklindeki heykeli 8-10 metre yüksekliğindeki bir sütunun üzerine dikilmişti. Yaptıran, zamanın Sivas Valisi Muammer Bey, yapımına nezaret eden de Zara Kaymakamı Nabi Bey'di. İyi de Vali Bey heykele o kadar meraklı idiyse bunu neden Sivas'ta yaptırmadı? Bilmiyoruz. Muhtemelen halkın tepkisinden çekinerek nispeten ıssız bir yere yaptırmış olmalı; anlaşılan, bir tür kamuflaj yoluna gitmiş.

Daha da garibi, Vali'nin bu ilk heykeli açma işini Sivas müftüsüne havale etmesi. Belki de tepkileri kırmak için açılış bir din adamına yaptırılmıştı. Sarıhatip oğullarından Rauf Efendi adlı müftü açılışı yapıp dönüşte Çarşı Caddesi'nden geçiyormuş. Halk "Taş dikenler geliyor!" sözleriyle karşılamış kendisini. (Osman Ergin'e göre Sivas folklorunda "taş diken" tabiri iyi bir manaya gelmez, kinaye ve tariz yoluyla söylenirmiş.)

Bu 'ilk' heykelin yıkımının Türkiye'de heykel yapımını başlatmak için gayret sarf eden Atatürk'ün iktidarında gerçekleşmiş olması da çok ilginçtir. Heykeli yıktıran da Nazmi Toker adlı bir validir. Emekli jandarma subaylığından valiliğe sıçrayan Toker, yıkıcılığıyla meşhurmuş. Heykeli 1937'de yıktırmış.

Peki neden? Osman Ergin, ilk heykeli dikilen kişinin Osman Gazi olmasını hazmedemeyenlerce yıktırıldığına inanır. Aynı gayretkeşler güzelim tuğraları kırmadılar mı? İzmir'in sembolü olan Saat Kulesi'ndeki Abdülhamid'in tuğraları ile Osmanlı armaları bugün niye yok? Tabii ki, Cumhuriyet işe sıfırdan başladı dedirtmek için. Nitekim kitaplarda 1926'da Sarayburnu'na dikilen Atatürk heykeli "Türkiye'deki ilk heykel" diye geçer.

Şaşırmaya devam. Ne de olsa şaşırmak düşünmektir.

Bir Atatürk heykeli de imha edilmiştir Türkiye'de. Hem de 2005'te.

1980'de Emirdağ'daki askerî garnizon bir ere alçıdan bir Atatürk heykeli yaptırıp belediyeye hediye eder. Heykel Cumhuriyet Meydanı'na dikilir. Ancak Atatürk karikatürü denilebilecek bu heykelin estetik çirkinliği fark edilse de kimse dokunmaya cesaret edemez. Günün birinde tesadüfen ilçeden geçmekte olan "bilirkişiler" bu çirkinliği fark edip heykelin değiştirilmesini isterler. Sonuçta yeni bir heykel yaptırılır.

Buraya kadar pek bir sorun yok. Ancak kaldırılan eski (kötü) heykele kimse dokunmaya cesaret edemez. Köylere teklif edilir, almazlar. Sağda solda bir süre gezdikten sonra belediye, heykele biri zarar verir de başlarına iş açılır korkusuyla 'imha'sına karar verir. Kırılır mı? Hayır tabii ki. Atatürk'ü Koruma Kanunu varken kim cesaret edebilir ki buna? Sonuçta heykel meçhul bir yerde her aşaması fotoğraflanıp belgelenerek ve saygıda katiyen kusur edilmeden 'toprağa verilir'. (Aylin Tekiner, "Atatürk Heykelleri", İletişim: 2010, s. 214-19) Bizde heykelin "ucube"yle akrabalığı epeyce eski anlayacağınız.


Mustafa Armağan
(Zaman, 24.04.2011)

57. Alay'a vefa


Çanakkale limanından kalkan feribot, karşı yakadaki Eceabat iskelesine yöneldiğinde Gelibolu Yarımadası'nın Boğaz'a bakan yamacında "Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın, Bu toprak, bir devrin battığı yerdir" dizesi selamlıyor sizi.

Evet burası, bir devrin battığı, bir milletin yeniden şahlandığı, bir "hilal" uğruna destanlar yazdığı yer.

Bundan tam 96 yıl önce, milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un, "Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela... Hani tauna da zuldür bu rezil istila..." diye tarif ettiği Çanakkale savaşları başlamıştı.

Dün Anzak Koyu'nda, binlerce Anzak torunu, dedelerinin 96 yıl önce aynı gün aynı saatlerde yaptığı çıkarmayı anmak için "Şafak Ayini"nde buluştu. Aynı dakikalarda, şehitlerimiz anısına düzenlenen, 54 üniversite, 3 harp okulu ve askerî liselerin öğrencileri ile sivil toplum kuruluşlarından 10 bine yakın kişinin katıldığı "Ata'nın Yolunda 57. Alay Yürüyüşü" (Bigalı köyünden Conkbayırı'na) vardı.

25 Nisan 1915'te, şafak vakti Arıburnu'ndan başlayan düşman çıkarmasına ilk karşı koyan kuvvet, 27. Alay ile çıkarmayı haber alır almaz bulunduğu Bigalı köyünden harekete geçen 57. Alay'dır. 57. Alay'ın tamamı şehit düşmüş ama sancağı yere düşürmemiştir.

57. Alay Şehitliği'ni geçen yaz ziyaret etmiştim. Şehitler anısına yapılan anıt, dökülmeye yüz tutmuştu. Şimdi o anıt yenilenmiş. 24 Nisan günü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından açıldı.

Şehitliğin yenilenmesini üstlenen şirket, "Tarihe Saygı" projesi çerçevesinde 2006 yılından bu yana Gelibolu Yarımadası'ndaki köylerde ve Eceabat ilçesinde sosyal sorumluluk projeleri gerçekleştiren Opet. Şirketin Yönetim Kurulu Üyesi Nurten Öztürk, "Yenilemeye aralık ayında karar verildi. Ocakta protokol imzaladık. 25 Nisan'a yetiştirmek için kış şartlarında, çok hızlı çalışmamız gerekiyordu. Ve yetiştirdik." diyor. Öztürk, 2005 yılında geldiği Çanakkale'de bir vatandaşın, "Opet'in örnek köy projesini neden Gelibolu'da da yapmıyorsunuz?" sorusu üzerine, "örnek köy" için geldiklerini ve projenin zaman içinde "Yarımada Projesi"ne dönüştüğünü belirtiyor.

Öztürk'ün verdiği bilgiye göre, anıt için yapılan harcamalar dahil Gelibolu için toplam 10 milyon dolar harcamışlar "Tarihe Saygı" kapsamında.

Yenileme çalışmalarının tarih danışmanı olan 18 Mart Üniversitesi'nden Yardımcı Doç. Dr. Burhan Sayılır, mezar taşlarındaki yanlış isimlerin ve eksikliklerin düzeltildiğini, 322'si mezar taşlarında, 1.495'i anıtta olmak üzere 1.817 şehidimizin adının şehitliğe yazıldığını söylüyor. Sayılır'ın söylediğine göre, yarımadada 56 Türk, 36 da yabancı anıt ve mezarlığı bulunuyor. İşgal güçleri, Mondros'tan hemen sonra yapmışlar anıtlarını, şehitliklerini. Biz de yapmışız ama Mondros Mütarekesi'yle Gelibolu'ya çıkan işgalciler, yapılan üç anıtı dinamitlemiş. Bu bilgileri veren Doç. Dr. Sayılır, "Dinamitlenen anıtlar Anafartalar, Kanlısırt ve Seddülbahir'de yapılmıştı. Bu üç anıt aslına uygun olarak yeniden yapılmalı." diyor.

Eceabat Kaymakamı Bülent Uygur ise önümüzdeki birkaç yıl içinde 9 tane daha şehitlik yapılacağını, Çevre Bakanlığı'nın 80 milyon TL'ye mal olacak milli park simülasyon merkezinin de yakında bitirileceğini söylüyor. Kaymakamlık, Çanakkale Savaşı'nı anlatan bir de kısa film yarışması düzenleyecek.

Çanakkale deyince, Türkiye'nin neresinde olursa olsun insanların içi "cız" ediyor. Onun içindir ki, her yıl 2,5 milyon insanın ziyaret ettiği bir mekân burası. İnsana huzur veren bir havası var. Tepelerin sert rüzgârı bile içinizi ısıtıyor.

Böyle bir mekânda, hem buraya gelen ziyaretçilerin ihtiyaçlarına cevap verecek tesislerin olması hem de tarihi ve tabii dokunun titiz bir şekilde korunması, şehitlerimizin ruhunu rahatsız edecek uygulamalara izin verilmemesi gerekiyor.

Kadir Dikbaş
(Zaman, 26.04.2011)

Evliya Çelebi'nin kaleminden: İstanbul Boğazı nasıl açıldı?

İstanbul Boğazı, daha meşhur ismiyle Boğaziçi nasıl oluştu?” Bu soru yüzyıllardır bilim dünyasını meşgul etmiştir. Günümüzde uzmanlar, İstanbul Boğazı açılmadan önce Karadeniz’in küçük bir tatlı su gölü olduğunu belirtmektedirler. Ama İstanbul Boğazı’nın insan gücüyle mi yoksa kendiliğinden mi oluştuğu sorusuna henüz bir cevap verilememiştir. İnsan gücüyle açılan Süveyş Kanalı ve Panama Kanalı, uzun mesafeleri kısaltmıştır; ancak İstanbul ve Cebelitarık boğazının açılması daha eski çağlarda olduğundan bunlar hakkında arkeolojik çalışmalar yapılmaktadır.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde, İstanbul Boğazı’nı ve Cebelitarık Boğazı’nı İskender-i Zülkarneyn ve onun ordusunda bulunan Hızır Aleyhisselam’ın açtırdıkları anlatılmaktadır. Ayrıca, Üsküdar ile Sarayburnu arasında çok mamur bir şehrin olduğu ve bu şehrin İstanbul Boğazı’nın patlamasıyla sular altında kaldığı da aktarılır. Evliya Çelebi, İstanbul ve Cebelitarık boğazlarının açılışını şu şekilde anlatmaktadır:

“Allahü Teâlâ, yeryüzünü bu­günkü şekline koymak için İskender-i Zülkarneyn'i yarattı. Zira “Cenâb-ı Al­lah bir şey murad ederse, sebebini hazır eder.” âyeti üzere, Âdem (a.s.)'ın dünyaya gelişinden 5079 yıl sonra yeryüzünde İskender-i Kübra pa­dişah oldu. Bütün hükümdarlar ona itaat ettiler. Fakat Yunanlı­ların Makedonya ve İzmirne sahibi Kaydâfe, İskender'e itaat etmeyip, kuvvetli bir hasım oldu. İskender, Kaydâfe'ye bir türlü galip gelemiyordu. Sonunda İskender, seyahat maksadıyla gizlice Kaydâfe'nin ülkesine ayakbastı. Kaydâfe’nin divanına girdi. Onun hal ve hareketini araştırırken, Allah'ın hikme­ti, Kaydâfe’nin askerleri İskender'i tanıdılar. Onu yakalayıp Kaydâfe’nin huzuruna getirdiler. Kaydâfe, daha önce İskender'in res­mini yaptırmış olduğundan, onu hemen tanıdı ve hapse attırdı. İs­kender, uzun zaman hapiste kaldı. Sonra Kaydâfe, İskender’i ha­pisten çıkarttı. Kendisi ile savaş etmeyeceğine ve kılıç çekmeyece­ğine dair İskender’e yemin ettirip onu serbest bıraktı.

“İskender, oradan Elburz Dağı eteğinde hükümet merkezi olan Irak Daviyân'a geldi. Bütün bilginleri toplayıp bir görüşme yaptı. Vezirleri: ‘Pâdişâhım, Kaydâfe denilen o kadının ne haysiyeti ola! Denizler gibi asker ile üzerine gidip vilâyetini harab edip, halkını kılıçtan geçirip, ciğerlerini kebap edelim’ dediler. İskender onlara: ‘Kerim olan verdiği sözünde durur. Kaydâfe beni hapisten çıkar­dığında, üzerine asker göndermemeye ve kılıç çekmemeye söz verip yemin ettim. Buna bir çare verin ki, Kaydâfe’den intikam alalım.’ diye cevap verdi. O anda hemen Hızır (a.s.): ‘Ey İsken­der! Eğer Kaydâfe’den intikam alalım dersen, savaş yapmaya bile lüzum yok. Hemen Karadeniz'i Makedonya yakınından kesip, Akdeniz'e akıtalım. Kaydâfe’nin bütün ülkesini suya boğar ve intika­mını alırsın. Böylece ettiğin yemin ve verdiğin sözünde de durmuş olursun.’ dedi. İskender'in bütün bilginleri: ‘Allah mübarek eyleye, Allah'ın ilhamı ile en güzel çare bu ola.’ diyerek karar verdi­ler. Derhal bilginler, hocalar ve mühendisler Karadeniz ile Akde­niz'in yüksekliğini ölçtüler. Karadeniz daha yüksek idi. Yedi yüz bin, dağ deviren işçi toplandı. Karadeniz'in suyunun kesilmesine baş­landı. Bütün bu işlere Hazret-i Hızır bakıyordu. Zira Hazret-i Hızır, İskender-i Zülkarneyn’in ordusu­nda asker idi.

“İskender ile karanlıklara varıp, âb-ı hayatı (Hayat suyu = ölümsüzlük) içmek Hızır'a nasib oldu. Hâlâ zinde durumdadır. Hazret-i Musa ile arkadaş olduğuna dair Kur'an-ı Kerim'de âyet var­dır. Hâlâ deniz işlerinde memurdur. Karadeniz'in Akdeniz'e karıştırılmasına sebep, Hızır Ne­bî olmuştur. Bu çalışma, üç sene sürdü. Neticede boğaz açıldı ve Kaydâfe'nin şehirlerinden Makedonya'yı, Es­ki İstanbul'u, Yoruz Kalesi’ni ve yedi yüz kadar şehri su basıp askerinden bir kişi bile kurtulamadı. Bu meşhur kıssa daha sonraları bir beyitte şöyle yer almış: Fırsatında düşmana veren amân / Kaydâfe gibi olıser bî-güman

“O asırda Karadeniz ile Akdeniz arasında binlerce köy ve kasaba ve büyük şehirler vardı. İstanbul'un Sarayburnu ile Üs­küdar arasında Makedonya şehri vardı. Yedi yüz ılıcalı büyük bir şehir idi. Suda kaybolmuş, İskender-i Kübra da böylece Kaydâfe’den intikam almıştı. Sarayburnu'nda Makedonya şehrini hemen onarmaya başladı. O zamandan beri Macar ülkeleri Sirem ve Semendire sahraları, Leh, Çeh, Kırım, Kamer el-Kam, Kıpçak ve Heyhat vadileri denizden uzaklaştı. Hepsi İrem bahçeleri gibi gönül açıcı yerler oldu. İnsanoğlu ve hayvanlar için otluk ve ekilir yerler oldu.

Büyük İskender, Makedonya'yı hükümet merkezi yaptı. Sonra yine Allah'ın emri ile Akdeniz'in Septe Boğazı (Cebelitarık) olan yeri de açıp, Akdeniz'i okyanusa akıttı. Yunanca'da Okyanus Denizi derler. Arap dilinde Muhit Denizi (Bahr-i Muhit) denir.”

Yedikıta Dergisi
(9.sayı, Mayıs 2009)