Cumhurbaşkanı Atatürk ile Başbakan İnönü’nün yolları 1937 yılının
sonbaharında dramatik bir şekilde ayrıldı. Peki yolları neden ve nasıl
ayrıldı?
Cumhurbaşkanı Atatürk ile Başbakan İnönü’nün
yolları 1937 yılının sonbaharında dramatik bir şekilde ayrıldı. Bu kopuş
yıllar sonra farklı siyasî polemiklere yol açtı.
Güncel
politika, tarihsel geçmişi kendi uygun gördüğü şekilde yeniden kurar ve
geçmişle günümüzü kendince tutarlı bir şekilde bağlamaya çalışır. Bunu
yapabilmesi geçmişin ancak kendisi açısından uygun gördüğü kısmını ve
geçmişi ancak uygun gördüğü oranda yansıtmasına bağlıdır. Sözünü ettiğim
kopuş bunun somut örneğidir.
Atatürk ile İnönü’nün ilişkilerini
sorunsuz ve benzersiz gibi göstermeye çalışanlar açısından ayrılığın
nedenini açıklamak çok güçtür. Genellikle geçiştirilmek istenir. Buna
karşılık ileride İnönü’nün siyasî hasmı olacaklar için söylentiye açık
hayli bereketli bir konudur. Şimdi ayrılık nedenlerine gelelim.
Atatürk’ün hükûmet üzerindeki müdahaleleri
Nedenlerin
ilki, Atatürk’ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla anayasal yetkisi olmamasına
rağmen İnönü hükûmeti üzerindeki müdahaleleriydi.
Başbakan, kendisine sorulmadan, danışılmadan kabinesinde yapılan
değişikliklere karşı öfkeliydi. Bir tarihte geceyarısı yapılan bir bakan
değişikliği karşısında Cumhurbaşkanına çektiği telgrafta, “geceyarısı
gaflet uykusundan uyandırılarak kabinesinde değişiklik yapılmak
istendiği haberini alan bir başvekilin bu hususta ileri süreceği
mütalaadan nasıl bir fikir selâmeti beklenebilir?” diye sorma gereğini
hissetmişti!
Başbakan olarak sorguya çekilmeye, kınanmaya tahammül göstermesi isteniyor; İnönü de buna karşı sert tutum alıyordu.
Anılarında şöyle yazıyor:
“Evvelce de Atatürk ile hükûmet başkanı olarak beni müteessir eden bir
olay cereyan etmişti. Atatürk, vekillere sert muamele yapacak.
Atatürk’ten bilhassa rica ettiğim, vekillerden hangisini istemiyorsa,
itimadı yoksa söylesin. Vekile söyleriz. Hiç kimse kendi itimadına
mazhar olmadığı halde vekâlette kalmak arzusunda değildir. Emin olsun
bundan. Bunu değiştirmek mümkündür. Yapmasın bunu. Bunu rica ettim
kendisinden. Bu nokta üzerinde son derece kırılıyorum. Toplanıyoruz.
Herhangi bir vekili istifaya mecbur etmek için sert muamele yapmak, onun
için çok ağır bir muamele oluyor. Hükûmet olarak, başvekil olarak,
benim için de çok üzüntü verici bir hadise oluyor.”
Unutulmasın
ki, Celâl Bayar’ın ekonomi bakanı olarak kabineye girişi, yine
Atatürk’ün ısrarı üzerine ve İnönü’nün de pek de hevesle karşılamadığı
bir başka örnek olarak bilinmektedir.
Dış politikadaki görüş ayrılıkları
İkinci neden, dış politika konularındaki görüş farkıydı.
Tam bu sırada imzalanan Nyon anlaşması, Türkiye’nin Akdeniz’de
İngiltere ve Fransa ile yakınlaşması anlamına geliyordu. İtalya’ya karşı
da sert bir yanıttı. Atatürk, kısaca ülkesinin yeniden İngiltere ile
yakınlaşmasından yanaydı. Bu askerî birliktelik İtalya’ya karşıydı; buna
karşılık başbakan Sovyetler Birliği ile ilişkileri dengelemenin daha
tedbirli bir politika olacağını düşünüyor ve ülkesinin bu hızlı rota
değişiminden tedirgin oluyordu. Hele dış politikayı kendisi bir yana
bırakılarak Atatürk’ün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile doğrudan
saptamasına da mesafeli yaklaşıyordu. Hele bir de Hatay sorunu vardı ki,
Atatürk’ün bütün ısrarlarına ve eleştirilerine rağmen, İnönü
Fransızlarla görüşmelerin sonucunun beklenmesinden yanaydı. Hatay, o
kadar da mühim bir mesele sayılamazdı; görüşmelerden olumlu bir sonucun
alınması sabırla beklenmeliydi. Bu tutum Atatürk’ün düşündüğü şekilde
zaman kaybı olarak görülmemeliydi; oysa Atatürk sabırsızdı; açıkça
hükûmeti eleştiriyor, hatta askerî bir harekâtı dahi masanın üzerinde
güçlü bir ihtimal olarak tutuyordu ki, İnönü anılarında buna kesinlikle
kaşı çıktığını anlatmaktadır.
Devletçilik tartışmaları
Nihayet bir üçüncü ve çok temel bir anlaşmazlık konusu daha vardı ki, bu da devletçilikti.
1929 dünya ekonomik bunalımı Türkiye’de de benzer pek çok örnek gibi
devletçilik dönemini başlatmıştı. Diğer yandan, devletçiliğin niteliği
ve tanımı, ne olduğu, bundan ne anlaşıldığı ya da anlaşılmak gerektiği,
hiçbir zaman somut ve açık olarak tartışılmamıştı; uygulamada dönemden
döneme, hatta bakandan bakana değişen farklılıklar dikkat çekici olmakla
birlikte, görmezden geliniyordu.
İnönü’nün Recep Peker’le
birlikte devletçiliği temel bir iktisat politikası olarak kabullenme
eğilimi açıkça görülürken; Atatürk, hantal bir bürokrasi çarkına dayanan
ve verimlilikten çok uzak faaliyet gösteren bu eğilimi dizginlemeye
çalışıyordu. Celâl Bayar’ın ekonomi bakanı olması aslında özel
teşebbüs-devletçilik tartışmalarının göbeğinde Atatürk’ün Bayar’ı tercih
ettiğini açıkça göstermişti. 1932 yılındaki bu atamadan sonra
devletçilik uygulaması hep dalgalı bir seyir izledi. Bir yanda Celâl
Bayar ve ekibinin kurduğu İş Bankası grubu, diğer yanda özel teşebbüsün
her teşebbüsünü kuşkuyla izleyen İnönü’nün kadrosu hep çatıştılar. Celâl
Bayar, bütün bu çatışmaların Atatürk’ün hakemliğinde çözüldüğünü ve
onun hep kendisine destek olduğunu anılarında özenle belirtir. Bayar’ın
devletçilik anlayışı Atatürk tarafından da paylaşılıyordu. Devletçilik,
ekonomik ve siyasal bir konjonktürün zorunlu ve kaçınılmaz bir sonucu
olarak ortaya çıkmıştı, onlara göre; ülkenin hızlı sanayileşmesinde
manivela işlevi görecek, fakat daha sonra özel sektörün gelişmesi ve
özellikle de özel sermaye birikiminin gerçekleşmesiyle birlikte tarihsel
misyonunu tamamlamış olacaktı. Oysa İnönü ve ekibi, devletçiliği
yalnızca ekonomik politikada uygulanacak bir yöntem olarak görmüyordu;
aksine siyasette de devletin önde gelebilmesinin baş koşulunun ekonomide
devletin hâkim olmasından kaynaklandığını anlamış gibiydiler. Hatta
sonraları solcu olarak tanınacak Kadro dergisi de, büyük ölçüde
İnönü’nün devletçilik anlayışını destekler gibiydi. Nitekim bizzat
Başbakan “biz iktisadiyatta hakikaten mutedil devletçiyiz” demişti.
İnönü şunu soruyordu: “devletçilikten büsbütün vazgeçip her nimeti
sermayedarların faaliyetlerinden beklemeye sevk etmek, bu memleketin
anlayacağı bir şey midir?”
Kadro dergisinde yazdığı yazıda ise,
İnönü, “iktisatta devletçilik siyaseti bana her şeyden evvel bir müdafaa
vasıtası olarak kendi lüzumunu gösterdi.” “İktisatta devletçiliği biz
inkişaf yolu takip edebilmek için bir müdafaa vasıtası ve bu sebeple bir
azimet noktası, bir temel addetmeye mecbur bulunuyorduk.” “Memleketin
muhtaç olduğu sanayi, teşkilâtı, vesaiti, devletin yardımcı nezareti ve
hatta doğrudan doğruya teşebbüsü olmaksızın kurabilmeyi safdil olanlar
düşünebilir.” “Benim kanaatimce bir işin efrada veya devlete ait olması o
işin talep ettiği vesaitle ölçülmez. Meselenin bütün memlekete alâkası
veya hususî menfaatlere terk edilebilmesi ihtimalidir ki, bu hususta
karar vermeye esas olacaktır.” diyordu. Oysa Atatürk için devletçilik en
kısa zamanda sona erdirilmesi gereken bir süreçti; bu sürecin sonunda
devletin elinde toplanmış olan bütün üretim araçları yeniden özel
girişime devredilecek, yani ülkemizde son yıllardaki adıyla
özelleştirilecekti.
İnönü Atatürk için ne diyor?
Eğer bu değerlendirmemin yeterince ikna edici olmadığını
düşünüyorsanız; aradan uzun yıllar geçtikten sonra İnönü’nün bu konudaki
görüşünü aktarmakla yetineyim: Atatürk “başından itibaren özel
teşebbüsü esas tutmuş ve ölünceye kadar bu prensibi tatbik etmiştir.”
“Atatürk devletçi değildi; liberal ekonomiden yanaydı.” Bayar da
herhalde nadir olarak İnönü’yü onaylıyor: “Atatürk tedricen dar
devletçilikten beriye doğru geldi; İsmet Paşa olduğu yerde kaldı. Mesele
budur.” Sonra daha açık bir şekilde “esasta” İnönü ile anlaşmazlık
konusunu dile getirmektedir: “Bilhassa ekonomik hayatta devlet-fert
münasebetleri, devletin rehberlik hududu, hür teşebbüsün hak garantisi,
vatandaşın refah sınırının meşru emeğinin ulaşabileceği kadar genişliği,
sosyal hakların sadece resmi hizmetlere münhasır kalmama görüşü,
yaratıcı gücün devlet adalet ve şefkatine mazhariyeti bahisleri…”
Kavgaya doğru
Atatürk’e ait Atatürk Orman Çiftliği’nin hazineye bağışlanması talep ve
önerisinin İnönü’den gelmesine karşılık Atatürk’ün isteksiz davranması;
çiftlikte bulunan bira fabrikasının genişletilmesini istemesine
karşılık İnönü’nün bu öneriyi reddetmesi; Atatürk’ün İnönü’nün
gerekçelerini yakınlarına soruşturması ve bunun gibi günlük pek çok
ayrıntı sayılabilecek gelişmelerin yarattığı tartışmalar, çekişmeler,
çatışmalar nihayet Eylül 1937 kavgasıyla sonuçlanacaktır.
İnönü
şöyle anlatıyor: “Bu kavgada haksızlık esasında Atatürk’ündü. Tatbikatta
idaresizlik ve haksızlık ikimiz arasında bana düştü. Haksızlık ona
aitti. Şunun için: Aramızda geçen bir devlet işini, ‘sonra görüşürüz’
dedikten sonra, akşam masada halletmek, yani gündüzden tasarladığı
mülâhazaları ve sebepleri imposition şeklinde karar alarak tebliğ etmek
ve bu vesile ile sevmediği birkaç vekili tahkir etmek istedi. Evvelâ
sakin idim. Sükûnet ile geçiştirmek istedim. Halindeki tecavüz manasının
arttığını görünce, sabrım tükendi. Sonra şiddetle mukabele ettim.
Mukabelemin şiddeti onu sükûnete getirdi. Tasmim ettiği hâdiselerde
haklı olmak için sebep toplamak kararına derhal başladı. Sükûnet...
Tariz... Hafif tahrik... Sonra Hatay ve Nyon meselelerini de söyledi.”
Ayrılığa götüren son kavga
İnönü ayrılık sahnesini de şöyle naklediyor: “Bir akşamüzeri sofrada
kavga eder gibi bir münakaşa geçti. Ertesi gün Atatürk ile görüştük.
Kendisinin bana söylediği şuydu: ‘Şimdiye kadar bin meselede bin defa
kavga ettik. Akşam pek aleni oldu. Bir müddet çekilmen, istirahat etmen
lâzım.’ ‘Minnettar olurum sana’ dedim. ‘Çok teşekkür ederim’ dedim.
Hakikaten kendime hâkim olamayacak bir vaziyet idi. Olabilir. Oluyor.
Hepimizin hergün yanımızda bulunanlarla birlikte çalıştıklarımızla
başına gelen bir mesele.” “Bin defa kavga ettik, ama hepsinde ikimiz baş
başa idik. Yalnız bu sonuncusu vekiller heyeti önünde olmuştur.
”Neticede 20 Eylül’de İnönü’nün sağlık nedenleriyle izinli olarak
başbakanlıktan geçici olarak ayrıldığı açıklandı. Bayar vekaleten
başbakan olmuştu. Bir hafta sonra ise söylentilerin ayyuka çıkması
üzerine bu ayrılığın kalıcı olduğu resmen doğrulanacaktır. Cumhuriyet
döneminin âdeta değişmez başbakanı sıfatını kazanan İsmet İnönü, bizzat
Atatürk tarafından görevinden uzaklaştırılmıştı. Siyasete yeniden
dönecektir; ama Cumhurbaşkanı olarak ve aradan bir yıldan uzun bir zaman
geçtikten sonra.
Ayrılığın basındaki resmi yorumu
“Başvekil Malatya mebusu İsmet İnönü’ye talep ve ricası üzerine
Reisicumhur Atatürk tarafından bir buçuk ay mezuniyet verilmiş ve
Başvekâlet vekâletine İktisat Vekili vekâleten Bayar tayin edilmiştir.”
(Anadolu Ajansı: 21 Eylül 1937)
“Başvekilimiz bir buçuk ay mezun.
Tahkikatımıza nazaran Başbakanın Reisicumhur nezdindeki bu istirhamına
doktorların bu kadarlık bir istirahat fasılası için gösterdikleri lüzum
âmil olmuştur. Başbakanın sıhhî vaziyetinde endişe olunacak hiçbir cihet
yoktur. Mesele yeni ve mühim işlerin başlangıcı olan meclis içtima
iptidalarına kadar Başbakanın istirahat eylemesinden ibaretir.”
(Cumhuriyet: 21 Eylül 1937) “Muzır elemanların aleyhimize yapabilmeleri
muhtemel spekülasyonlara meydan vermemek için son vaziyetin izahında
matbuat teenni ile hareketi bir vazife bilmiş, hatta İstanbul
vilayetinin bir tebliğile Başvekâletteki tebeddüle dair birden bire
curcuna şeklini alıveren neşriyata devamın caiz olmadığı bildirilmişti.”
(Cumhuriyet: 28 Eylül 1937)
İnönü’nün günlüğünden ayrılık nedeni
İnönü, başbakanlıktan ayrıldıktan sonra günlüğüne şunları yazacaktır:
“Son seneleri Atatürk’ün çok zor olmuştu. Gece alkol tesiriyle alınan
teşebbüsleri ertesi gün iptal etmek bir eski âdetimizdi. Son seneler[de]
bu âdet kalkmaya başladı. Hele nihayete doğru, (1936-37 vuzuh ile
hatırladığım seneler) gece arzu veya teşebbüs ettiği bir işi ertesi gün
tamamen sakin ve tamam iken de iltizam ve takip etmeye başladı.
Sıhhatinde ve alkolün tesiratında bu tebeddülü fark ettiğim andan
itibaren korkum çok arttı.” Bayar ise bu değerlendirmeye hiçbir zaman
katılmadığını açıklayacaktır.
İnönü Atatürk’le konuşmasını anlatıyor
İnönü, Atatürk ile trende geçen konuşmalarını günlüğüne şöyle not
etmiş: “Ayrılmak kararı kısa oldu. Dil kongresi [tarih kongresi] için
İstanbul'a giderken trende beraber bir kahve içtik. ‘Ne olacak?’ dedi.
Ben evvelâ çok müteessirdim. Ağlayacak vaziyette idim. Gönlünü almayı
istiyordum. ‘Çok muzdaribim’ dedim. ‘Bilmiyorum nasıl oldu?' ‘Âlem
önünde olmasaydı’ dedi. ‘Ne düşünürsün?’ dedi. Birden uyandım. Her
zamanki gibi geçmiş veya geçecek hâdise addediyordum. Bu sual üzerine
ayıldım. Teessürümü yendim. ‘Bir şey düşünmedim. Ne emrederseniz öyle
yaparız.’ dedim.
O: ‘Bir fasıla verelim’
Ben: ‘Hay hay... Size müteşekkir olurum.’
O: ‘Şekli’
Ben: ‘Hastalık’
O: ‘Evvelâ izinle yapalım’
Ben: ‘Çok iyi... Kongreden evvel mi, sonra mı?’
O: ‘Nasıl istersen... Sofraya gidelim.’
Ben: ‘Çok yorgunum. Gidip yatayım.’
O: ‘Gizli tutalım. Kimi düşünürsün?’
Ben: ‘Mazur gör... Kimseyi söyleyemem.’
O: ‘Celâl Bayar!’
Ben: ‘Hakikaten bana iyi tesir etti’ (İnönü’nün Hatıra Defteri’nden Sayfalar)
Atatürk Bayar’ı övüyor
Yakup Kadri Karaosmanoğlu anılarında şöyle yazıyor: Atatürk “ne vakit
İş Bankası’ndan söz açtı ise, o bankanın bütün başarılarını Celâl Bey’in
dirayetli sevk ve idaresine atfedici beyanlarda bulunmuştur. Hatta bir
gün gelmiş, İş Bankası’nın kuruluşunun onuncu yılı münasebetiyle
İstanbul’da Ertuğrul yatında yapılan bir törende, bize Celâl Bayar’ı
göstererek, ‘Bilesiniz ki, Mahmut Celâl Beyefendi Türkiye’nin en büyük
iktisatçısıdır’ demiş ve her birimizin kalkıp onu ayrı ayrı tebrik
etmemizi istemişti.”
Atatürk Bayar’a yol gösteriyor
Bayar’ın ekonomi bakanlığına atanmasından hemen sonra Atatürk şöyle
demişti: “Millî iktisat yolunda emin olarak ve emniyet vererek kat’i ve
radikal adımlar atarken, esas programımızın ilham ettiği ameli
tedbirleri tercih etmek en doğru yoldur.” “Muvaffakiyetiniz için benimle
beraber bütün arkadaşlarımızın ve yurttaşlarımın maddî ve manevî her
türlü vasıtalarla yardımcınız olduğunu düşünerek müsterihane ve
muvaffakiyetten emin olarak radikal surette çalışınız efendim.”
KAynak : Aktifhaber
24 Eylül 2011 Cumartesi
23 Eylül 2011 Cuma
Genelkurmay Başkanlığı'nın arşivine göre Kubilay'ın katilleri esrarkeş
'İrticaî kalkışma' şeklinde sunulan Menemen Olayı ile ilgili önemli belgelere ulaşıldı. Genelkurmay ve Emniyet arşivi, Kubilay'ı katledenlerin esrarkeş olduğunu ortaya koyuyor.
Genelkurmay, ayrıca dönemin yerel idarecilerini, haberdar olmasına rağ-men olaylara seyirci kalmakla suçluyor.
Tarihe 'Menemen Olayı' olarak geçen Asteğmen Kubilay'ın katledilmesinin üzerinden 76 yıl geçti. Ancak 'irticaî kalkışma' olarak sunulan hadiseyle ilgili şüpheler zihinlerden hiç çıkmadı. Gerek Mehdiliğini ilan edip topladığı bir avuç müridini esrar içirerek kendisine bağlayan Derviş Mehmet'in kimliği, gerekse resmî makamların olay sırasındaki ihmalleri, resmî teze karşı çıkan araştırmacıların "komplo" iddiasına yol açtı. Bu tartışma her 23 Aralık'ta yeniden gündeme gelirken, Zaman olayın perde arkasıyla ilgili önemli bir belgeye ulaştı.
Genelkurmay, ayrıca dönemin yerel idarecilerini, haberdar olmasına rağ-men olaylara seyirci kalmakla suçluyor.
Tarihe 'Menemen Olayı' olarak geçen Asteğmen Kubilay'ın katledilmesinin üzerinden 76 yıl geçti. Ancak 'irticaî kalkışma' olarak sunulan hadiseyle ilgili şüpheler zihinlerden hiç çıkmadı. Gerek Mehdiliğini ilan edip topladığı bir avuç müridini esrar içirerek kendisine bağlayan Derviş Mehmet'in kimliği, gerekse resmî makamların olay sırasındaki ihmalleri, resmî teze karşı çıkan araştırmacıların "komplo" iddiasına yol açtı. Bu tartışma her 23 Aralık'ta yeniden gündeme gelirken, Zaman olayın perde arkasıyla ilgili önemli bir belgeye ulaştı.
O dönemde Büyük Erkan-ı Harbiye Riyaseti olarak adlandırılan Genelkurmay Başkanlığı'na ait 26 Aralık 1930 tarihli bir belge, hükümet yetkililerinin ihmallerine dikkat çekiyor. Genelkurmay tarafından Menemen'e gönderilen 1. Kolordu Komutanı Vekili Muğlalı Mustafa Paşa (Mustafa Muğlalı) hadiseden üç gün sonra Ankara'ya ilettiği raporda Derviş Mehmet'in şüpheli hareketlerinin yetkili mercilerce bilindiğine işaret ediyor. Buna rağmen gerekli takibatın yapılmadığı; uzaktan seyirci kalınarak adeta "olay çıkmasına göz yumulduğu" ima ediliyor. Emniyet arşivlerindeki bir belgede ise Derviş Mehmet'in etrafındaki insanları esrara alıştırıp, istediğini yaptırdığı belirtiliyor. Dokuz maddeden oluşan dört sayfalık Genelkurmay raporunda da kendisini 'Mehdi' ilan eden Derviş Mehmet'in Manisa'da bir esrarkeş kahvesini mekan edindiği ve çevresindeki insanlarla uzun süre şüphe uyandıracak fiiller içinde bulunduğu kaydediliyor. Derviş Mehmet'in bu şüpheli halinin bilinmesine rağmen ortadan kaybolduğuna dikkat çekilen raporda, "Kayboluşları Manisa hükümetine bildirilmesine rağmen, Menemen'e gelene kadar 15 gün boyunca gezdikleri civar köylerde ahaliye telkinatta bulunmalarına rağmen bundan haberdar olunmaması ve hükümet konağı önüne gelene kadar Menemen hükümetinin bundan hiçbir suretle malumat almaması" eleştiriliyor.
Genelkurmay raporunda Menemen kaymakamı ve ilçe jandarma komutanı hakkında da ağır suçlamalar var. Kaymakamın hükümet konağına çok sonradan geldiği ve olan bitene uzaktan seyirci kaldığı kaydedilirken, jandarma kumandanı için, "Hükümet konağı içerisine dört neferiyle birlikte girerek kadın gibi saklandı." ifadeleri kullanılıyor.
"Büyük Erkan-ı Harbiye Riyaseti'nin 26/12/1930 tarihli ve 6747 No'lu tezkeresinin suretidir" üst başlığı bulunan dokuz maddelik raporun 6. maddesinden bazı satırbaşları şöyle: "Şu mes'elede çok şayan-ı dikkat ve mühim gördüğüm noktalar Manisa'da ilk önayak olarak ortaya atılan bu şerirlerin Manisa'da iken bir esrarkeş kahvesinde daimi surette içtima ederek orasını tekke haline getirdikleri ve son zamanlarda hepsinin sakal bırakmak suretiyle bütün bütün calib-i şüphe vaziyet aldıkları ve bu hal Manisa zabıtasınca da malum olduğu halde Manisa'dan birdenbire gaybiyetleri ve hatta bu gaybiyetlerin aileleri tarafından hükümete malumat verilmesi üzerine Manisa hükümetinin bunlar için hiçbir teşebbüste bulunmaması ve civar kazaların nazar-ı dikkatleri celbedilmemesi gerek Manisa'da gerekse haricinde teşkilatların olup olmadığı hakkında tahkikat ve tetkikat yapılmayarak işin tesadüfe bırakılması Manisa'dan ayrıldıktan sonra Paşaköy, Yağcılar, Bozalan, Çukurköy ve civarlarında on beş gün dolaşarak ahaliye birtakım telkinatta bulunmalarından hiç kimsenin haberdar olmaması 23/12/1930 günü sabah namazına doğru musellahan ve birlikte sabah namazını kılarak ve camiden ellerine bir de bayrak alarak yine ahali ile camiden çıkışlarından ve sabahleyin hükümet konağı önüne kadar gelişlerinden Menemen hükümetinin hiçbir suretle malumat almaması..." Aynı maddenin sonunda kaymakamlık ve jandarma komutanının tavrı da şu sözlerle eleştiriliyor: "Menemen kaymakamı beyin, hükümet konağı cihet-i askeriye tarafından işgal edildikten sonra ancak hükümete gelmesi ve bu zamana kadar adeta seyirci vaziyetinde kalması ve bir silah arkadaşı koyun gibi karşısında boğazlanırken Menemen jandarma kumandanının dört neferi ile hükümet konağı içerisine girerek kadın gibi saklanması..."
Raporun 7. maddesinde ise Kubilay'ın askerlerinin neden cephanesiz olduğu sorgulanıyor: "Sevk u idare hatalarına alaydan telefonla kuvvet talep eden jandarma kumandanı şu kuvvetin ne için ne maksatla ve ne gibi bir vaziyet karşısında talep edildiği hakkında alayı tenvir etmemiştir. Jandarma kumandanının noksan olarak verdiği bu malumat alayca gönderilen ilk bölüğün cephanesiz olarak yola çıkarılması kuvvetlerin vaziyeti hakim olmasına sebep olmuştur."
Emniyet raporu: Esrarlı sigarayla tasarrufunu artırıyormuş
Kubilay'ı öldüren Derviş Mehmet'in çevresindeki insanları esrarla etki altına aldığına ilişkin bir başka resmî bilgi de Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarında yer alıyor. Dönemin İçişleri Bakanlığı'na 25 Aralık 1930'da "Vali Kazım" imzasıyla gönderilen 7 maddelik raporun 4. maddesinde şunlar yazılı: "Bunların hepsinde esrar ve esrarlı sigara olup, Derviş Mehmet bunları Manisa'da alıştırmış ve bununla da tasarrufunu artırıyormuş."
23 Aralık 1930'da Menemen'de neler yaşandı?
Mustafa Fehmi Kubilay, Giritli Hüseyin ve Zeynep çiftinin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1906 doğumlu Kubilay'ın asıl mesleği öğretmenlikti. 23 Aralık 1930'da İzmir'in Menemen ilçesinde meydana gelen olay sırasında askerlik görevini yapıyordu. 'Mehdi" olduğunu iddia eden Giritli Mehmet (Derviş Mehmet) 7 Aralık'ta, 6 müridiyle Manisa'dan yola çıkarak, civardaki Paşa köyünde yaptıkları hazırlık ve propagandalardan sonra 23 Aralık sabahı, gün doğarken tekbirlerle Menemen'e girdi. Belediye meydanında çevresine topladığı yaklaşık yüz kişiyle hükümet karşıtı sloganlar atmaya başladı. Silahlı olan asiler bir müfrezenin başında olaya müdahale eden Asteğmen Kubilay'ı, hemen ardından da Hasan ve Şevki adındaki iki mahalle bekçisini öldürdü. Olay, arkadan yetişen askerî birlikler tarafından şiddetle bastırılırken, Derviş Mehmet ve iki müridi öldürüldü. 31 Aralık 1930'da toplanan bakanlar kurulu, Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir merkez ilçelerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilan edilmesine karar verdi. Sıkıyönetim komutanlığına 2. Ordu Kumandanı Fahrettin Paşa (Altay), Divan-ı Harp Reisliği'ne 1. Kolordu Komutan Vekili Muğlalı Mustafa Paşa atandı. Olay 1 Ocak 1931'de Denizli Milletvekili Mazhar Müfit (Kansu) ve arkadaşlarınca verilen soru önergesiyle TBMM gündemine getirildi. Soru önergesini Başbakan İsmet Paşa (İnönü) cevaplandırdı. Daha sonra sıkıyönetim ilanına ilişkin önerge tartışıldı ve oybirliğiyle kabul edildi.
Emniyet raporu: Esrarlı sigarayla tasarrufunu artırıyormuşKubilay'ı öldüren Derviş Mehmet'in çevresindeki insanları esrarla etki altına aldığına ilişkin bir başka resmî bilgi de Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarında yer alıyor. Dönemin İçişleri Bakanlığı'na 25 Aralık 1930'da "Vali Kazım" imzasıyla gönderilen 7 maddelik raporun 4. maddesinde şunlar yazılı: "Bunların hepsinde esrar ve esrarlı sigara olup, Derviş Mehmet bunları Manisa'da alıştırmış ve bununla da tasarrufunu artırıyormuş."
6 Eylül 2011 Salı
Ağustos ayı ve II. Dünya Savaşı
Türklerin savaşları için çok önemli olan ağustos, II. Dünya Savaşı için de kritik bir aydır.
İlginçtir ama tesadüf olmamalı; ağustos, tarihi yönlendiren savaşların ayıdır. 26 Ağustos 1071 Küçük Asya’yı Türklere vatan olarak yazan bir başlangıçtı. 1526’nın 26 Ağustos’unda ise Türkler kudretli Macaristan krallığını Mohaç’ta ortadan kaldırdılar. Tarih umulmadık mecralara doğru gelişir; ondan beş sene evvel 1521’de aynı günlerde Macarların elinden Belgrad kalesi alınmıştı. Kim derdi ki 400 sene sonra 1921’in 23 Ağustos’unda Türkler Sakarya kıyısında vatanın son kalesini savunarak Küçük Asya’daki hayatlarını, talih ve tarihlerini hazırlasınlar. Bir yıl sonra 26 Ağustos’ta ise işgal edilen vatanın kurtuluşu için nihai zafer süreci başlamıştı.
Türklerin tarihi için çok önemli olan ağustos zaferleri M.Ö. 55 yılında Avrupa medeniyet tarihi için çok önemli bir başka zafere daha şahit oldu. İ.Ö. 26 Ağustos 55’te büyük Romalı komutan Julius Caesar Britanya adasına ayak bastı. Bu zaferle Britanya’nın tarihi varlığı insanlığa takdim edilmiş demektir ve Julius Caesar nasıl “Galya Savaşı” adlı eseriyle Galyalıların ülkesinin mevcudiyetini ve tarihini insanlığa tanıtmışsa İngiltere için de bu süreç başladı ve Britanya bilse de bilmese de, istese de istemese de ebedi hayatına Latin kültürü ile devam edecekti.
Yüzyılımızı mahveden II. Dünya Savaşı’nı herkes Eylül 1939 başında Nazi Almanyasının Danzig üzerinden Polonya’ya saldırısı ile başladığını bilir. Oysa savaşın meşum yanı, bundan bir hafta önce 23 Ağustos günü Stalin ve Hitler arasındaki saldırmazlık paktının ilan edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu pakt Sovyet dışişleri komiseri Molotov ve Nazi Almanyasının hariciye nazırı von Ribbentrop’un adıyla anılıyor. Siyasi tarihin bir müraîlik örneğidir.
Büyük sonuçlar, küçük dramlar
Evvela güya dünyayı komünizmden kurtaracak Nazilerin babası Hitler ve ilerici insanlığın en büyük öncüsü (!) denilen Stalinist Rusya, Polonya’yı paylaşarak işe giriştiler. Antlaşmanın gizli paragraflarında Baltık ülkelerinin Sovyet işgaline açılması vardı. Üç Baltık cumhuriyeti ortadan kaldırıldı. Polonya’nın elindeki Galiçya Ukraynası, Sovyet Ukraynası’na bağlandı. Büyük neticelerin yanında küçük dramlar da vardır. Mesela Ukrayna Türkolojisinin büyük adamı Krimski bir müddet sonra hunharca katledildi. Polonyalılar gibi güya kurtarılan Batı Ukrayna’nın aydın ve bilginleri de ya kaçtılar ya da yok edildiler. Aslında bu muraî antlaşma savaşın başlangıcıdır ve ancak beş yıl sonra bir başka 23 Ağustos günü 1944’te Amerikalıların Fransa’yı kurtarması ve General Leclerc’in komutasındaki bir öncü kuvvetin Paris’e girmesiyle savaşın nasıl biteceği anlaşılmıştır. Bu beş yıl boyunca Avrupa ve bütün dünya ağır bedel ödedi.
Ribbentrop- Molotov Paktı’nın mürekkebi kurumadan Hitler Almanyası Barbarossa planını uygulamaya girişti. Haziran 1941’de Brest şehrinde Sovyet topraklarına saldırdı. Savaş başlamıştı ve maalesef hızla Moskova ve Leningrad varoşlarına kadar ilerleyen Alman orduları ciddi bir mukavemetle karşılaşmadıkları için bu ilerleyişin adı “yıldırım savaşı” oldu.
Komutanlar savaştan önce saf dışı
Alman ordularının hak etmedikleri yıldırım savaşını başarma nedenlerinin başında Sovyetlerin hazırlıksızlığı geliyordu. Silah ve mühimmat yoktu. Askeri teknoloji düşmanın üstünlüğüne erişememişti ama en büyük noksan komuta kademelerindeydi. 1937’den beri artan gerilim 1938’de başta Mareşal Tuhaçevski olmak üzere nitelikli Sovyet komutanların hepsinin kitle halinde suçlanması ve imhasıyla tamamlanmıştı. O kadar ki II. Cihan Harbi’nin ünlü komutanlarından Mareşal Konstantin Rokosovski bile savaş sırasında gönderildiği sürgünden alınarak orduların başına geçirilmişti; sürgündeki yerinden alınarak orduların başına geçirilmesi Kızıl Ordu için bir talihti.
Pek de yabana atılmayacak bir tez: Rusya savaşının başlama anında Hitler’in emriyle istihbarat şefi Amiral Kanaris güya Mareşal Tuhaçevski’ye Stalin’in üslubuyla kaleme alınmış bir plan sızdırmıştır. Bu, Tuhaçevski ve etrafındaki subayların imha planıdır. Bundan çok kısa bir zaman önce de Stalin’in önüne güya Tuhaçevski’nin ve arkadaşlarının darbe yazışmaları konmuştur. Bu gibi sahte evrakın Kanaris’in Alman istihbaratı mı, yoksa Yejov’un NKVDsi tarafından mı hazırlandığı elan tartışılır. Feci bir terör Rusya’nın en iyi komutanlarını adeta Alman saldırısından evvel saf dışı etti.
Uzun, ıstıraplı, milyonlarca asker ve sivilin imha edildiği Rusya savaşı mutlaka Almanya’nın bir ana unsur olarak beşer tarihindeki yerinin yıkılmasına neden oldu. Rusya daha uzun yıllar başka bir mecrada ilerleyecektir. Ama savaşın yeni bir Sovyet dünyası yarattığı da gerçektir.
Barış ve esenlik bizlerle olsun. Okuyucularımın uzun bayram tatillerini sağlıkla geçirmelerini temenni ederim.
İlber Ortaylı
(Milliyet, 28.08.2011)
İlginçtir ama tesadüf olmamalı; ağustos, tarihi yönlendiren savaşların ayıdır. 26 Ağustos 1071 Küçük Asya’yı Türklere vatan olarak yazan bir başlangıçtı. 1526’nın 26 Ağustos’unda ise Türkler kudretli Macaristan krallığını Mohaç’ta ortadan kaldırdılar. Tarih umulmadık mecralara doğru gelişir; ondan beş sene evvel 1521’de aynı günlerde Macarların elinden Belgrad kalesi alınmıştı. Kim derdi ki 400 sene sonra 1921’in 23 Ağustos’unda Türkler Sakarya kıyısında vatanın son kalesini savunarak Küçük Asya’daki hayatlarını, talih ve tarihlerini hazırlasınlar. Bir yıl sonra 26 Ağustos’ta ise işgal edilen vatanın kurtuluşu için nihai zafer süreci başlamıştı.
Türklerin tarihi için çok önemli olan ağustos zaferleri M.Ö. 55 yılında Avrupa medeniyet tarihi için çok önemli bir başka zafere daha şahit oldu. İ.Ö. 26 Ağustos 55’te büyük Romalı komutan Julius Caesar Britanya adasına ayak bastı. Bu zaferle Britanya’nın tarihi varlığı insanlığa takdim edilmiş demektir ve Julius Caesar nasıl “Galya Savaşı” adlı eseriyle Galyalıların ülkesinin mevcudiyetini ve tarihini insanlığa tanıtmışsa İngiltere için de bu süreç başladı ve Britanya bilse de bilmese de, istese de istemese de ebedi hayatına Latin kültürü ile devam edecekti.
Yüzyılımızı mahveden II. Dünya Savaşı’nı herkes Eylül 1939 başında Nazi Almanyasının Danzig üzerinden Polonya’ya saldırısı ile başladığını bilir. Oysa savaşın meşum yanı, bundan bir hafta önce 23 Ağustos günü Stalin ve Hitler arasındaki saldırmazlık paktının ilan edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu pakt Sovyet dışişleri komiseri Molotov ve Nazi Almanyasının hariciye nazırı von Ribbentrop’un adıyla anılıyor. Siyasi tarihin bir müraîlik örneğidir.
Büyük sonuçlar, küçük dramlar
Evvela güya dünyayı komünizmden kurtaracak Nazilerin babası Hitler ve ilerici insanlığın en büyük öncüsü (!) denilen Stalinist Rusya, Polonya’yı paylaşarak işe giriştiler. Antlaşmanın gizli paragraflarında Baltık ülkelerinin Sovyet işgaline açılması vardı. Üç Baltık cumhuriyeti ortadan kaldırıldı. Polonya’nın elindeki Galiçya Ukraynası, Sovyet Ukraynası’na bağlandı. Büyük neticelerin yanında küçük dramlar da vardır. Mesela Ukrayna Türkolojisinin büyük adamı Krimski bir müddet sonra hunharca katledildi. Polonyalılar gibi güya kurtarılan Batı Ukrayna’nın aydın ve bilginleri de ya kaçtılar ya da yok edildiler. Aslında bu muraî antlaşma savaşın başlangıcıdır ve ancak beş yıl sonra bir başka 23 Ağustos günü 1944’te Amerikalıların Fransa’yı kurtarması ve General Leclerc’in komutasındaki bir öncü kuvvetin Paris’e girmesiyle savaşın nasıl biteceği anlaşılmıştır. Bu beş yıl boyunca Avrupa ve bütün dünya ağır bedel ödedi.
Ribbentrop- Molotov Paktı’nın mürekkebi kurumadan Hitler Almanyası Barbarossa planını uygulamaya girişti. Haziran 1941’de Brest şehrinde Sovyet topraklarına saldırdı. Savaş başlamıştı ve maalesef hızla Moskova ve Leningrad varoşlarına kadar ilerleyen Alman orduları ciddi bir mukavemetle karşılaşmadıkları için bu ilerleyişin adı “yıldırım savaşı” oldu.
Komutanlar savaştan önce saf dışı
Alman ordularının hak etmedikleri yıldırım savaşını başarma nedenlerinin başında Sovyetlerin hazırlıksızlığı geliyordu. Silah ve mühimmat yoktu. Askeri teknoloji düşmanın üstünlüğüne erişememişti ama en büyük noksan komuta kademelerindeydi. 1937’den beri artan gerilim 1938’de başta Mareşal Tuhaçevski olmak üzere nitelikli Sovyet komutanların hepsinin kitle halinde suçlanması ve imhasıyla tamamlanmıştı. O kadar ki II. Cihan Harbi’nin ünlü komutanlarından Mareşal Konstantin Rokosovski bile savaş sırasında gönderildiği sürgünden alınarak orduların başına geçirilmişti; sürgündeki yerinden alınarak orduların başına geçirilmesi Kızıl Ordu için bir talihti.
Pek de yabana atılmayacak bir tez: Rusya savaşının başlama anında Hitler’in emriyle istihbarat şefi Amiral Kanaris güya Mareşal Tuhaçevski’ye Stalin’in üslubuyla kaleme alınmış bir plan sızdırmıştır. Bu, Tuhaçevski ve etrafındaki subayların imha planıdır. Bundan çok kısa bir zaman önce de Stalin’in önüne güya Tuhaçevski’nin ve arkadaşlarının darbe yazışmaları konmuştur. Bu gibi sahte evrakın Kanaris’in Alman istihbaratı mı, yoksa Yejov’un NKVDsi tarafından mı hazırlandığı elan tartışılır. Feci bir terör Rusya’nın en iyi komutanlarını adeta Alman saldırısından evvel saf dışı etti.
Uzun, ıstıraplı, milyonlarca asker ve sivilin imha edildiği Rusya savaşı mutlaka Almanya’nın bir ana unsur olarak beşer tarihindeki yerinin yıkılmasına neden oldu. Rusya daha uzun yıllar başka bir mecrada ilerleyecektir. Ama savaşın yeni bir Sovyet dünyası yarattığı da gerçektir.
Barış ve esenlik bizlerle olsun. Okuyucularımın uzun bayram tatillerini sağlıkla geçirmelerini temenni ederim.
İlber Ortaylı
(Milliyet, 28.08.2011)
Güya Mimar Sinan, Kanuni'nin sevgili kızı Mihrümah Sultan'a âşıkmış!
Tarih
rağbet görmeye başladı ya, ciddi veya gayri ciddi öyle çalımlar
atılıyor ki okura, insan hayret uçurumlarının birinden diğerine
yuvarlanıyor.
Bir de güya Mimar Sinan, Kanuni'nin sevgili kızı Mihrümah Sultan'a o kadar âşıkmış ki, adına inşa ettiği iki cami de Mihrümah'a duyduğu gizli aşkını ilan ediyormuş vs.
Bütün hikâye mükemmel ama bir tek kusuru var: Gerçek değil! Zira Sinan'la veya Mihrümah Sultan'la ilgili hiçbir kaynakta bu hikâyeyi doğrulayacak bir tek satıra dahi rastlanmaz. Mimarlık tarihçisi dostum Prof. Uğur Tanyeli'nin deyişiyle, bırakın gerçekliğine dair bir ipucunu, dedikodusuna dahi rastlayamazsınız.
Kaldı ki, Mihrümah Sultan'ın 17 yaşında Rüstem Paşa'ya verildiği yıl Sinan, 47 yaşında evli barklı biriydi. Üsküdar'daki ilk cami bittiği tarihte Mihrümah 25, Sinan 55; Edirnekapı'daki cami bittiği tarihte ise Mihrümah 43, Sinan 73 yaşındaydı. Üstelik Sinan, Mihrümah'ın ölümünden sonra 10 yıl daha yaşamıştır ki, hayal gücü kuvveti yazarlarımız Sinan'a "maşuk"unun anısına bir cami daha inşa ettirmeyi kurgulayabilirlerdi. Nasılsa akıllarına gelmemiş.
1) Bir padişah kızını Sinan gibi bir bürokratın bile olsa görme şansı yoktu. Harem, dizilerde gösterildiği gibi bir yol geçen hanı değildi ki, Sinan oraya girip Mihrümah'ı görebilsin! Vahdettin'in kızı Ulviye Sultan'ın İsmail Hakkı Okday'la evlendirilişini hatırlayın, son padişah zamanında bile evlenmeden bir sultanla karşılaşma imkânı bulunamıyordu. Nerede kaldı ki, Kanuni zamanında görebilsin.
2) Mihrümah Sultan'ın gerçek hayatı hastalıklarla geçmiştir.
3) Kaldı ki, Rüstem Paşa gayet kıskanç biriydi. Hanımının hastalıklarından birinde onu erkek doktora muayene ettirmemek için bin türlü yol aramış, ancak çaresiz kalınca İspanyol asıllı saray doktoruna muayene ettirmeye razı olmuştu. Doktorun bile giremediği hareme Mimar Sinan nasıl girecek de, padişahın kızını görecek, ona âşık olacaktı?
4) Sinan'ın her iki camisinde ortaya koyduğu özgün çözümlerin değerini böylesine yüzeye çekmeye kimsenin hakkı yoktur.
Sanırım daha fazla söze hacet yok: Sinan'ın Mihrümah'a âşık olduğu ve iki eserini ona olan aşkını dile getirmek üzere yaptığı yakıştırması, tarihin nasıl yağmalandığına parlak bir misal teşkil eder yalnızca ve bütün değeri de bundan ibarettir vesselam.
Mustafa Armağan
(Zaman, 04.09.2011)
Bir de güya Mimar Sinan, Kanuni'nin sevgili kızı Mihrümah Sultan'a o kadar âşıkmış ki, adına inşa ettiği iki cami de Mihrümah'a duyduğu gizli aşkını ilan ediyormuş vs.
Bütün hikâye mükemmel ama bir tek kusuru var: Gerçek değil! Zira Sinan'la veya Mihrümah Sultan'la ilgili hiçbir kaynakta bu hikâyeyi doğrulayacak bir tek satıra dahi rastlanmaz. Mimarlık tarihçisi dostum Prof. Uğur Tanyeli'nin deyişiyle, bırakın gerçekliğine dair bir ipucunu, dedikodusuna dahi rastlayamazsınız.
Kaldı ki, Mihrümah Sultan'ın 17 yaşında Rüstem Paşa'ya verildiği yıl Sinan, 47 yaşında evli barklı biriydi. Üsküdar'daki ilk cami bittiği tarihte Mihrümah 25, Sinan 55; Edirnekapı'daki cami bittiği tarihte ise Mihrümah 43, Sinan 73 yaşındaydı. Üstelik Sinan, Mihrümah'ın ölümünden sonra 10 yıl daha yaşamıştır ki, hayal gücü kuvveti yazarlarımız Sinan'a "maşuk"unun anısına bir cami daha inşa ettirmeyi kurgulayabilirlerdi. Nasılsa akıllarına gelmemiş.
1) Bir padişah kızını Sinan gibi bir bürokratın bile olsa görme şansı yoktu. Harem, dizilerde gösterildiği gibi bir yol geçen hanı değildi ki, Sinan oraya girip Mihrümah'ı görebilsin! Vahdettin'in kızı Ulviye Sultan'ın İsmail Hakkı Okday'la evlendirilişini hatırlayın, son padişah zamanında bile evlenmeden bir sultanla karşılaşma imkânı bulunamıyordu. Nerede kaldı ki, Kanuni zamanında görebilsin.
2) Mihrümah Sultan'ın gerçek hayatı hastalıklarla geçmiştir.
3) Kaldı ki, Rüstem Paşa gayet kıskanç biriydi. Hanımının hastalıklarından birinde onu erkek doktora muayene ettirmemek için bin türlü yol aramış, ancak çaresiz kalınca İspanyol asıllı saray doktoruna muayene ettirmeye razı olmuştu. Doktorun bile giremediği hareme Mimar Sinan nasıl girecek de, padişahın kızını görecek, ona âşık olacaktı?
4) Sinan'ın her iki camisinde ortaya koyduğu özgün çözümlerin değerini böylesine yüzeye çekmeye kimsenin hakkı yoktur.
Sanırım daha fazla söze hacet yok: Sinan'ın Mihrümah'a âşık olduğu ve iki eserini ona olan aşkını dile getirmek üzere yaptığı yakıştırması, tarihin nasıl yağmalandığına parlak bir misal teşkil eder yalnızca ve bütün değeri de bundan ibarettir vesselam.
Mustafa Armağan
(Zaman, 04.09.2011)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)