Sesler geliyordu uzaklardan. Ufukta başka gemilerin de olduğu fırtınalı
bir denizde, kuzeyden dönen gemicilerin sesleri... Onu doğduğu
topraklardan kopararak hiç bilmediği diyarlara götüren kalabalık bir
gemi güvefsafsdlfrtesinde, herhangi bir eski zamandan, hikâyesinin
yıllar sonra derinleşeceği asil bir geleceğe gidiyordu Rukiye...
Rukiye’nin hayatı çocuk yaşta Osmanlı haremine devşirildiği İstanbul’da
başlamış, 19. yüzyılın sonlarında Malezya Yarımadası’nın güneyindeki
Johor’da (Cohor) farklı bir geleceğe demir almıştı. Osmanlı Arşiv
kayıtlarında hakkında -henüz- herhangi bir bilgi olmasa da Malayca
kaynaklara göre 1864 yılında dünyaya gelen Rukiye Hanım, Çerkez asıllı
bir Osmanlı cariyesiydi.
Osmanlı’nın son asrında genellikle Çerkez, Gürcü ve Abaza asıllı
kızların kabul edildiği Osmanlı hareminde zekâlarıyla doğru orantılı
hassasiyetleri ve narinlikleriyle bilinen Çerkez kızlarına ayrıca önem
veriliyordu.
Ancak Çerkez kızlarının klasik Osmanlı tarihi boyunca haremde söz sahibi
olması fizikî güzelliklerinden kaynaklanmıyordu. Bunlar asıl, aileleri
tarafından geleneksel bir disiplinle yetiştirilmeleri ve sahip oldukları
ahlakî özellikler sebebiyle tercih edilmiş, Osmanlı haremine giren
birçoğu sonradan gerek Osmanlı sarayından ve gerekse farklı ülkelerden
evlilikler gerçekleştirmişti.
"İstanbul’a Gidesin Çerkez Kızı!"
Rus işgaliyle dünyanın çeşitli yerlerine dağılmalarının hemen öncesine
kadar, mevcut düzenlerini kuşaktan kuşağa aktaran Çerkezlerin Osmanlı
topraklarındaki geçmişleri çok eskilere uzanıyorsa da kalabalık gruplar
halinde Anadolu’ya yerleşmeleri 19. yüzyıl ortalarında gerçekleşmiş,
Rusya’nın sürgün ettiği çok sayıda Çerkez başta Samsun, Sinop, Ordu,
Trabzon ve Adapazarı olmak üzere çeşitli Anadolu şehirlerine yerleşmeye
başlamıştı. 1850’li yıllardan başlayarak 1880 yılına kadar geçen
yaklaşık çeyrek asır boyunca sürgün masrafları bizzat Osmanlı Devleti
tarafından karşılanan on binlerce Çerkez, Osmanlı coğrafyasındaki
çeşitli bölgelere göç etmiş durumdaydı.
Çerkez kızlarının Osmanlı sarayına alınışları 19. yüzyıldaki Çerkez
göçlerinden bağımsız olarak çok daha eskilere dayanan bir geleneğin
parçasıydı. Çerkez kızları, henüz Kafkasya’dayken dahi İstanbul ve
Osmanlı haremine dair övgü dolu hikayelerle büyüyor, çocukluklarından
başlayarak ergenliklerine kadar geçen yıllar boyunca Osmanlı haremine
girmek, katip ya da paşa, belki de sultan hanımı olmak hayaliyle
yetiştiriliyorlardı. Bu hayallerle farklı şekillerde Kafkas köle
tüccarlarına verilen, dolayısıyla köleleştirilen Çerkez kızları büyük
şehirlerdeki esir pazarlarına götürülüyordu.
Köle tacirlerine emanet edilen ya da satılan çocukların İstanbul’a
gönderilişi Osmanlı devletinden önce Bizans ve Roma dönemlerinde de
yaşanan bir vakıaydı. Ancak Osmanlı Devleti köleliği, barbarlıktan
arandırarak bir nevi modern yaşamdaki “hizmetli”nin görevlerini yerine
getiren kölelerin birer aile bireyi gibi algılandığı “insani” bir
yaklaşım geliştirmişti. Bu nedenledir ki rahat ve huzurlu bir hayatın
doğdukları ya da büyüdükleri yerde değil de bir paşa konağında -ya da
belki Osmanlı hareminde- gerçekleşeceği şeklinde bir bilinçaltıyla
yetişen Çerkez kızlarının ebeveynlerinden ayrılmaları günümüz değer
yargılarıyla bakıldığında “dramatik” gibi görünse de “İstanbul’a
gidesin, paşa hanımı olasın, bizi hatırlayıp yardım edesin!” şeklindeki
ninnilerle büyütüldükleri düşünüldüğünde nihayetinde saraylara ya da
zengin konaklara gitmeyi umdukları için muhataplarının rüyalarını
süsleyen bir hayaldi.
Rus sömürgeciliği sebebiyle topraklarından edilen birkaç neslin kırılgan
bir hayat çizgisinde yaşadığı çağlar boyunca, Çerkez kızları Osmanlı
sarayını adeta fırtınalı bir deniz yolculuğundan sonra sığınmak için
çıkılan bir liman olarak görüyorlardı. Sömürgeciliğe karşı Osmanlı
Devleti’nin kurtarıcılığı konusunda benzer bir duygu Güney Asya’da
farklı şekillerde kendini göstermiş, Rukiye Hanım’ın da gelin olarak
gideceği Malay dünyasında Osmanlı Devleti ve Türklere karşı derin bir
beklenti ortaya çıkmıştı.
Zülkarneyn’in Oğulları
Güney Asya’daki sömürge hareketleri aynı zamanda buradaki halklarla
Osmanlı Devleti arasındaki kültürel, siyasî, askerî ve ekonomik
ilişkilerin başlamasına da vesile olmuştu. Osmanlı Devleti’yle Güney
Asya ülkeleri arasındaki temaslar bölge halklarının bilinçaltına kadar
işlemiş, zamanla özellikle Malay-Endonezya edebiyatında Türklerle ilgili
efsane ve hikâyelerin anlatıldığı metinler ortaya çıkmıştı. Rumi, Türkî
ve Türkistan gibi kelimelerin sıkça tekrarlandığı klasik
Malay-Endonezya ‘hikayât’ında Malay kraliyet aileleriyle, Türkistan
hükümdarları arasında olması muhtemel bir soy ilişkisi sıkça işlenmişti.
Başlangıçta asırlar boyunca sözlü olarak nesilden nesile aktarılan bu efsaneler, çok sonraları yazılı hale getirilecekti.
Söz konusu yazılı eserlerin önde gelenlerinden biri olan Sejerah
Malayu’da (Maley Yıllıkları) anlatıldığına göre; Malaylar, aynı zamanda
büyük dünya hükümdarı olarak da kabul ettikleri İskender Zülkarneyn’in
sülalesinden geliyorlardı. Sejerah Malayu’da, kurulan Türk-Malay
münasebeti bölgedeki birçok sözlü gelenekte benzer bir üslupla
anlatılmış, iki kültür arasındaki bu münasebet Osmanlı Devleti’ne kadar
getirilmişti. Bu sebepledir ki; Rusların Kafkasya’yı, Avrupalıların
Güney Asya’yı tamamen sömürgeleştirdikleri 19. yüzyılda bile Güney
Asya’daki birçok hükümdar, özellikle de Malay sultanlıkları kendilerini
Çin ve Osmanlı hükümdarlarının küçük kardeşi olarak görüyordu.
İslamiyet’in 12. yüzyılda yayılmaya başladığı Malezya topraklarındaki
ilk bağımsız siyasî teşekkül, 15. yüzyıl başlarında Malay Sultanlığı’nın
tarih sahnesine çıkmasıyla gerçekleşecekti. Türklerin Malezya
topraklarındaki geçmişi tam da bu eşikte başlıyor, Hindistan’da hüküm
süren Müslüman Türk hanedanlıklarına mensup tüccarlar, bölgeye ilk
seyahatlerini yapıyorlardı. Tüccar Türklerin ardından Orta Asya ve
Anadolu’dan göç eden onlarcası daha Malay adalarında silah imalatından,
topçuluk eğitimine varıncaya kadar askerliğin birçok alanında hizmet
verdiler. 16. yüzyıla gelindiğinde Hint Okyanusu’nda önemli bir deniz
gücü olarak ortaya çıkan Portekiz saldırılarına karşı, dönemin en güçlü
Müslüman-Türk devleti ve hilafet merkezi olan Osmanlı Devleti’nin Güney
Asya’daki çeşitli bölgelere yardımları devam ediyordu.
Hint denizinin güney kıyılarında yaşayan ve askerî konularda tecrübesiz
olan küçük sultanlıkların topraklarını sömürmeye başlayan Portekizliler,
1511’de Malaka’yı ele geçirdiler. Sömürge istilası devam ederken planlı
bir şekilde Malay adalarına gelen ve çoğunluğu bir zamanlar Osmanlı
vatandaşı olan çok sayıda derviş, asker ve âlim, bölge halklarına yardım
etmiş, Malezya’nın savunulması ve direnişinde önemli roller oynamıştı.
Portekiz’in ardından 1795 yılına kadar bölgede tek başına hâkim olan
Hollanda, nüfuz alanını, Penang ve Singapur’da kolonileşen İngiltere’yle
1824 yılında yapılan Londra Anlaşması’yla bölüşmek zorunda kaldı.
Başta Singapur limanı olmak üzere bütün Malezya topraklarını ve
çevresindeki ufak adaları kontrol altında tutan Johor Sultanlığı, 19.
yüzyıla kadar bölgenin en önemli devletleri arasındaydı. Ancak Malaka
Sultanlığı’ndan doğan siyasî boşluğu doldurarak asırlarca Portekiz
saldırılarına direnen Johor, İngiliz sömürgecilerin baskılarına uzun
süre direnemedi. Johor Sultanları 1855 yılında İngiltere ile imzalanan
bir antlaşmayla saltanatlarının sürmesi karşılığında topraklarını
İngiltere sömürge idaresine veriyorlardı.
Ruqayah Khanum
Johor sultanlarının Malezya’daki hâkimiyetlerini devretmesi, dış
ilişkilerde kısmî bir serbestlik kazanarak, dönemin en güçlü Müslüman
devleti olan Osmanlı Devleti’yle yakınlaşma imkânı bulmalarını
sağlamıştı. Aslında Johor Sultanlığı’nın Osmanlı Devleti’yle kurduğu
temaslar, her iki ülkeyle de yakın münasebeti olan, bölgenin saygın
Müslüman liderlerinden (Seyyid) Muhammed es-Sagaf aracılığıyla
gerçekleşmişti.
Johor Sultanı Ebu Bekir, İngiltere Kraliçesi Victoria ve Galler Prensi
Edvard’la olan yakın dostluğu sebebiyle sık sık Avrupa yolculukları
yapıyordu. 1879’da yine bir Londra ziyaretinden dönüş yolunda
-muhtemelen- Muhammed es-Sagaf’ın da yönlendirmesiyle İstanbul’a gelerek
Sultan İkinci Abdülhamid’le görüşmüştü. Söz konusu görüşme iki Müslüman
idareci arasındaki dostluğun gelişmesinde tesirli olmuş, bu dostluğun
bir nişanesi olarak kendisine saraydaki Çerkez cariyelerden Rukiye Hanım
hediye edilmişti.
İstanbul ziyaretini tamamlayarak ülkesine dönen Sultan Ebu Bekir’in
beraberinde götürdüğü Rukiye, çok geçmeden (1884 ya da 1885 yılında)
Sultan Ebu Bekir’in kardeşi Ungku Abdülmecid’le evlendirilerek kraliyet
ailesine alınacaktı. Söz konusu evliliğin, Rukiye Hanım hakkındaki
sayıca az kaynakta herhangi bir evlilik gibi geçiştirilmişse de 19.
yüzyılın son çeyreğinde Malay sultanlıkları ve bölgedeki diğer Müslüman
devletlerden gönderilen elçilerin Osmanlı Devleti’nden himaye talebinde
bulundukları bir dönemde gerçekleşmiş olması bir tesadüf değildi. Aynı
yıllar Malezya ve Endonezya Müslümanlarının, İstanbul’u hilafet merkezi
olarak gördüğü, İstanbul’dan kaldırılacak bir bayrağa kayıtsız şartsız
tabi olmaya hazır oldukları bir dönemdi.
Osmanlı Devleti’ne dair herhangi bir gelişmenin bölge Müslümanları
üzerindeki tesirine örnek teşkil edebilecek bir hadise, birkaç yıl sonra
Batavya’daki Tancung Priok Limanı’nda gerçekleşecekti. Osmanlı
okullarında okumak üzere İstanbul’a gönderilmiş olan bir grup
Endonezyalı çocuğun ülkelerine döndüğü haberini alan şehir halkı,
Osmanlı üniformaları giymiş bu çocuklar için coşkulu bir karşılama
merasimi yapmıştı. Hollanda Sömürge Hükümeti’nin bu törenin bölge
halkının direnişe geçmesine sebep olacağı düşüncesiyle düştüğü telaş,
bölgedeki Osmanlı imajının gücünü ortaya koyuyordu.
Benzer bir coşku, birkaç yıl önce Cariye Rukiye’nin Johor’a getirilişi
sırasında da yaşanmış; , Rukiye Hanım İstanbul’dan özellikle de
halifenin sarayından gelen bir kadın olması sebebiyle merak ve
hayranlıkla karşılanmıştı. Bu yönüyle düşünüldüğünde Rukiye Hanım’ın
cariyelikten prensesliğe yükseltilerek Johor kraliyet ailesinin bir
ferdi haline getirilmiş olması, Johor Sultanı Ebu Bekir’in artık Osmanlı
Devleti’yle akrabalık ilişkisi kurarak bölgedeki rakipleri arasında öne
geçtiği manasına da geliyordu.
Nitekim Malay sultanlarının iktidarlarının toplum tarafından kabul
görmesi için hacca gitmelerinin gerektiği bu dönemde Sultan Ebu Bekir de
hacca gitmişti. Dönüş yolculuğunda rotasını İstanbul’a çeviren Sultan
Ebu Bekir, yol güzergâhındaki Mısır’da (o sıralarda İngiliz işgalinde)
Osmanlı’yı temsilen “Fevkalade Komiser” sıfatıyla bulunan Ahmed Muhtar
Paşa’yla yaptığı görüşmede, ülkesindeki camilerde okunan hutbelerde
kendi adından önce Sultan Abdülhamid’in adını okuttuğunu bildirmişti.
Şüphesiz bu beyanı, sonraki ay İstanbul’a vardığında Osmanlı Devleti’ne
büyük hizmetlerde bulunan kişilere verilen Nişan-ı Osmani’yi almasında
etkili olacaktı.
1893 yılı Mayısındaki ziyareti, Sultan İkinci Abdülhamid’le
ilişkilerinin pekişmesini sağlamış, Müslüman dünyasının halifesiyle daha
da yakınlaşan Sultan Ebu Bekir, tıpkı Rukiye Hanım gibi kendisine
hediye edilen Çerkez cariye Hatice Hanım’la Johor’a döndüğünde
nikâhlanarak Osmanlı Devleti’yle akrabalık bağlarını daha da
güçlendirmişti.
Rukiye Hanım’ın torunlarından Emekli Korgeneral Dato Cafer bin Onn’un
2007 yılında Malezya’nın ünlü The Star gazetesine verdiği röportaja
göre; Hatice Hanım aslında Rukiye Hanım’ın kız kardeşiydi. (Rukiye
Hanım’ın birinci kuşak torunlarından 1933 doğumlu Dato Cafer bin Onn, bu
iddiayı o sıralarda hazırlıklarına devam ettiği ve büyükannesini konu
edinen kitabı için yaptığı araştırmalara dayandırıyor.)
Rukiye ve Hatice Hanım’ların Johor sultanlarıyla yaptıkları evlilikler
aynı zamanda Osmanlı vatandaşı olan iki cariyenin Johor Kraliyet
ailesine alınarak Prenses ve Kraliçe olmaları anlamına da geliyordu.
İstanbul ve halifeye dair hassasiyetlerin dorukta olduğu bir dönemde,
konumu ne olursa olsun en nihayetinde halifenin sarayından olan iki
kadının artık Johor Sarayı’nın birer ferdi olmasının bölgedeki Müslüman
halk üzerinde tesiri oldukça fazlaydı. Hatice Hanım’ın, kocası Sultan
Ebu Bekir’in 1895 yılında vefatının ardından neler yaptığıyla ilgili
kayda değer bilgiler olmasa da Rukiye Hanım’ın Johor Kraliyet ailesine
dâhil edilmesiyle başlayan hikâyesi, Osmanlı tarihindeki herhangi bir
ayrıntı olmaktan çıkıp Malezya tarihini derinden etkileyen evlilikler
yapmasıyla devam edecekti.
Rukiye’nin Torunları
Osmanlı sarayındaki herhangi bir Çerkez cariye olarak başladığı
yolculuğuna, Malezya’da yaptığı ilk evlilikle prensesliğe yükselerek
devam eden Rukiye Hanım, ilk kocası Ungku Abdülmecid’den Ungku Abdülaziz
ve Ungku Abdülhamid adlarını taşıyan 2 çocuk dünyaya getirmişti. 1887
yılında dünya gelen büyük oğlu Ungku Abdülaziz, Johor’un 6. başbakanı
(Mentri Besar) olarak 1935-1947 yılları arasında Malezya siyasetinde
mühim rol oynayacaktı. Rukiye’nin 1888 yılında doğan ve aynı zamanda
Sultan Abdülhamid’in adını taşıyan 2. oğlu Ungku Abdülhamid, Malezya
bürokrasisinde önemli görevler yaparak bir dönem Johor Tercüme Bürosu
başkanlığı yapmıştı. Rukiye Hanım’ın Ungku Abdülhamid’den olan torunu
Prof. Ungku Abdülaziz, Malezya’da “Kraliyet Profesörü” (DiRaja) unvanını
alan ilk ve tek kişi olmuş, 1968 yılında Malezya Üniversitesi’nde
başladığı rektör yardımcılığı görevini 20 yıl boyunca sürdürerek,
Malezya tarihinde bu görevde en uzun süre kalan kişi olmuştu.
Malezya’nın önemli ekonomistlerinden biri olan Prof. Ungku Abdülaziz’in
gazeteci ve köşe yazarı olan kuzeni Sharifah Azah Syed Mohammed’le
yaptığı evliliğinden dünyaya gelen, dolayısıyla hem anne hem de baba
tarafından Rukiye Hanım’ın torunu olan 1948 doğumlu Dr. Ungku Zeti
Akhtar Aziz, para ve uluslararası iktisat konularında doktora yaparak
bir süre Pennsylvania Üniversitesi’nde bulunmuştu. Profesyonel meslekî
kariyerine Güneydoğu Asya Merkez Bankası Eğitim ve Araştırma Merkezi’nde
başlayan Zeti Akhtar, Malezya Merkez Bankası’na transfer edilişinden
itibaren bankanın çeşitli idarî kadrolarında görev yapmış, 1995 ekonomik
krizi sırasında aynı bankanın yöneticiliğine tayin edilmişti. Aynı
zamanda Malezya devlet geleneğinde şövalyeliğin karşılığı olan “Tan Sri”
unvanına da sahip Zeti Akhtar, Malezya Merkez Bankası’nın tarihindeki
ilk kadın yönetici olmuş, 2009 ve 2010 yıllarında Global Finans dergisi
tarafından yapılan “Dünyanın En İyi Merkez Bankası Yöneticileri”
sıralamasında peş peşe ilk 4’e girmişti.
İlk evliliğinden olan torunlarının başarıları Johor ve Malezya’yı aşarak
dünya çapında yankılanan Rukiye Hanım’ın Ungku Abdülmecid’’in vefatıyla
sona eren evliliğini, Arap sufi (Seyyid) Abdullah (bin Muhsin bin
Muhammed) el-Attas’la yaptığı 2. evlilik takip etti. Rukiye Hanım’ın
Endonezya’daki tanınmış tüccarlardan Seyyid Abdullah’la yaptığı kısa
evlilikten olan tek çocuğu Ali El-Attas’ın oğlu Hüseyin El-Attas, Güney
Asya’nın tanınmış akademisyenlerinden olup yolsuzluk, ırkçılık,
emperyalizm ve entelektüel esaret gibi konularda yaptığı
araştırmalarıyla meşhur bir sosyoloji profesörüydü. Günümüzde kardeşi,
oğlu ve yeğenleri de birer akademisyen olarak çalışmalarına devam
etmekteler.
Seyyid Abdullah’la yaptığı ikinci evliliğini (muhtemelen bölgedeki
siyasî çekişmeler ya da Sultan Ebu Bekir’in kendisine ya da eşine
yaptığı baskılar sebebiyle) bir süre sonra sonlandıran Rukiye Hanım,
Endonezya’dan ayrılarak Malezya’ya dönmüş, Johor’a cariye olarak geldiği
sıralarda eyaletin başbakanı olan Datuk Cafer b. Hacı Muhammed’le
evlenmişti. Rukiye Hanım’ın, 1882-1890 yılları arasında Johor başbakanı
olan Datuk Cafer’le evliliğinden 7 çocuğu daha olmuştu. Bu son
evliliğinden dünyaya gelen çocuklarından 1895 doğumlu Dato Onn, “Türk
Tipi” siyaset yapmayı savunan ve Malezya’nın en büyük siyasi partisi
olan Birleşik Malaylar Ulusal Örgütü’nün kurucusuydu.
Malezya’nın en büyük siyasi partisiyle birlikte verdiği çabalara rağmen
Malay birliğinin sağlanamaması üzerine Johor’un 7. başbakanı olan Dato
Onn, 1948 yılında İngiliz hakimiyetindeki Malay bölgelerinin bir araya
gelmesiyle kurulan “Malay Federasyonu”nun iç işleri bakanlığına atandı.
Politik anlaşmazlıklar nedeniyle ayrıldığı görevinden sonra aktif
siyasete devam ederek Modern Malezya’nın siyasi tarihine katkılarını
sürdüren ve Malay milliyetçiliğinin babası kabul edilen Dato Onn’un
soyundan gelenler, Malezya’nın İngilizlere karşı verdiği özgürlük
mücadelesinde öncü role sahip, tanınmış kimselerdi.
Dato Onn’un oğlu Tun Hüseyin, tarihin hayret veren ayrıntılarında kalan
bir tesadüfle 1976-1981 yılları arasında Malezya’nın 3. başbakanı
olmuştu. Onn sülalesinin Malezya siyasetindeki tesiri ondan sonra da
devam etmiş, oğlu Datuk Seri Hişamüddin 2004-2009 yılları arasında
sürdürdüğü Malezya Eğitim Bakanlığı görevinin ardından kısa süre önce
İçişleri bakanlığına tayin edilmişti.
Malezya’daki derin Osmanlı tesirlerini kendisinden sonra derinleşen
hayat hikâyesinden öğrendiğimiz Rukiye Hanım’ın hayatı, doğumundan
yaklaşık 150 yıl sonra bile Malezya’nın ekonomi, siyaset, akademi ve
entelektüel hayatında sözü geçen torunlarıyla devam ediyor. Malay asıllı
olsalar da kendilerini Osmanlı torunu kabul eden çok sayıda Malay
aydını ve siyasetçisinin büyükannesi olan ve torunları tarafından hâlâ
hürmetle anılan Rukiye Hanım’ın kabri, Johor’da, sultanlığa ait aile
kabristanında bulunuyor. Henüz genç bir kızken ayrıldıktan sonra bir
daha hiç göremediği İstanbul’a ait fotoğraflar, mimarî motifler ve
ülkedeki Osmanlı sempatisinin yansımaları olan çeşitli eşyalar,
Malezya’da Osmanlı mimarisiyle inşa edilmiş onlarca cami ve ülkenin
çeşitli yerlerinde bulunan müzelerde sergileniyor.
Bu makale Rukiye Hanım’ın bilinmeyen hikâyesini Malezya ve Osmanlı
tarihindeki kronolojik hâdiselerin paralelinde ilk defa derinlemesine
incelenerek bundan sonraki muhtemel ve zarurî araştırmalar için bir
zemin hazırlamak üzere kaleme alındı. Makalenin yazımı sırasında konuyla
ilgili sayıca az olsa da içerik olarak kronoloji ve basit matematik
hesaplarını zorlayan, hatalarla dolu metinlere ulaşıldı. Bu metinlerde
Rukiye Hanım’ın Johor’a gönderiliş tarihi 1866 olarak veriliyordu. Oysa
Rukiye Hanım’ın 1864 doğumlu olduğu düşünüldüğünde henüz 2 yaşında bir
bebeğin nasıl ve hangi sıfatla bir başka ülkeye gönderildiğine dair
herhangi bir açıklama yapılmamıştı.
Rukiye Hanım’ın Johor Sultanı Ebu Bekir’e Avrupa ziyaretinden dönerken
hediye edilmiş olduğuna dair bilgileri “derleyenler”, yaşanmış bir
hayatın kurgusunu yaparken kronolojik hesap yapma gereği dahi
duymamıştı. Evet, Sultan Ebu Bekir’in bir Avrupa seyahati dönüşünde
İstanbul’u ziyaret ettiği doğruydu ancak Rukiye Hanım’ın kendisine
hediye edilişi 1860’lı yıllarda başlayan Avrupa ziyaretlerinden çok
sonra; 1879 yılında gerçekleşmişti. Bu kronolojik hesap bir başka
hatayı; Rukiye Hanım’ın Johor’a gönderildiği sırada Osmanlı tahtında
Sultan Abdülaziz’in olduğu iddiasını da çürütüyordu. Zira Rukiye’nin
Johor’a gönderildiği yıllarda Osmanlı tahtında Güney Asya
Müslümanlarıyla yakından ilgilenen İkinci Abdülhamid Han bulunuyordu.
Rukiye Hanım ilk evliliğini Sultan Ebu Bekir’le yaptığı bilgisi de doğru
değildi; tıpkı 11 değil 10 çocuğun annesi olduğu gibi.
Rukiye Hanım öznesinde Sultan İkinci Abdülhamid döneminde Güney
Asya’daki Osmanlı imajı konusundaki araştırmalar daha tarafsız bir gözle
yapılırsa, zaten herhangi bir övgüye ihtiyaç duymayan Osmanlı
Medeniyeti’nin, kadim dünyanın bütün coğrafyalarına yayılan çok sayıda
Rukiye Hanım yetiştirdiği ve onların soyundan gelen nesillerin hâlâ
sorgusuz sualsiz tabi olacakları bir Osmanlı beklediği anlaşılacaktır.
Ekrem Saltık
(Yedikıta Dergisi, Sayı 41, Ocak 2012)
Kaynaklar: Andaya, Barbara
Watson and Andaya, Leonard Y., A History of Malaysia, 2. Edition HI:
University of Hawaii Press, Honolulu 2001; BOA, Y.PRK.BŞK, 5/105; BOA,
Y.PRK.BŞK, 30/99; Braginsky, Vlademir and Murtagh, Ben, The Portrayal of
Foreigners in Indonesian and Malay Literatures: Essays on the Ethnic
“Other”, Edwin Mellen Press, Lewiston, New York 2007; Erdem, Y. Hakan,
Osmanlıda Köleliğin Sonu;1800-1909, Kitap Yayınevi, İstanbul 2004; Fatma
Aliye, “Türk-Osmanlı Ailesinde Cariye ve Hizmetçi”, sadeleştiren:
Şevket Rado, Hayat Tarih Mecmuası, Yıl:13, Cilt:2, Sayı:12, Sıra:155,
Aralık 1977, ss.10-14; Göksoy, İsmail Hakkı, Güneydoğu Asya’da
Osmanlı-Türk Tesirleri, Fakülte Kitabevi, 2004 Isparta; Hooker, Virginia
Matheson, A Short History of Malaysia: Linking East and West, Allen
& Unwin, Australia 2003; Küçük, Yalçın, Sırlar, İthaki Yayınları,
İstanbul 2004; Milner, A.C., “The Impact of the Turkish Revolution on
Malaya”, Archipel, Volume 31, 1986. pp. 117-130; Mona, Abaza, Debates on
Islam and Knowledge in Malaysia and Egypt: Shifting Worlds, Routledge
Curzon, London 2002; Othman, Mohammad Redzuan, “Panislamcı Politika ve
Siyasi Himaye: Malay Perspektifi Osmanlı Tepkisi, “Yayınlanmamış Makale
Tercümesi; (“Pan-Islamic Appeal and Political Patronage: The Malay
Perspective and the Ottoman Response”, Sejarah (Journal of the
Department of History, University of Malaya), Kuala Lumpur, 1996, No:4,
s.97-108. sayfalardan çeviren sayın Prof. Dr. İsmail Hakkı Göksoy’a
teşekkürler; Ozay, Mehmet: Islamic Identity and Development: Studies of
the Islamic Periphery, London and New York: Routledge, 1990; Özbaran,
Salih, Bir Osmanlı Kimliği: 14.-17. Yüzyıllarda Rûm/Rûmi Aidiyet ve
İmgeleri, Kitap Yayınevi, İstanbul 2004; Reid, Anthony “Sixteenth
Century Turkish Influence in Western Indonesia”, JMBRAS, Vol. X, No. 3,
December, 1969; Seljuk, Affan, “Osmanlı İmparatorluğu’nun
Malay-Endonezya Takımadalarındaki Müslüman Krallıklarla İlişkileri”,
çev:İsmail Hakkı Göksoy, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı: 94, İstanbul,
Şubat 1995, ss.111-121; ŞEN, Ömer, “19. Yüzyılda Osmanlı Devletindeki
Köle Ticaretinde Kafkasya Göçmenlerinin Rolü”, Dünü ve Bugünüyle Toplum
ve Ekonomi, Sayı:6, İstanbul, Mayıs 1994, ss.171-183; Toledano, Ehud R.,
As if Silent and Absent: Bonds of Enslavement in the Islamic Middle
East, Yale University Press, New Haven 2007; Uluçay, Çağatay, Harem II,
TTK, Ankara 1992; Ünüvar, Safiye, Saray Hatıralarım, Timaş Yayınları,
İstanbul 2009; Walch, Robert, “XVII. yüzyıl İstanbul’unda Harem”, çev.
Aydın Filiz, Hayat Tarih Mecmuası, Kasım 1970, Yıl:6, Cilt:2, Sayı:10,
Sıra:70, ss.46-49.