25 Aralık 2010 Cumartesi

İstiklâl Marşı muamması

Osman Zeki Üngör (1880 İstanbul - 1958 İstanbul. Besteci, orkestra şefi, keman virtüozu)

Almanya'daki GEMA isimli kuruluşun İstiklâl Marşı'ndan telif hakkı istediği ortaya çıkınca, Bakanlar Kurulu bundan 80 sene önce yapılması gereken işi yapmaya soyundu ve marşın kamulaştırılması kararını imzaya açtı.

Ama, bir Alman kuruluşunun İstiklâl Marşı ile ne alâkası olduğu pek sorgulanmadı... Söyleyeyim: GEMA, bir telif hakları kuruluşu, yani bestecilerin ve müzisyenlerin haklarını koruyan bir meslek birliğidir ve bu konuda faaliyet gösteren müesseselerin en eskilerindendir. Türkiye'de gerçek anlamda bir telif hakları kanununun mevcut olmadığı senelerde birçok Türk besteci, Almanlar'ın GEMA'sı ile Fransızlar'ın SACEM'ine üye olmuşlar ve hakları bu meslek birlikleri tarafından korunmuştur.

GEMA'nın haklarının korunması için kendisine vekâlet vermeyen bestecilerin eserlerine müdahalede bulunması ve her çalınıştan sonra telif hakkı istemesi sözkonusu değildir, böyle bir hak ancak bestecinin yahut vârislerin yetkilendirmesi ile mümkündür. Dolayısı ile GEMA'nın böyle bir işe kalkışması, Osman Zeki Üngör'ün vârislerinden yetki belgesi almış olduğu anlamına gelir. Yani, İstiklâl Marşımızın bestekârının hakları, şu anda bir Alman meslek birliğinin himayesindedir!

Bu yazdıklarımdan, millî marşımızın bestecisine ait hakların bir Alman telif kuruluşuna verilmiş olduğunu eleştirdiğim mânâsını çıkartmayın! Vârisler, bana sorarsanız en doğrusunu yapmışlardır, zira Türkiye'de "telif hakkı" meselesi, özellikle de musiki alanındaki telifler konusu hâlâ karmakarışıktır. Kanuna göre oluşturulmuş meslek birlikleri arasında işbirliği falan hakgetiredir; üstelik bu meslek kuruluşlarından biri yönetiminden, harcamalarından ve ödemelerinden kaynaklanan şikâyetler sebebiyle kayyuma devredilmiştir.
UNUTULAN BİR TARTIŞMA
İstiklâl Marşı'nın bestesinin Bakanlar Kurulu kararıyla kamulaştırılması çalışmalarına başlandığını öğrendiğimde, 1940'lı senelerde uzun uzun tartışılmış olan bir iddiayı hatırladım: Marşın melodisindeki ana temanın özgün olup olmadığını...

İddiaya göre, ana tema 1845 ile 1902 seneleri arasında yaşayan ve "Tuna Dalgaları", "Çardaş", "İki Gitar" gibi meşhur olan çok sayıda eserin sahibi lon Ivanovici adındaki bir Romen besteciye aitti! Ivanovici'nin "Carmen Silva" isimli valsinden alınmış, bu iş yapılırken vals temposu bir dörtlük ilâve edilerek marşa dönüştürülmüştü!

Cemal Reşid Rey'in "Onuncu Yıl Marşı" hakkında ortaya atılan söylentiler gibi... 18. yüzyılın meşhur Fransız filozofu Jean-Jacques Rousseau, 1750'lerde "Le Devin de Village" yani "Köy Kâhini" ismini verdiği kısa bir opera bestelemişti. Eserin içerisinde, oyunun kahramanlarından Colette'in okuduğu, "Saadetimi kaybettim, hizmetkârımı kaybettim" sözleriyle başlayan bir şarkı vardı. 1950'li senelerde, bu şarkının bizde "Çıktık açık alınlaaaa!" hâlini aldığı ileri sürülmüş ve bu benzerlik yüzünden Onuncu Yıl Marşı'nın bestesinin değiştirilmesi bile teklif edilmişti...

KOLAYCA BULABİLİRSİNİZ
İstiklâl Marşı hakkında bir başka iddia daha vardı: Eserin bestecisi olan viyolonist Osman Zeki Üngör, Ankara'da o zamanki ismi "Riyâset-i Cumhur Musiki Heyeti" olan bugünün Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın başına geçmeden önce, Sultan Vahideddin'in sarayındaki orkestranın başında idi. Hükümdara "Şeh-i âlem mâh-ı envâr ...sultânım" sözleriyle başlayan bir "medhiye" sunmasının yanısıra, padişahın tahta çıkması münasebetiyle bir de marş bestelemiş ama Sultan Vahideddin marşı çaldırmamıştı. Mehmed Akif'in şiiri daha sonra işte bu marşın üzerine yerleştirilip "İstiklâl Marşı" yapılmıştı ve prozodinin bozuk olmasının, yani güfte ile bestenin uyumsuzluğunun sebebi de buydu!

Bir zamanlar temin edilmeleri zor olan iki eser, yani Ion Ivanovici'nin "Carmen Sylva"sı ile Jean-Jacques Rousseau'nun "Le Devin de Village"ı arandıklarında artık internette bile hemen bulunabiliyorlar. Dolayısı ile bu her iki marşımız hakkında hiçbir yorum yapmayayım, Ivanovici ile Rousseau'nun eserlerini dinleyin ve kararı kendiniz verin...

Murat Bardakçı
(Habertürk, 08.12.2010)

Abdülhamid'in kızı, çocuğunun tedavisi için 100 liraya muhtaçtı

"Son Osmanlılar" belgeselinde bugüne kadar yayınlanmamış çok sayıda doküman ve fotoğraf da yeralıyor.

İşte, bu belgelerden biri: Son dönem Osmanlı tarihinin en güçlü hükümdarlarından olan İkinci Abdülhamid'in 1887 ile 1960 yılları arasında yaşayan kızı Ayşe Sultan'ın, Fransa'da sürgünde bulunduğu 1951'de, amcası son padişah Sultan Vahideddin'in yine Fransa'da sürgünde yaşayan kızı Sabiha Sultan'a 17 Temmuz günü gönderdiği duygu dolu bir mektup... Ayşe Sultan "gözyaşları içerisinde yazdığını" söylediği mektubunda, kuzeninden hasta olan oğlunun tedavi masrafları için 100 lira istiyor:

"İki gözüm sevgili hemşirem,

Eğer bir mecburiyet altında olmasaydım yazmaz ve rica ile rahatsız etmezdim. ...İçler acısı oğlum Hamid, bir aydır büyük krizler geçirerek hayatı ile mücadele etmektedir. Ne yapacağımı bilmeyerek şaşkın, meyus, nikbin, gözyaşımla kaldım.

Doktorlar hemen derhal hastahaneye girip tedavi edilmesi lüzum-ı kat'isini söylüyorlar. Aksi halde maazallah, hayatı tehlikededir. ...Ne yapacağımı bilmiyorum. Bana yüz lira göndermen mümkün müdür kardeşim? Eğer bana bu iyiliği edersen, oğlumun hayatını kurtaracaksın.

Senin nasıl şefkatli bir anne olduğunu biliyorum. Benim bu feláketimde yardım etmenizi rica ederim. Mektubumu yazarken gözyaşlarım akıyor. Allah sana evládlarını bağışlasın. Cevabını serian (hızlı bir şekilde) bekleyerek yardımını tekrar rica eder, muhabbetle gözlerinden öperim sevgili kardeşim.

Ayşe
"

Murat Bardakçı
(Hürriyet, 17.01.2006)

Osmanlı'da zina cezaları


Meclis, önümüzdeki günlerde zina yapan erkeğin altı ayla iki sene arasında hapsedilmesini yasalaştıracak... Bu ceza benim gözüme az göründü ve milletvekillerimize fikir vermek maksadıyla eski kanunlarımızdaki zina cezalarını bir hatırlatayım dedim...

TBMM Genel Kurulu önümüzdeki günlerde bir kanun tasarısını oylayacak, büyük ihtimalle kabul edecek ve bu oylama asırlardır devam eden bir kararsızlığımızı, ‘‘zina cezası’’ konusundaki çelişkimizi nihayete erdirmiş olacak...

Gündemdeki tasarı, mâlum, ‘‘zina yapan kadınla beraber erkeğin de hapsedilmesi’’ hakkında... Adalet Komisyonu'nun hafta içinde verdiği karar Genel Kurul'dan geçince artık sadece zina eden kadın değil yatakta onunla beraber basılan, eski tabiriyle ‘‘aradan kılıç geçmeyecek vaziyette’’ yakalanan erkek de hapsedilecek, altı ayla iki sene arasında hapiste kalacak...

Ama bazı yazarlarımız, her nedense karşı çıkıyorlar bu işe... ‘‘Zina kanuni değil, ahlâki bir suçtur; medeni ülkelerde sadece boşanma sebebi sayılır, yasak edilmiş olmasının gerisinde yatan sebep nesillerin meşruluğunu korumaktır’’ gibisinden sözler ediyorlar... Ben, bu itirazlarını zina cezaları konusunda geçmişteki kararsızlığımızı bilmemelerine bağlıyorum...

İşte, birkaç örnek:

Fatih Sultan Mehmed zina yapandan ‘‘para cezası’’ alır, Yavuz Selim'in sadrazamı Lütfi Paşa zina suçlusu kadının cinsel organının dağlanmasını emreder, Üçüncü Ahmed ‘‘Fazla üzerlerine gitmeyin; tenbih edip korkuttuktan sonra bırakın’’ der... Ama İkinci Bayezid ‘‘Zinacı erkeğin şeysini kesin’’ diye bir kanun çıkartır... Zina yapanın taşlanmasının yani ‘‘recm’’ edilmesinin şeriat emri olduğunun söylenmesine rağmen, 600 senelik Osmanlı tarihinde sadece bir defa, 1680'de uygulanır bu hüküm... Aksaraylı Abdullah Çelebi'nin bir Yahudi delikanlısıyla basılan karısı Sultanahmet Meydanı'nda taşlanarak idam edilir...

Tasarının mimarlarını, en başta Devlet Bakanı Işılay Saygın'ı kutlamamın sebebi de bu... Hiç bir etki altında kalmadan ve modern dünyadaki uygulamaların gözlerini boyamasına izin vermeden böyle bir kanun çıkartarak asırlardır devam eden kararsızlığımıza son vermeleri...

Memleketin bütün sıkıntılarının temelindeki bu en büyük derde deva bulmamızla artık enflasyon da düşecek, terör de bitecek, Susurluk işi de halledilecek, irtica da ortadan kalkacak ve hemen Avrupalılaşacağız... Şükürler olsun!..

Bu resmî küfür belgesini kim sümen altı etti?

Bir koro şefi düşünün... Müzik yapacağı yerde sanatçıların üzerlerine yürüyüp gırtlaklarına sarılsın, Ankara'dan ceza üstüne ceza alsın, hatta görevinden bile alınsın ama bütün bu kararlar ona iki senedir her nedense tebliğ edilememiş olsun! İşte, böylesine inanılmaz bir ‘‘sanat’’ öyküsü...

Kültür Bakanlığı'na bağlı Türk Müziği korolarının şeflerine son zamanlarda bir haller olmuştu... Çoğu, müzik yapmak yerine otorite oyununu tercih ediyordu... Kimisi kendisini ayakta karşılamayan sanatçıyı izinsiz bırakıyor, kimisi koskoca koroyu konser sahnesi yerine içkili gazinolara çıkartıyor, kimisi sanat arkadaşlarının ‘‘tek sesli müzik yapan küçük beyinliler’’ olduğunu yüzlerine karşı hatırlatıyor, kimisi de çek-senet işlerini koroya taşıyordu...

Bakanlık, geçen haftalar içinde korolarda küçük de olsa bir temizlik yaptı ve tiran olmayı sanatçılığa tercih eden şeflerin bazısı görevden alındı ve yerlerine ‘‘müzisyenler’’ getirildi...

Ama işlerin bu kadarla bitmediğini, bazı şeflerin daha başka işler becerdiklerini, meselâ sanatçıların gırtlaklarına sarılmaya, annelerinin yahut babalarının hatırını sormaya merak sardıklarını ben yeni öğrendim...

Samsun Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nda yaşananlar gibi...

Samsun'da senelerdir devam eden bu alaturka maceradan bana gelen bir dosya vasıtasıyla haberdar oldum ve içindeki belgeleri okuyunca hayrete, hayretten de öte dehşete düştüm...

Koronun şefi öteki meslektaşlarından daha değişik bir metod uyguluyordu Samsun'da... Sanatçılara hakaret etmiyor, önce fiziki bir tatbikat yapıyor yani gırtlaklarını sıkıyor, aile mensuplarının ve yakınlarının hatırını sorma faslı bu saldırıdan sonra geliyordu...

İş bakanlığın teftiş kuruluna havale edilmiş, müfettişler şefin bu şekildeki ‘‘sanat oyunlarını’’ defalarca tekrarladığını ortaya çıkartınca peşpeşe ceza yağdırmışlardı: Üstada bol bol kınama verilmiş, aylığı kesilmiş ve en nihayet görevden alınmıştı... Ama koronun şefi Taner Çağlayan'a her nedense bir türlü tebliğ edilememişti bu kararlar... Bir genel müdürün dosyayı sümen altı ettiği ve iki seneden beri orada tuttuğu söyleniyordu...

Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın Samsun'dan geçen hafta kendisine iletilen bu konudaki şikâyet dosyasını inceleyip gereğini yapacağından eminim ama hepsinden önce bir belgeye dikkatini çekmek istiyorum: Personel Dairesi'nden yazılan 17 Ekim 1995 tarihli ve B. 16. 0. PER. 0. 16. 00. 00. 640 (341) 13432 sayılı belgeye... Şefin gırtlak sıkma operasyonu belgede o kadar güzel anlatılıyor ki...

Zina terimleri sözlüğü

Eski hukukta, evlilik dışı bütün cinsel ilişkiler ‘‘zina’’ sayılır... Erkeğin yahut kadının evli olup olmaması önemli değildir; bekârların nikâhsız ilişkiye girmeleri bile zinadır ve suçtur...

İşte, yüzlerce yıl öncesinin zina kavramlarından bazıları...

Zânî: Zina eden erkek.

Zâniye: Zina eden kadın.

Muhsan: Büluğa erişmiş evli erkek.

Gayrı muhsan: Evlenmemiş erkek.

Recm: Zina yapanların taşlanarak öldürülmesi cezası.

Celd: Zina yapan erkek ve kadına ceza olarak uygulanan 100 sopa.

İffet: Zinadan uzak durmak.

Fahşe: Yüz kızartıcı hareket.

Tagrib: Zina suçlusu erkeğe verilen sürgün cezası.

Hîz: Erkeklerle para karşılığı cinsel ilişkide bulunan eşcinsel erkek.

Defter-i hîzân: Hîzlerin kaydedildikleri defter.

Osmanlı'da zina cezaları

TBMM'deki tasarı zina yapan erkeğe altı ayla iki sene arasında hapis öngörüyor ama bu cezalar bence az ve geleneklerimize de aykırı... Milletvekillerimize genel kuruldaki oylama öncesinde ilham verebilmek için eski kanunlarımızdaki bazı zina cezalarını hatırlatayım dedim...

Eğer bir kimse karısını bir başka erkekle ilişkide bulunurken yakalasa ve her ikisini de öldürse o kimse yargılanmaz, diyet istenmez, günah işledi diye cezalandırılmaz (Kanuni Süleyman'ın Zülkadir Ayaleti Kanunnamesi, madde:13).

Eğer evli bir kişi zina yapsa ve yaptığı sabit olsa ve o kişi bin akçalık servete sahipse üçyüz akça ceza alına. Serveti altı yüz akçayse iki yüz, daha aşağı ise servetine göre yüz, elli yahut kırk akça alına (Fatih'in Umumi Kanunnamesi, madde:1).

Eğer avrat zina etse ve zengin olsa, erkek gibi ceza vere (Aynı kanunname, madde:3).

Eğer evli bir kişi zina yapsa ve o kişinin bin akçalık serveti olsa, idam edilmediği takdirde varsa 400 akça ceza alına (Yavuz Selim Kanunnamesi, madde:1).

Avrata ve kıza tecavüz edenin içmeği (erkeklik organı) kesile. Kıza ve avrata zorla nikâh ettiren cebren boşatıla, adamın sakalı kesile ve iyice bir dövüle. Avratla yakalanan idam edile (İkinci Bayezid'in Umumi Kanunnamesi, madde:26).

Destursuz bir konser broşürü

Bu hafta ‘‘Mevlânâ Haftası’’ydı... Devlet erkânı Konya'ya taşındı, birçok yerde sema ayinleri düzenlendi ve bol bol Mevlev; müziği konseri verildi.

Konserlerden biri geçen Pazar günü İstanbul'da, Atatürk Kültür Merkezi'nde'ydi. Ender Ergün idaresindeki Devlet Klasik Türk Müziği Korosu, Hüseyin Fahreddin Dede'nin Acemaşiran Ayini'ni icra etti.

Ben konsere gitmedim, sadece broşürünü gördüm ve broşürdeki garip bir iddia dikkatimi çekti: ‘‘...Bu büyük eserleri daha değişik bir anlayışla saf birer müzik halinde sunma önderliğini de üstlendik’’ deniyordu... Yani Mevlevi ayinleri bugüne kadar sema törenleri dışında hiç bir yerde çalınmamıştı ve öncülük Ender Ergün'ün Dr. Nevzad Atlığ'dan devraldığı koroya aitti...

Hemen, senelerdir sakladığım çuval dolusu eski konser programını salonun ortasına döktüm, Mevlevi ayini konserlerini aradım ve daha ilk anda üç adet broşür buldum: İstanbul Konservatvarı'nın Münir Nureddin idaresinde 1971'in 3 Ocak'ında, 1973'ün 18 Şubat'ında ve 30 Aralık'ında verdiği konserlerin broşürlerini... Münir Bey her üç konserde de birer Mevlevi ayini çaldırmıştı...

Arasam böyle daha bir hayli eski program bulurdum ama, bu kadarı yeter diye düşünüp bıraktım...

Şimdi, Ender Ergün idaresindeki koronun broşürünü hazırlayanlardan küçük bir ricam var: Tevazuyu bu kadarla bırakmasınlar, daha da ileri gidip ‘‘Manda yuva yapmış söğüt dalına’’ yahut ‘‘Tombul memeli gelin’’ türkülerini de ilk defa kendilerinin icra ettiğini söyleyiversinler, iş tamam olsun...


http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=-279806


Sovyetler Birliği’nin çöküşüne Türkiye’den bir bakış

Leon Trotsky, Vladimir Lenin, ve Lev Kamenev, İkinci Komünist Parti Kongresi'nde. 1919.

Türkiye’nin aydınları, 20’nci yüzyılın en büyük yapısal değişimine gereken ilgiyi göstermedi. Yalçın Küçük’ün “Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin Çözülüşü” kitabı dikkate alınmalı.

Artık Sovyetler Birliği yok; resmen dağıldı. Yerine Rusya İmparatorluğu’nun eski vilayetleri ve eski halklarının federe üyeler halinde katıldığı bir Rusya Federasyonu çıktı. Bu federasyonun içinde siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal geleneklerinin kuvveti itibarıyla Ruslara yakın tek unsur, Volga Tatarlarıdır. Bu halkın nüfusunu bazıları 15 milyon, bazıları ve resmi makamlar daha küçük olarak veriyor; her halukarda yüzde 10’un altındadırlar. Mesela yanı başlarında onlara tarihi etnik yakınlığı olan (belki de bazı buluntulara göre Macarlara akraba olan) Başkırtlar dahi iktisadi ve kültürel bakımdan daha zayıf durumdadırlar. Bulundukları cumhuriyette de nüfusları yüzde 20 miktarındadır.

Kuzey Kafkasya’daki etnik grupların hiçbiri kendilerine ayrılan bölgede yüzde 50 nüfusu bulmuyor. Sibirya’da Yakutya (Saha cumhuriyeti) gibi Türkiye’den geniş arazide sadece 300 bin nüfus var. Sibirya’da Urallarla Pasifik Okyanusu arasındaki bölgede toplam nüfus ancak 25 milyondur. Buraya Çin’den pasaportsuz bir nüfus nüfuz ediyor.

Eski tarihi Sovyet üyeleri 20 yıldır bağımsızlar. Yeni Rusya’nın kendine göre bir gelişme potansiyeli var. Aynı zamanda da bir durağanlığı, sıkıntısı çekilmeyen tek unsur ise devlet adamıdır. Rusya’nın fetret devrini Putin bitirdi.

Türkiye’nin aydınları yanı başlarındaki Rusya’nın depremine gereken ilgi ve bilgi ile bakmayı bilmediler. Eski yıllara nispetle tek özgün gelişme; birtakım gençlerin muhtelif yollarla Rusya topraklarında çalışmaları veya okumaları, bu sayede mahalli halk ve münevverlerden topladıkları bazı bilgi ve yorumları Türkiye’ye taşımaları olmuştur. İçlerinde çok az miktarda sistematik bilgi taraması yapanlar var.
Kitapta pek rastlamadığımız yorumlar ve kaynaklar var
Fakat Anglo-Sakson kaynakları kırıntı halde okuyup nakletme alışkanlığımız elan bitmedi. Soğuk Savaş döneminde insanlar Harvard’da ve Oxford’da Sovyetlerin nasıl incelendiğine dikkat etmediler, aynı şeyi yapamadılar, bugün de aynı durum sürüyor. Rusya nedir? Sovyetler nasıl yıkıldı? Kendine özgü düşünüp yaklaşan pek olmadı, bu bakımdan Yalçın Küçük’ün “Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin Çözülüşü” kitabını kim ne derse desin dikkate almalıdır, üstelik bu çalışma 20 yıl önce yayımladığı tezlerin yeniden ele alınıp yeni belgelerle bezenmesiyle ortaya çıktı.

Kitapta pek rastlamadığımız yorumlar ve kaynaklar var. Ona göre Lavrentiy Beria kendinden önce bu mevkide olan Nikolay Yejov’un yerine NKVD’nin (İçişleri Halk Komiserliği) başına geçtiğinde ortalık durulmuş. Gerçekten de Yejov’un, Stalin’in emriyle yok edildiği ve Lavrentiy Beria iş başına geldiği gün, bu tip soruşturma ve tutuklamalarının durduğunu ünlü bestekâr Şostakoviç’in anılarında bile bulmak mümkün. Poliste bir gün evvelki sorgulamalar aniden sona eriyor. Ne var ki devletin terörü kabaca değil daha rafine olarak devam etmiştir (benim notum).

Kitapta daha başka ilginç kaynaklar kullanılıyor. Beria, Stalin döneminin hemen sonunda halkın tüketim imkanlarının yeniden düzenlenmesi (zira savaştan çıkan halkın durumu berbattı) cumhuriyetlerde yerli komünist yöneticilere fırsat verilmesi, dış politikada savaştan bezen ABD ve Avrupa ile bir barışçı politikaya gidilmesi, Çin ve Kore’den desteğin yavaş yavaş çekilmesi gibi programlar öne sürüyor. Anlaşılan Politbüro’nun Kruşçev, Malenkov, Molotov, Mikoyan, Varoşilov, Kaganoviç gibi üyeleri bir Gürcüden sonra öbür Gürcünün egemenliğine karşıdırlar. Korkutucu olan Beria’nın anti-Ortodoks fikirleri değil, Rusya’nın eritilme politikasının önerilmesidir, adam yok ediliyor (kurşuna dizildi).

Sovyet rejiminin sosyalizmden uzaklaşma nedenini anlatıyor
Yalçın Küçük sonraki 40 yılın içinde Sovyet rejiminin sosyalizmden uzaklaşmasına kâh bazı kaynaklara, kâh kendi gözlemlerine dayanarak bakıyor. Mesela Gorbaçov devrinin ekonomik danışmanı Agil Aganbegyan hakkındaki gözlem ve değerlendirmelerini okumak gerekir. Fakat sosyalizmin çöküşünün nasıl hızlandırılacağı üzerindeki yorumları 70’li yıllardan itibaren (yani Amerika’nın Vietnam’da gerilediği dönem) Sovyetler Birliği’nin aşırı silahlandığı ve nükleer gücünün bir tehdit olduğunun Henry Kissinger tarafından Batı’ya kabul ettirilmesini vurguluyor. Gelişme açık; Sovyetlerden korkulacak ama aynı zamanda da Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku kendi içinde silahlanma dolayısıyla bir ekonomik sıkıntı içinde bunalacak.

Batı bu gelişimi gerçekten bilinçli olarak körükledi mi? Bunu henüz bilemeyiz ama gerilimin Sovyet sistemini çürütmeye başladığı açık.

20’nci yüzyılın en büyük tarihi yapısal değişiminin Marksist Türk aydını tarafından tahlili ilginç ve öğretici. Ne düşüncede olursak olalım, dünyaya kendi gözlüklerimizden de bakmayı bilmek lazım.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 19.12.2010)

Osmanlı'nın sorumluluk duygusu ve Osmanlı coğrafyasına borcumuz

İster bir Osmanlı Barışı'ndan isterse mevhum bir Yeni Osmanlıcılık akımından bahsediliyor olsun, konuşanın da anlayanın da tarihin bir tane Osmanlısı olmadığını bilmesi gerekir.

Osman Gazi'den Kanuni Sultan Süleyman'a kadar devam eden evrenin Osmanlısı ve o Osmanlı'nın zaman ve mekân algısıyla II.Mahmud dönemi Osmanlı'sını veya II.Abdülhamid'in Osmanlı'sını birbiriyle bir tutamazsınız. Prens Sabahaddin'in de bir Osmanlıcılığı vardı; Enver Paşa'nın da. Biri adem-i merkeziyetçilikten yanaydı; diğeri kaybedişler döneminde cihan hakimiyeti hayalleri kurabiliyordu.

Şimdilerde Yeni Osmanlıcılıktan bahsedenlerin Osmanlıcılıkları da yenidir. Herhalde birbirinden çok farklı özellikler gösteren tarihî Osmanlı tecrübelerinin hiçbiriyle örtüşmez. Zihinlerinde homojen bir Osmanlı telakkisi oluşturuyor, sonra aslında tarihte hiç var olmamış bu sentezin canlandırılması konuşuluyor. Bu sentez idealize edilmiş bir sentezdir ve elbette teorik tartışma için değerlidir. Dışişleri Bakanımızın güzel ifadesiyle tarih tekerrür etmez, ama ihmal de edilemez.

O sentezi sıkıp tek bir hisse indirgesek, kanaatimce, derin bir mesuliyet duygusu çıkar. Osmanlı -sentezin homojenleştirilmiş Osmanlısından bahsediyorum- anaçtı. Bu duygunun muhatabı yer ve zamana bağlı olarak değişse de varlığının motor gücü sorumluluk duygusuydu. Ekseriyet itibarıyla bu duygu, canlılar ve cansızlar âlemini kapsayan bir soyut varlığa yönelmiş ve öznesinde ıstırap ve dertlenme olarak kendini ortaya çıkarmıştı. Osmanlı'ya yükleyeceğiniz başka hiçbir vasıf onda göreceğiniz her erdemi açıklamaz. Osmanlı'nın yayılma alanlarını imar ederken anayurdunu ihmal etmiş olduğu yönündeki yaygın kanaati de başka bir duyguyla açıklayamazsınız. Liderlik ve yönetme arzusu doğal bir arzudur; ama Osmanlı duruşunu anlamlandıramaz.
Söz konusu Osmanlı sentezinin canlandırılmasından bahsedilecek ise edinilmesi gereken ilk duygu da budur: En geniş daireden en küçük daireye kadar artan bir şekilde kendini hissettiren bir sorumluluk duygusu. Şam-ı Şerif'in arka sokaklarında aç yatan bir Arap fakirini dert edinmeden, Şam yönetimi üzerinde siyasi nüfuz ve etki kurmaktan bahsetmek Osmanlılık değildir.

Doğrusu, sorumluluk duygusu Osmanlı'ya has bir duygu da değildir. Onu bir milletin veya bir ailenin etrafında örgülenmiş bir yönetimin hasrına almak insani ve İslami bir sorumluluğu kısıtlamak olur. Yine de Osmanlı'nın tarihî ve kültürel mirasını devralmış bir milletin evlatlarına o Osmanlı'nın toprakları üzerinde yaşayan insanlara karşı insani ve İslami olanın ötesinde bazı sorumlulukları da vardır.

Bu sorumluluklardan biri söz konusu tarihî derinliğin sentez malzemesi olan Osmanlı arşivlerinin, tapu kadastro kayıtlarının ve mahkeme sicillerinin mümkün olan en yaygın erişime açık hale getirilmesidir. Bu ülkelerin tapuları bizdedir, evet; ama bizde kaldıkları müddetçe Osmanlı'nın torunlarına yakışan sorumluluk yerine getirilmemiş demektir. Sadece Filistin'in tapularının Filistin Yönetimi tarafından on yıllardır istendiği ve bir türlü dijital kopyaların kendilerine devredilemediği bir hengamede hangi Osmanlı sorumluluğundan bahsedebiliriz?

Osmanlı'nın terk etmek zorunda kaldığı topraklarda bıraktığı mirasın korunması yönünde son on yıldır güzel işler yapıldığını teslim etmek gerek. Ancak bu mirasın bilinç boyutu hep ihmal edildi. Balkanlar'daki Osmanlı eserleri üzerine basılmış birkaç kitap, Kudüs'teki Osmanlı mirasıyla ilgili bendenizin birkaç çalışması ve Çamlıca Yayınları'nın özverili çalışmaları dışında elle tutulur bir envanter çalışması bile yapılamadı. Yapılanlar da halka mal edilemediler.

Bizim Osmanlı toprakları üzerinde kurulmuş devletlere ve bu devletlerde yaşayan halklara karşı derin bir sorumluluk duygumuz gelişmediği, bu duygunun gerektirdiği ilmi ve kültürel üretim mekanizmaları harekete geçmediği müddetçe bırakınız Yeni Osmanlı'yı, Eski Osmanlı hakkında bile konuşma hakkımız yoktur.

Kerim Balcı
(Zaman, 19.12.2010)

27 Mayıs'tan önce CHP, gençliği sokağa dökmüştü

CHP 27 Mayıs darbesinin bal gibi içindeydi. Nitekim darbe sabahı Org. Cemal Gürsel telefonda İnönü'ye "Emrinizdeyim Paşam" demiş, ardından iki darbeci subay Paşa'yı ziyaret etmişler ve balkondan halkı beraberce böyle selamlamışlardı.

Son günlerde meydana gelen öğrenci eylemlerinin düğmesine adeta bir "mihrak" tarafından basıldığı sizin de dikkatinizden kaçmamış olmalı. Bundan 50 yıl önce yine aynı şekilde aniden patlak veren ve 27 Mayıs darbesine zemin hazırlayan öğrenci hareketlerinin nasıl başlatıldığını iyi incelemek gerekir.

5 Nisan 1960 günü DP iktidarı ile CHP muhalefeti arasındaki mücadelede son düzlüğe girilmişti. O gün, DP'liler, CHP İstanbul il başkanlığının 21 Mart 1960 gün ve 373 sayılı gizli genelgesini basına dağıtmışlardı. Genelgeden, CHP il başkanlığının, tıpkı komünistler gibi hücre şeklinde ve gizli olarak örgütlendiği anlaşılmaktaydı. Ayrıca her ilçeden iki kişinin merkezdeki emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım'la temasa geçmeleri ve fısıltı gazetesi tekniğini kullanmaları bildiriliyordu.

Ardından hükümet, Tahkikat Komisyonu kurulması için TBMM'de harekete geçti. Komünist hücre teşkilatına benzer şekilde gizli olarak örgütlenen CHP'lilerin yasadışı yollara saparak halkı kışkırtmakta ve üyelerini silahlandırmakta olduğu vs. belirtiliyor, bunun soruşturulması için mecliste bir komisyon kurulması isteniyordu.

İşte dananın kuyruğu tam burada koptu. Zira eğer bu gizli ve "komünizan" örgütlenme iddiası doğru çıkarsa CHP kapatılabilirdi. Bu, darbenin kazaya uğraması demekti. Bunun için Tahkikat Komisyonu'nun çalışmasına engel olunmalıydı. Öğrenciler ne güne duruyordu?

İlk gösteri 19 Nisan'da Kızılay'da gerçekleşir. Bir adım sonrası, 28 Nisan İstanbul ve 29 Nisan Ankara olaylarıdır. Her iki olayı da kendilerinin tezgâhladığını, o tarihte CHP Gençlik Kolları Başkanı olan Alev Coşkun "27 Mayıs İlk Aşkımızdı" kitabında itiraf eder (özetliyorum):

"İÜ Hukuk Fakültesi'nde öğrenciler toplanmıştı. "Castro Nuri" dediğimiz Nuri Yazıcı çıktı, 'Hukukun katledildiği bir ülkede buna tahammül edemeyiz, yürüyelim arkadaşlar' diye bağırdı. Bir bayrak çıkardı, millet yürümeye başladı. Ama bir gün önce bu konunun üniversite kantinlerinde, yurtlarda, partinin gençlik örgütlerinde konuşulduğunu da ifade etmeliyim."

Sonuçta olaylar büyür, Emniyet Müdürüyle Rektör tartaklanır. Polis göz yaşartıcı bombalar atar. İşin garibi, hocalar da öğrencilerle birlikte direnişe geçerler. Turan Emeksiz adlı öğrenci seken bir polis kurşunuyla ölür. İki taraftan da yaralananlar vardır.

Ertesi sabah Ankara'da Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi öğrencileri erkenden okulda toplanıp slogan atmaya başlamışlardır. O sırada bir Anayasa profesörü (o zamanın Süheyl Batum'u diyelim) Bülent Nuri Esen, öğrencilerin omuzlarında olay yerine gelmiş ve bir konuşma yapmıştır. Ancak durumu pek iyi kavrayamamış olmalı ki, sıkıyönetimin anayasanın bir hükmü olduğunu söyleyince yumurtaları değilse bile hakaretleri yemeye başlamıştır. Polisin dağılın uyarısına direnen öğrenciler, "Menderes istifa" diye bağırmış, İsmet Paşa lehine tezahürat yapmışlardı.

Daha sonra Hukuk Fakültesi'ne giren öğrencilerle bazı hocalar polise karşı barikatlar kurup mücadele etmiş, hatta bazı kız öğrencilerin, kütüphaneden kalın ciltli kitapları erkek arkadaşlarına silah olarak kullanmaları için taşıdığı görülmüştü.

Aynı gün İstanbul'da Rektör Sıddık Sami Onar, adeta rapor vermek üzere İnönü'yü Taşlık'taki evinde ziyarete giderken gazetecilere yakalanır. Aynı gün, Menderes'in işbaşına gelir gelmez emekli ettiği Genelkurmay Başkanı Nafiz Gürman ile başka bir org. daha İnönü'yü ziyaret edecektir. Üniversite-CHP-asker cephesi tam siperdir.

Bunu Kızılay'daki 555K adlı gösteri izleyecek, Deniz Baykal o gün parlayan gençlerden birisi olarak yıllar yılı "Menderes'in yakasına yapışan genç" diye anılacak ama kendisi bunu hep inkâr edecekti. Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes, o gün büyük bir cesaretle göstericilerin arasına dalmış ve gençlere "Ne istiyorsunuz?" diye sormaya kadar vardırmışlardı işi. Meydan "Hürriyet istiyoruz!" haykırışıyla çınlıyordu. Ancak her iki lider de gayet sakin davranarak gençlerin üzerine şiddetle gidilmesini engellemişler, bunun üzerine beklenenin tersine gençler yumuşamıştı.

Başbakan ise radyoya çıkmış, milletin sağduyusuna yaslanarak şu masumane sözleri söylüyordu: "Bu kin, bu husumet, bu ihtiras, bu kıskançlık ne için kurutucu bir çöl fırtınası gibi bu güzel vatanın üstünde durmadan estirilmek istenmekte?"

Menderes'e göre "içleri kin ve ihtiras ateşiyle dolu" bir zümrenin oyunuydu bunlar. Onların "milletin tebessümünü dondurmaya kasteden nefesi", hıyanetin "memleketin güzel renklerini soldurmaya matuf kötü niyeti" sahnedeydi. Milleti uyandırmaya çalışıyordu. Ancak asıl ihanetin toz kondurmak istemediği askeri cenahtan geleceğini hesaplayamamıştı.
27 Mayıs'ı ABD mi yaptırdı?

Menderes'in Temmuz 1960'ta Sovyetler'e gideceği belli olunca ABD'nin darbe yaptırttığı söylenir. Bunun soldan bir yorum olduğunu unutmayın. Halbuki Celâl Bayar'ın 1974'te "Günaydın" gazetesindeki anılarında Menderes'in Ruslara, 'CHP üzerinden gençliği tahrik etmekten vazgeçin, gelin anlaşalım', teklifiyle gitmek istediğini anlatır. Başbakan Rusları Türkiye'deki tahriklerine son vermeye ikna edebilseydi CHP'nin darbe planı akim kalacaktı. İşte darbe bu dış politika atağını boşa çıkarmak için yapıldı. Bugün komşularımızla kavgalı kalmamız için diretenlerin kimler olduklarını bilmem bu kıssadan çıkartabildiniz mi?

Mustafa Armağan
(Zaman, 12.12.2010)

8 Aralık 2010 Çarşamba

Dolmabahçe, Çırağan, Ihlamur

Dolmabahçe Sarayı dış görünüşündeki zarafet ve Boğaziçi'nin kazandırdığı ihtişam dışında çağdaşı Avrupa sarayları ile mukayese edilemeyecek bir hacim ve tevazudadır. Bu saraydaki hayat da adeta Topkapı Sarayı'nın ananesini muhafaza etmiştir. Yani sıkışık bir düzen, disiplinli bir hayat hakimdir. Bilhassa Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz zamanlarındaki israf gürültüleri Sultan Abdülhamid devrinde adamakıllı tutumlu bir saray hayatına dönüşmüştür.
Çırağan Sarayı geçirdiği yangından sonra harabeye döndü ama daha beteri, hizmet verdiği I.Meclis-i Mebusan'ın faaliyeti ile ilgili bütün arşivi de kül oldu. Çırağan Sarayı meşum bir saraydır. İçindeki Feriye Karakolu bugün restoran olarak kullanılıyor. İntihar mı cinayet mi? Tartışmaları hala sürüyor.
Sultan Abdülmecid saltanatının yarısını muhtelif yerlerde yaşayarak geçirdi. Dolmabahçe Sarayı dışında, Ihlamur Kasrı gibi bir av köşkü, Haliç'i ve Marmara'yı seyretmek için Çarşamba'da Sultan Selim Camii yanındaki küçük köşk ve Topkapı Sarayı içindeki küçük Mecidiye Kasrı onun devrinde yapıldı. İstanbul'u seyretmeyi severdi. Bunlar bir imparatorluk için israf değildir. Almanya'daki küçük dükalıklarda bile daha fazlası yapılırdı.

İlber Ortaylı
(Türkiye'nin Yakın Tarihi, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2010, Sayfa:216-217.)

İttihatçılar Abdülhamid'in wikileaks belgelerini neden yaktılar?

Madem artık 'internet galaksisi'nde yaşıyoruz, 'wikileaks' türü sürprizlere de hazırlıklı olmamız gerekir. Bu arada çoğunluğun tersine, ABD diplomatlarının Washington'a sırf canları sıkıldığı için not gönderdiklerini sanmadığımı belirteyim.

Wikileaks depremi devam ededursun, biz yüz yıl önce bir dönemi aydınlatacak belgelerin, tam basına sızacakken nasıl imha edildiğini hatırlayalım.

Sultan II. Abdülhamid'in 33 yıllık iktidar dönemi hakkındaki eleştirilerden biri, Hafiye teşkilatı yüzünden toplumda huzur kalmadığı, jurnalciliğin babayı evlattan, kardeşi kardeşten şüphe eder hale getirdiğidir. Ne var ki, Meşrutiyet devrinde üretilen 'efsaneler alayı'ndan başka bir şey değildir bu da.

Peki madem Hafiye teşkilatı bu kadar berbat bir şeydi, jurnalcilik toplumu ifsad etmişti, o İttihatçıların sorumlulardan bütün bunların hesabını sormaları gerekmez miydi? En başta da Abdülhamid'den.

Sorabildiler mi? Soramadılar. Hem de Abdülhamid, "Bir mahkeme veya komisyon kurun, gelip kendimi savunacağım." diye haber yolladığı halde cesaret edemediler.

Neden?

Çünkü Abdülhamid kurduğu mükemmel tasnif sistemi sayesinde aradığı her belgeye anında ulaşabiliyordu.

Çünkü Abdülhamid o sırada Meşrutiyet kahramanı olarak ortalıkta gezenlerin bir zamanlar en yakın arkadaşlarını dahi saraya jurnallediklerini biliyordu.

Çünkü Abdülhamid konuştuğu zaman bütün belgeler 'wikileaks' gibi ortalığa saçılacak ve kahramanlarımız, kuruldukları koltukta oturamaz hale geleceklerdi.

Bu yüzden o uğursuz jurnallerden bir an önce kurtulmaları gerekiyordu.

31 Mart isyanı altın bir fırsat sunmuş oldu. İsyanı bastırdıktan sonra Hareket Ordusu gönüllüleri de, Bulgar eşkıyası da soluğu Yıldız Sarayı'nda almıştı. İlk saatlerde giren çıkanın haddi hesabı yoktu. Halılar kesiliyor, kıymetli eşya yağmalanıyordu. Hüseyin Cahit Yalçın, jurnallerin daha orada ayıklanışını hatırlıyor ve hatta kendisi de bu sırada ilgilendiği bir kısım jurnali alıp cüzdanına yerleştirdiğini anılarında anlatıyor. Bunları, devrin wikileaks'i sayılan gazetesi 'Tanin'de peyderpey yayınlayacaktır.

Gazeteler jurnallerin basına açıklanması için bastırıyordu. Bunun üzerine Meclis-i Mebusan toplandı, bu konuyu görüştü. Bir Evrak Tetkik (İnceleme) Komisyonu oluşturuldu. Komisyon Yıldız Sarayı'na gidip jurnaller de dahil olmak üzere Abdülhamid'in bütün evrakını incelemeye başlamıştı ki, Mahmud Şevket Paşa'dan bir emir daha geldi. Paşa, Yıldız'daki bütün evrakın Harbiye Nezareti'ne (Savunma Bakanlığı) gönderilmesini emrediyordu. Komisyon da jurnalleri kimlerin verdiğini bir deftere geçirdikten sonra evrakı tam 330 sandığa doldurup Harbiye Nezareti'ne gönderdi.

Bu defterdeki isimler hiçbir zaman açıklanmayacaktı, zira koltukları sarsabilir, birilerini kimsenin yüzüne bakamaz hale getirebilirdi. Bunun için bir an önce belgelerin ortadan kaldırılmasına karar verildi.

Evrak Komisyonu'nda görevli Asaf Tugay (emekli süvari binbaşısıdır), Yıldız'dan o zaman Harbiye Nezareti olarak kullanılan bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasına getirilen belgelerin tasnifine girişildiğini doğruluyor. Ancak tasnif başlayınca başta İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları olmak üzere Abdülhamid'in tahttan indirilmesinde rol alanların da jurnallerine rastlanmış, bu durumdan büyük rahatsızlık duyulmuş ve 'kim tarafından verildiği belli olmayan bir emirle' tam 330 sandık dolusu jurnal, Harbiye Nezareti'nin bahçesinde cayır cayır yakılmıştır.

H.Z. Uşaklıgil, 'Saray ve Ötesi' adlı hatıralarında jurnallerin yakılma sahnesini şöyle anlatmıştır:

"Evrak denilen kâğıtlar hükümetin başına bir belâ oldu. Sandıklarla, öküz arabalarıyla Harbiye Nezareti'ne taşıtıldı, bir aralık tasnifine kalkışıldı, bakıldı ki bunları meydana çıkarmak bütün memleketin üzerine kürek kürek çamur atmak demek olacaktı; nihayet galiba hepsini birden yakıp ait oldukları devirle beraber yok etmeğe karar verildi."

Bir başka deyişle açıklanmış olsa bazılarının maskeleri düşecek, yıllar yılı hem muhalefet ediyor görünüp hem de saraya en yakın arkadaşlarını nasıl jurnallediği ortaya çıkacaktı.

Böylece 30 küsur yıllık bir tarih, sırf yaşayanların hatırları için imha edilmişti. Elimizde kalan 500 civarındaki jurnal, hafiyelerin aynı zamanda ne denli önemli işleri takip ettiklerini, mesela Ermeni örgütlerinin Avrupa'daki nefes alışverişlerini bile izleyip saraya haber verdiklerini gösteriyordu.

Bundan 101 yıl önceki wikileaks depremine ateş çare olmuştu. Anlaşılan dünyanın en ileri devleti, bizim İttihatçılar kadar akıllı değilmiş.

CIA'in Türkiye'den kütüphane kaçırdığını biliyor muydunuz?

Wikileaks ile gündeme gelen ABD'nin casusluk teşkilatı CIA, pek bilinmez ama aynı zamanda kültür ajanlığını da üstlenmiştir. Bir örnek:

1950'li yıllarda İstanbul'da Hidayet Dağdeviren adlı bir kitap hastası, Milli Eğitim Bakanlığı'na dilekçe üstüne dilekçe veriyor, 6-7 ev dolusu, sayısı 10 milyonu bulan kitap, dergi, gazete ve belge koleksiyonunu almalarını istiyordu. Bu arada kimsenin ilgilenmediği bu müthiş koleksiyondan eski ABD Başkanı Hoover'in kurduğu enstitü haberdar oldu, derhal kültür ajanlarına haber verildi.

Sonuç: Bu muazzam koleksiyonu California'da Palo Alta şehrinde ziyaret edebilirsiniz!

Mustafa Armağan
(Zaman, 05.12.2010)

4 Aralık 2010 Cumartesi

Haydarpaşa Garı’nda 93 yıl arayla ikinci facia

Haydarpaşa Garı’nda başlayan ve çatısını kül eden yangın hepimizi üzüntüye boğarken, benzeri bir olayın bundan 93 önce de yaşandığı ortaya çıktı. 6 Eylül 1917 günü meydana gelen bir patlamanın ardından Gar binasında yangın çıkmış ve bina ağır hasar görmüştü. Ancak patlamanın gerçek sebebi yıllar sonra anlaşılabilmişti.

Bundan 93 yıl önce, 6 Eylül 1917 günü meydana gelen Haydarpaşa Garı patlaması, kalın bir sır perdesinin arkasına gömülmüştür. Olay, iki satırlık bir resmi tebliğle geçiştirilmiş, millet, patlamanın, bir işçinin elindeki cephane sandıklarından birini yere hızlıca atması yüzünden meydana geldiği masalıyla uyutulmuştu.

Ancak gerçeklerin günün birinde ortaya çıkmak gibi garip bir huyu vardır.

İttihatçılar istedikleri kadar bu yalanı cilalamaya çalışsınlar, hatıralarını 1919′da kaleme alan Liman Von Sanders, sabotajın daha kuvvetli bir ihtimal olduğunu yazmıştır bile. Almanlar bizi bunun bir İngiliz operasyonu olduğuna inandırmaya çalışmışlar, kuş uçurtmadığı söylenen Alman istihbaratının nasıl olup da İngilizlerin sabotajını haber alamadıklarını açıklamamışlardı.

Haydarpaşa Garı, Berlin’den Filistin’e gönderilecek asker, silah ve cephanenin toplandığı ve trenlerle sevk edildiği merkezdi. Yığınla silah ve cephane Haydarpaşa Garı’nda toplanmış, sevk edileceği günü beklemekteydi.

Aslında İstanbul 1917-1918 yıllarında bir “Alman işgali” altındaydı. Her tarafta Alman subayların sözü geçiyor, Alman Genelkurmayı adeta İstanbul’a hükmediyordu. Hatta kimi mahfillerde savaş kazanılırsa İstanbul’un Almanya’nın banliyösü olacağı bile konuşuluyordu.

Tam da sakınılan göze çöp batar misali, Almanların ana karargâhı olan Haydarpaşa Garı’nda o korkunç patlama gerçekleşecek, ölenler, yaralananlar olacak, peş peşe infilaklar İstanbulluların yüreklerini ağızlarına getirecek, tahrip olan Gar binası, aylarca o harap yüzüyle vapur yolcularının yüreklerini dağlayacaktı.
İyi de kimin işiydi bu patlama? İstanbul’un göbeğindeki bu saldırı, İngilizler tarafından yapıldıysa bile mantıklı bir açıklaması olmalı değil miydi? Hedefi saptırmak isteyenler bir İngiliz uçağının bomba atığını söylüyordu ama uçağı gören eden yoktu. Filistin’de cephane bekleyen Mehmetçiğin umutları biraz daha kararırken, basına sansür uygulanması kimin işine yarayacaktı?

Nihayet bir gün olay aydınlandı. Patlama, İngilizler tarafından değil, Fransızlar tarafından gerçekleştirilmişti. Ama nasıl? Dışarıdan bir sabotajla değil, içeriden bir ihanetle.

Fransız istihbaratı, baştan beri İstanbul’dan Doğu’ya sevk edilen silah, cephane ve askerleri sıkı sıkıya takibe almıştı. “Nasıl olur?” demeyin, çünkü Almanların içine sızmış olan bir Fransız casusu, Georg Mann adlı Alsacelı deniz askeri, Haydarpaşa’daki karargâhta kritik bir mevkide çalışmakta, olan biteni, ara sıra yaptığı Berlin yolculuklarında şefine gizlice aktarmaktaydı.
Böylece Alman karargâhının faaliyeti İtilaf güçlerine ispiyonlanıyor, onlar da özellikle İngilizlerin Filistin cephesinde ellerini rahatlatacak bir tedbiri İstanbul’da almanın çaresine bakıyorlardı. Casus Georg Mann, ekibiyle çalışarak patlayıcıların ateşlenmesini sağlamıştı.

Gün gelmiş, bir tanık hatıralarını bir dergiye anlatarak olayın içyüzünü deşifre etmişti.

A. Baha Özler, Georg Mann ile beraber çalışan görevlilerdendir. Patlamanın duyulduğu dakikalarda Cağaloğlu yokuşundan aşağıya doğru koştururken görür arkadaşı Mann’ı. Beraberce bir motora binip Haydarpaşa’ya doğru yola çıkarlar. Garip şey; Mann’ın elinde nereden bulduysa bir fotoğraf makinesi vardır ve patlamanın fotoğraflarını nefes almadan çekmektedir. Tanığımız şüphelenir durumdan ama susar. İstanbul İtilaf kuvvetlerinin işgaline uğrayıncaya kadar kafasında taşır bu muammayı.

Artık Alman subaylar İstanbul’u terk etmişlerdir ya, Baha Bey bir gün Kohut birahanesinde garip giyimli biriyle karşılaşır. Adam kendisini eski arkadaşı George Mann olarak tanıtırsa da, o sırada Alman subaylara yaklaşmak İngilizlerce cezalandırıldığı için çekinir. Bunun üzerine Mann cebinden bir karne çıkartıp uzatır. Baha Bey hayret dolu bakışlarla göz atar karneye. Eski arkadaşının adı, “Georges Mann” olmuştur ve altında Fransızca “Bizim adamımızdır” yazılıdır. Mann, patlamayı kendilerinin gerçekleştirdiklerini göğsünü gere gere anlatmaktadır. Baha Bey şaşkındır. Yıllar yılı düşman hesabına çalışan bir istihbaratçı ile birlikte çalışmıştır da haberi olmamıştır. “Derin bir üzüntü duyuyor ve vicdan azabı çekiyordum” diyor ve ekliyor: “Müttefik ve dost bildiğim bu haine kim bilir ne yardımlar yapmış, ne potlar kırmış ve ne haltlar işlemiştim!

İşte İstanbul’un ve Osmanlı’nın tarihindeki o kara gün, belki de Filistin’in elimizden kayıp gidişini hızlandıran o uğursuz olay, Almanların içine düşman istihbaratçıların sızmasının eseriydi.

Nitekim dost ve müttefik bildiğimiz Almanlar, çok değil, 3 ay sonra Kudüs İngilizlerin eline düşer düşmez sanki şehre savaştıkları İngilizler değil de, kendileri girmiş gibi sokaklara dökülecek ve bu kutsal şehrin Müslümanların elinden kurtarılışını çılgınca kutlayacaklardı.

Peki kim dost, kim düşmandı? Yoksa o sözde dost, bizi düşmanın tahribatından daha derinden ve daha içeriden mi yıkmıştı?

Mustafa Armağan
(Zaman, 28.11.2010)