23 Aralık 2011 Cuma

Türkler ve İbadet


Bartholomaeus Georgievic 16 yaşlarında bir delikanlı iken Mohaç seferi (29 Ağustos 1526) esnasında Türkler tarafından esir alınmış ve 13 yıl Türklerin esaretinde kalmıştır. Kurtulduktan sonra Avrupa'da Türklerle ilgili yayınlar yapmıştır. Kitabından bir parça;

...Türklerin, büyük masraflarla inşa edilen muhteşem ibadethaneleri vardır. Türkler kendi dillerinde buna "Mescit" demektedirler. Bu ibadethanelerin içinde hiç resim yoktur, sadece Arapça olan şu yazıyı gördüm: "La illah ilellah, Mehemmet İrretsul Allah, tanre bir peygamber hak" Bunun karşılığı şudur; Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur, Mehemmed onun elçisidir, Yaratan tek ve peygamberler eşittir. (Yazar manaları birbirine karıştırmış ve bazı yazıları okuyamammıştır)....

İbadethanenin yanında şaşırtıcı yükseklikte bir kule vardır. İbadet vakti geldiğinde kuleye onların imamları çıkar ve parmaklarıyla kulaklarını tıkayarak yüksek sesle "Allah Hecber" sözünü üç defa tekrar eder. Bunun anlamı tanrı tektir, gerçektir. Bunu duyanlar, eşrafdan olsun, avare avare dolaşanlar olsun, ibadetten yükümlü olan herkes bir araya gelirler. İmam kuleden aşağa iner ve onlarla birlikte dua eder. Bunu, vazifesi gereği günde beş defa gündüz v gece boyunca yapması gerekir.

Dua etmesi gereken herkes ellerini ayaklarını ve ayıp yerlerini yıkar. Sonra da üç defa başlarınıa su sıçratırlar ve şu sözleri söylerler; "Elhemdulillahi". Anlamı; Allah'a hamd olsun. Sonra ayakkabılarını -buna paşmak derler - çıkarırlar ve ibadethanenin kapısının önünde bırakıp içeri girerler. Bazıları yalınayak bazıları da temiz ayakkabılarıyla girerler. Buna "mes" denilmektedir. Bunlarla (kirli) yere basmamaktadırlar.

Kadınlar hiçbir zaman erkeklerle biraraya gelmezler. Erkeklerin onları görüp duyamayacağı, kendilerine özel yerleri vardır. Kadınlar ibadethaneye çok ender giderler; mesela Paskalya (bayram) ve "Cuma günü"...

Kaynak; Bartholomaeus Georgievic'in Türkler Hakkındaki "De turcarum Ritu Et Cearmoniis" (1544) Adlı Yazısı ve Türkçe Tercümesi N. Melek AKSULU BELLETEN, 216, Cilt: LVI - Sayı: 216 - Yıl: 1992 Ağustos(a.s)

Dersim Katliamının Belgesi


"Resmî belge, henüz Başbakan açıklamadan iki yıl önce ilk kez NTV Tarih Aralık 2009 sayısında yayınlanmıştır. Aralık 2011 sayımızda da belgenin detayı tekrar kullanılmıştır. Detaylı bilgi bu sayımızdadır."

NTV Tarih

Bir paşa öldürdü, İstiklal Mahkemesi'ne başkan oldu!


(İskilipli Atıf Hoca'nın eşine idamından 40 gün kadar önce yazdığı
son mektup: "İnşaallah yakın zamanda kavuşuruz. Size bir sepet elma gönderdim." diyor.)

Gazetelerde bir haber: "Hatay'ı Fransızlardan 7 milyon franga satın aldık." Haydi bakalım gelsin yorumlar: "Vay canına, demek ki yakın tarih bilgilerimiz külliyen yalanmış. Biz de Hatay'ı bileğimizin hakkıyla kurtardığımızı zannediyorduk. Meğer neymiş?" Körlerin fili tarifinden farkı yok bunun. Eline 'belge' geçiren ortalığa fırlayıp basıyor manşeti. Gerçek kimin umurunda? Ama gerçeğin birilerinin umurunda olması lazım. Jose Saramago'nun "Körlük" adlı romanındaki gibi çoğunluğun kör olduğu bir yerde birilerinin gördüklerini söylemesi şart.. Hadi ben dahasını söyleyeyim: Fransızlara verdiğimiz para 7 milyon frank değil, tam 35 milyon franktı! Ancak kimse Fransa'ya verilen bu paranın mahiyetini sormuyor.

Ben sordum. 'Hatay uzmanı' denilince akla ilk gelen isim olan Mehmet Tekin, Fransa'ya üç taksitte ödenen 35 milyon frangın Hatay'ın satış bedeli olmadığını, bunun oradaki Fransız yatırım ve tesislerinin karşılığı olarak ödendiğini söyledi. Tekin'e göre ilk taksitte 3 milyon frank ödenmiş, arkasında 25 milyon franklık bir ödeme gerçekleştirilmiş. Son taksit 7 milyon franktır ki, gazetecimizin bulduğu belge de bununla ilgilidir.

Türkiye'de tarih neden bu kadar gazetelere düşüyor? Tarihçiler arasındaki teknik bir tartışma olarak kalması gerekirken, neredeyse bütün kamuoyunun tarihî konularla bu denli ilgili olması tuhaf gerçekten de.

Bunun açıklamasını ben tarihin yıllarca bastırılmasında görüyorum. Kemalist tarihin efendi anlatı olarak topluma dayatıldığı uzun bir tek eksenli tarih eğitiminden günün birinde nasıl olsa çıkacaktık. Bu çıkış, 1950'lerde ümit verici gelişmeler gösterdi. Yasak olan hatırat yayınlamak serbest hale geldi. Ali Fuat Cebesoy gibi Atatürk'ün en yakın arkadaşlarından biri bile "Milli Mücadele Hâtıraları"nı ancak Demokrat Parti döneminde yayınlatabildi. Turgut Özal döneminde beliren rahatlama ikinci adım oldu. 28 Şubat postmodern darbesi Kemalist (yoksa "Kamalist" mi demeliydik?) tarihi diriltmeye yönelik son çabalayıştı.

Artık Post-Kemalist dönem başlamıştır ve bu dönemin en çarpıcı simgesi, Dersim katliamının kamuoyunun önüne serilmesi ve gözlerin Tek Parti döneminin karanlıklarını daha iyi görmeye başlamasıdır.

Yaşadığımız olay, "bastırılanın geri dönüşü"dür ve bu sürecin henüz başlarında bulunuyoruz. Arkası gelecek. Birilerinin korkuları bundandır. Bu süreçte İstiklal Mahkemesi'nin başına cinayet işleyen birinin getirildiğini de tartışarak öğreneceğiz.

Meclis'te cümle alemin gözü önünde Deli Halid Paşa'yı vuran, bunu da mahkemede itiraf eden ama nasılsa beraat ettirilen Kel Ali, sadece bir yıl sonra İstiklal Mahkemesi'ne üstelik "Başkan" atanmıştı. Katillerin hakimlik yaptığı bir dönemdi o.

İşte o sözde hâkimin torunu Osman Paksüt tartışmalar üzerine bir açıklama yapmış: Güya İskilipli Atıf Hoca şapka kanununa muhalefetten değil de, vaktiyle Teali-i İslam Cemiyeti'nin yayınladığı Milli Mücadele aleyhtarı beyannameye imza attığı için idam edilmiş.

Hukuk, delil demektir. Açarsınız en önemli hukukî belgeler olan iddianame ve kararı, görürsünüz neden idam edildiğini. Diyeceksiniz ki, İstiklal Mahkemeleri'nin arşivi henüz açılmadı. Evet, henüz açılmadı ama bundan 18 yıl önce, 1993'te İşaret Yayınları İstiklal Mahkemesi tutanaklarını bastırdı. Hem de Osmanlıca orijinaliyle birlikte.
İskilipli Atıf Hoca mahkeme sırasında Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya (hani şu Afyon'da heykeli yapılan 'kahraman') ve diğer heyet üyelerinin yönelttiği suçlamaları sırasıyla çürütürken, laf dönüp dolaşıp Teali-i İslam Cemiyeti'nin bildirisine geliyor. Atıf Hoca bildiriyi imzalamadığını ve imzalayan arkadaşlarını ikna etmek için nasıl çaba sarf ettiğini anlatırken, kendisinden bunu ispat etmesi isteniyor. O da belgeyi sunuyor. "Vakit" gazetesinin 1034. sayısında yayınlanmış bir tekzibname, yani yalanlama haberi. İskilipli, bu kesin delille mahkeme heyetinin iddiasını çürütmüş oluyor.

Hoca'ya illa bir suç yakıştırmak isteyen mahkeme heyeti ne yapıyor biliyor musunuz? Onu salondan attırıyor! Başkanın şu sözleri gayet manidardır: "Sus! Bizi çileden çıkarma!"

İşte İstiklal Mahkemesi'nin adaleti... Bir de karar metnine bakmaya ne dersiniz?

Kararda Atıf Efendi'nin TC'nin yenilik ve ilerlemeye doğru attığı adımlara engel olmak ve halkı isyan ve irticaya teşvik etmek kastıyla 1924 sonlarında "Frenk Mukallitliği ve Şapka" adlı kitabı yayınladığı, 1925 tarihli Şapka kanunundan sonra isyan çıkan bölgelerdeki aramalarda kitabın bulunduğu ve eserin masum halkın fikirlerini iğfal ve isyanın çıkışında etkili olduğu belirtildikten, yani asıl suçlama şapka üzerinden yapıldıktan sonra buna 'zoraki bir yorum' ekleniyor.

Bu yorumda Hoca'nın daha 1909'dan itibaren karıştığı olaylar zikrediliyor ve inkâr etmesine rağmen bildiride imzası olduğu iddia ediliyor ama bundan dolayı suçlanmıyor. Bu husus, şapka hakkındaki kitabından dolayı suçlandıktan sonra onun zaten eskiden de bu işlere müsait bir şahıs olduğu iddiasını destekleyici bir yorum şeklinde karşımıza çıkıyor

Nitekim idam cezası, TCK'nun 55. maddesi gereğince anayasayı tamamen veya kısmen değiştirmeye cebren teşebbüsten veriliyor (s. 291). Anayasayı değiştirecek ne gibi bir eylemde bulunduğu meselesi bir yana (altı üstü bir kitap yazmıştır), kararda Atıf Hoca için vatana ihanetten bahsedilmemesi de idamın doğrudan doğruya kitabının şapkayı protesto edenleri, onların deyişiyle irticayı tahrik ettiğinden dolayı verildiğini ortaya koymakta. Asıl vatana ihanet suçlaması Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca için yapılmıştır ve karar metni dikkatle okunmadığı için birbirine karıştırılmıştır.

Zaten beraber asıldıkları merhum Ali Rıza Hoca ile Atıf Efendi'yi kader adeta birbirine bağlamıştır. Mesela kendisi de aynı mahkemede yargılanan Tahirü'l-Mevlevi'nin tanıklığından anlıyoruz ki, rüyasında Peygamber Efendimiz'i (sav) gören ve savunmasını onun uyarısı üzerine yapmayan kişi Ali Rıza Hoca olduğu halde, bu tavır İskilipli Atıf Hoca'ya yakıştırılagelmiştir.

3 Şubat 1926 sabahı Ankara'da, Meclis'in önünden geçenler dilini yutmuş bir kalabalığa rastlayacak ve merak edip baktıklarında beyazlar içindeki iki cesedin sehpalarda sallandığını göreceklerdi. Uzun boylusunun Atıf Hoca olduğunu sadece bilenler bilecekti.

Mustafa Armağan
(Zaman, 11.12.2011)

Misyonerlerin Vakıf Avı


(Antep (Ayıntap) Protestan Okulu)

İkinci Meşrutiyet sonrası, İttihat ve Terakki hükümeti zamanında ortaya çıkan uygulamalardan birisi de misyonerlere mülk satışının ve devrinin serbest bırakılması idi. Bu satışlarla ilgili en çok infial uyandıran konuların başında da Amerikalı misyonerlerin bazı vakıf arazilerini satın almasına ya da uzun süreli kiralamasına karşı, Meşrutiyet sonrası yönetimin hiç ses çıkarmaması, hatta açıkça vakıf arazilerinin satışına ya da kiralanmasına bile bile izin vermesi gelir.

Bu hususta ilk örneklerden birisi İstanbul’da yaşanmıştı. İstanbul Rumelihisarı’nda Bebek Kayalar semtinde Robert Kolej’e bitişik Reisülküttap Mustafa Efendi Vakfı’na ait yirmi bin sekiz yüz yetmiş zira tarla; Amerikalı Dr. Caleb F. Gates tarafından satın alınarak, 23 Nisan 1911’de Robert Kolej’e verilmiş ve bu tapu İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından da tasdik edilmişti.

Reisülküttap Mustafa Efendi Vakfı; Sultan Birinci Mahmud devri reisülküttaplarından Mustafa Efendi’nin İstanbul Langa’da Hacı Ferhad Mahallesi’nde yaptırdığı Darü’l-Hadis ve muallim mektebini yaşatmak için kurduğu büyük ve önemli bir vakıftı.

Kitaba da çok düşkün olan Mustafa Efendi, bütün kitaplarını bu vakfa bağışlamış, hatta bir kütüphane açmaya niyetlendiyse de buna ömrü yetmemiş, 1749 yılında vefat etmişti.

Ancak Mustafa Efendi, ölmeden önce yaptırmayı düşündüğü bu kütüphanenin iki dersiam, bir şeyhü’l-kurra ve iki hafız-ı kütüpten oluşan kadrosunu hazırlamış, hatta bunları geçici olarak Valide ve Mahmud Paşa Camilerinde vazifeye bile başlatmıştı. Mustafa Efendi’nin oğlu, Sultan Üçüncü Selim devri şeyhülislâmlarından Mustafa Âşir Efendi; babasının bu arzusunu yerine getirmek için onun ölümünden tam 51 yıl sonra belirtilen yerde bir kütüphane binası yaptırmış ve kendi adıyla anılan “Mustafa Âşir Efendi Kütüphanesi”ni kurmuştu. Bu kütüphane sadece okuyucu ve araştırıcılara hizmet vermemiş, devrin önemli âlimlerinin hatt ve kıraat derslerine de ev sahipliği yapmıştı.

Vakfın, İstanbul ve Kastamonu’da Reisülküttap Mustafa Efendi ile zevcesi Emine Hanım, oğulları Abdürrezzak Paşa, Şeyhülislâm Mustafa Âşir Efendi, Hacı Mehmed Hafid Efendi ve kızı Hâfize Hanım ile aileden Mekke Kadısı Giridî Hacı Ahmed Efendi taraflarından vakfedilmiş çok miktarda geliri vardı.

1919 sonlarında, Mütareke döneminde vakfa ait bir dükkân karakol olarak kullanılmak üzere İstanbul Emniyet Müdürlüğü 3. Şubesi tarafından kira bile verilmeden işgal edilmişti. Bunun üzerine hem Vakıflar Müdürlüğü, hem de vakfın mütevellisi Mustafa Kâmi Efendi bu konuda ya karakolu oradan çıkartmak ya da kira alabilmek için Hükümet nezdinde girişimlerde bulunmuşlardı. Hükümet ise ancak 25 Nisan 1921’de, yaklaşık iki yıl sonra karakolun kirasını ödemeye karar vermişti. Kısacası vakıf Amerikalılara satıldığında sahipsiz kalmıştı.

Merzifon’da Misyonerler
Vakıflarla ilgili benzer gelişmeler Merzifon, Konya, İzmit-Bahçecik ve Maraş’ta da yaşanmıştı. Merzifon’da 1855’te personelinin maaşını ödeyemediği gerekçesi ile Çelebi Sultan Mehmed Han Vakfı Mütevellisi vakfa ait üç hamamı satmıştı. Ardından Merzifon merkezde olan, Çelebi Mehmed eseri iki cami, bir medrese ve Devlet Hatun Zaviyesi’nin masraflarını karşılayan vakıf yeniden zor durumda kalmıştı. Bu kez de vakfın küçük bir kısmı komşu arsanın sahibi Ermeni Manil’e satılmış, ondan da kızı Serpohi’ye miras kalmıştı.

Ekim 1869’da Serpohi bu mülkü Amerikan Papaz Okulu yapmak üzere Merzifon’a gelen Amerikalı misyonerlere satmak istemişti. Ancak devlet burasının bir bölümünün vakıf olduğunu satış sırasında öğrenmiş ve buranın yıllık 300 kuruş kira ile American Board Misyonerlik Örgütü adına arsayı satın almaya gelen ve daha sonra Robert Kolej’in kurucusu olan Cyrus Hamlin’e -üzerine bir mektep yapmak üzere- uzun süreli olarak kiralanmasına karar verilmişti. Buraya yapılacak üç katlı kâgir okul binasının uzunluğu ve eni 31,5 metre ve yüksekliği de 15 metreyi geçmeyecekti.

Sultan İkinci Abdülhamid her zaman Merzifon’daki Amerikan misyonerlik faaliyetlerini engellemek istemiştir. Özellikle kolejin 1894-1896 Ermeni olaylarındaki önemli rolü sultanı daha çok kızdırmıştı. Kolej öğretmenlerinden Tomayan ve Kayayan tutuklanmış, kolej binası halk tarafından yakılmıştı. Sultan, 19 Nisan 1895 tarihli bir iradesinde hükümetten acilen “Merzifon’daki Amerikan Mektebi’nin hangi zatın zamanında ve kimin ruhsatıyla açılmış olduğunun, ne kadar öğrencisi bulunduğunun, okulda Müslüman talebe olup olmadığının, varsa miktarının ne kadar olduğunun” araştırılarak arzını istiyordu.

Sultan, kolejin özellikle Ermeni komitacılar yetiştirmekte olduğu konusundaki istihbaratları çok ciddiye almış, bunun için kolejin yanına bir karakol yapılmış ve maarif müfettişlerince kolej sürekli teftiş edilmişti. Bu arada gümrük görevlilerinden de Merzifon Amerikan Koleji’ne gelen eşya, yazı ve kitapların daha sıkı bir şekilde kontrol edilmesi talep edilmiş, kolejde olup bitenlerle ilgili, bazı öğrencilerden muhbir olarak yararlanılmak istenmiştir. Ayrıca 19 Temmuz 1904’te Merzifon’daki Amerikan Koleji’nin Merzifon ve çevresine yönelik zararlı etkilerini sınırlandırmak için Merzifon’da bir idadi mektebi (lise) açma kararı alınmıştı.

Bu arada kolejin mülk alma girişimleri İkinci Abdülhamid Han devrinde de devam etmiş, Temmuz 1893’te Merzifon’da okul öğretmenlerinden Papaz Dr. Malcome’un tasarrufunda bulunan arsanın Amerikan Misyonerleri Mektebi namına satış muamelesine, mahzurlarından dolayı izin verilmemişti. Aralık 1899 sonrasındaki bütün teşebbüslere rağmen Merzifon Amerikan Mektebi’ne bitişik, üç Müslüman kadına ait olan arazi, “bu arazinin sonradan mektebe satılarak genişletileceği endişesiyle” alıcısı olan Ermeni Katolik cemaatinden Bedrosyan Agop’a satılmamıştır.

Misyoner Dostu Meşrutiyet Devri
İkinci Meşrutiyet sonrası durum misyonerlerin lehine değişmişti. Merzifon’da Çelebi Sultan Mehmed Han Vakfı’na ait olarak misyonerlerce kullanılan arazinin büyük kısmı Amerikalı Misyoner Charles Johns tarafından kiralanarak hastane yapılmak üzere 18 Ocak 1911’de American Board’a verilmiş ve bu sözleşme İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından da hemen onaylanmıştı. Misyoner Charles Johns’un ilk olarak 5 Ocak 1911’de Merzifon Çelebi Sultan Mehmed Han Vakfı’nın mutasarrıf olduğu mahalde American Board Misyonerler Şirketi adına hastane inşası için ruhsat talebi olmuş, bu talep 13 gün sonra Bakanlar Kurulu’nun olur kararı ile hızlı bir şekilde neticelendirilmişti. Bundan sonra 18 Ocak 1911’de Bakanlar Kurulu tarafından ikinci bir ruhsat verilerek bu kez; Merzifon Çelebi Sultan Mehmed Han Vakfı’na ait 19 dönüm (11.472 metrekare) iki adet tarlanın kira ile Charles Johns’a tahsisi yapılmıştı. Misyonerler verdikleri dilekçede 19 dönümlük bu geniş arazinin 945 metrekaresini hastane inşası için kullanacaklarını, kalan yerlerin bir kısmının ihtiyaçlarına yetmeyen yetimhanenin, Kız Okulu’nun, Hayat Mektebi’nin ve hasta muayene odalarının yeniden yapımında kullanılacağını belirtmişlerdir.

Ayrıca artan araziyi de hastanenin bahçesi olarak kullanacaklarını ve arsanın etrafını da duvarla çevireceklerini vurgulamışlardır. Bir de kendilerinden emlak vergisi alınmamasını, buna karşılık 55.000 kuruş kıymetindeki 17 dönümlük bölümün binde onu (10/1000) oranında vakıf kirasını muntazaman ödeyeceklerini bildirmişlerdi. 18 Ocak 1911 tarihli Bakanlar Kurulu kararı; bir başka deyişle Sadrazamın mührünün, Şeyhülislam ile Adliye, Hariciye, Evkaf, Bahriye, Maarif ve Ticaret Nazırlarının imzalarının olduğu bir kararla bu ecdat yadigârı vakıf da Amerikalı misyonerlere kiralanmıştı. İşin acı yanı, devlet yöneticilerinin bu kararı, maalesef buranın vakıf olduğunu bile bile almış olmalarıdır. Ayrıca Merzifon Amerikan Koleji öğretmenleri için lojman yapılmasına izin verilen 62.000 kuruş değerindeki 13,5 dönümlük daha kıymetli kalan bölümden de vakfa 10/1000 nispetinde kira alınması söz konusu olmuş, ancak buradaki Amerikalı öğretmenlerden kurumun kira almaması sebebiyle, -eğitime destek için- hükümet bundan vazgeçmiştir.

Amasya’da valilik yapan Çelebi Sultan Mehmed, 1411 yılında Medrese Önü Camii diye bilinen, Selçuklu geleneğine uygun, ahşap sütunlu bir cami yaptırmış, yine aynı yıl onun emriyle caminin kuzeyine bir de medrese inşa edilmişti. Çelebi Mehmed, Merzifon’daki bazı büyük mülkleri de cami ve medresenin asırlarca hizmet vermesi için vakfetmişti.

Vakfın bir başka vazifesi de Merzifon ve Tokat’ta bulunan bağ ve bahçelerin sulanması idi. Vakıf asırlarca bu konuda hizmet vermiş, hatta Merzifon’daki Piri Baba Dergâhı’nın tarlalarına da bu vakfın hayratından su verilmişti. Ancak vakıf gittikçe çalışamaz hâle gelmişti. 1893’te Merzifon’da Ermeni isyanı sebebi ile 4. Redif Taburu burada tutulmuş ve bu askerler başta cami olmak üzere Çelebi Mehmed Han Vakfı’na yerleştirilmişlerdi. 1899’da bölgeyi teftişe gelen Şakir Paşa’nın 30 Mayıs 1899 tarihinde Mabeyne, Merzifon Kaymakamına, Amasya Mutasarrıfına, Evkaf Müdüriyetine yeniden ihyası için acil notu ile yazdığına göre bu sırada vakfın “bir bölümü askeriyenin işgalinde ve bir bölümü de harap vaziyette” idi. Şakir Paşa, vazifelilerden Merzifon’da asker işgalinde ve harap vaziyette bulunan Çelebi Mehmed Vakfı ile iki caminin bir an önce tamirini ve yenilenmesini talep etmişti. Misyonerler de bu harap durumdan istifade ederek burayı işgal etmeyi başarmışlardı.

Konya’da Mevlana Vakfı’nın Başına Gelenler
Konya’da ise Halep Mevlevihanesi eski şeyhi Amil Çelebi’nin oğlu Tahir Çelebi ve damadı Ferid Efendi, Hz. Mevlana sülalesine ait bir vakıf malını misyonerlere satmıştı. Osmanlı Devleti asırlarca Hz. Mevlana ve Mevlevîlikle ilgili kurulan vakıflar ve yapılan temliklere ayrıcalık tanıyarak, bu taşınmazların tamamına “Celâliye Vakıfları” adını vermişti. Altı asırlık Osmanlı devrinde dördü “guzât” ve dördü de “eizze” olmak üzere sadece sekiz mübarek şahsiyet adına kurulan vakıflardan biri de Hz. Mevlâna adına kurulmuştur. Müstesna evkaf olarak vasıflandırılan bu vakıflar; hükümetin ve evkaf idarelerinin müdahalesi olmadan, doğrudan doğruya hususî mütevellileri tarafından serbestçe idare ediliyorlardı.

Eizze vakıfları; manevi yönden toplum üzerinde geniş nüfuza sahip, yetişkinlerin eğitiminde tekke ve zaviyeler yoluyla müessir rol oynayan, Mevlâna Celâleddin-i Rumî gibi din ve tarikat büyüklerine tahsis edilmiş toprakların veya bu kişi ve ahfadının özel mülkleri olan gayrimenkullerin vakıflaştırılması suretiyle ortaya çıkıyordu. Bunlardan Abdulkadir-i Geylani Hazretlerinin Vakfı Bağdat ve Musul; Hz. Mevlâna Celâleddin Vakfı Konya ve çevresi; Hacı Bektaş-ı Veli Hazretlerinin Vakfı Ankara ve Kırşehir; Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin Vakfı ise Ankara-Konya arasında bulunuyordu.

İşte Çelebi ailesinin misyonerlere sattığı arazi böyle bir arazi idi. Meram Yeniyol’da Yüksek Mezarlık mevkiinde bulunan bu 10 dönümlük araziyi Mayıs 1911’de fiyatının nerede ise iki katına o günlerde Konya’da bir Amerikan Hastahanesi kurmuş olan Amerikalı misyoner D. William Dodd satın almıştı. Ancak başta Konya Babalık Gazetesi olmak üzere halkın tepkisi karşısında kendilerinin, arsalarını Kayserili Lazari Usta’ya, onun da Amerikalı misyonerlere sattığını ileri sürmüşlerdi. Ancak gariban Lazari Usta’nın bu çok pahalı -bedelinin iki katına- satılan arsaları alacak parayı nereden ve kimlerden bulduğunu bir türlü açıklayamamışlardı. Âmil Çelebi ailesi ise bu satışa gerekçe olarak, çektikleri “rızık sıkıntısını” göstermişti.
Halep Mevlevihanesi postnişini olarak refah içinde yaşayan Çelebi Efendi, “Mevlevihane’nin akarını çarçur ettiği ve kendi çıkarına kullandığı” suçlaması ile uzun araştırmalardan sonra 31 Ocak 1906’da pek de alışılagelmedik bir uygulama ve gerekçe ile görevinden azledilmişti. Sultan İkinci Abdülhamid onun “malî sıkıntı çektiği” gerekçesi ile görevine iade talebini de ısrarla reddetmişti.

İkinci Meşrutiyet sonrasında Çelebi, yeni iktidardan da benzer isteğini sürdürmüş, ancak Halep’ten gelen tepkiler ve önceki dosyası nedeni ile onun bu isteği birçok kez reddedilmişti. Daha sonra Konya’daki Postnişin Abdülhalim Efendi’nin azli ve yerine Veled Çelebi’nin tayini ile şartlar aniden değişmişti. Çünkü yeni postnişin Veled Çelebi; Konya’da kendine olan tepkileri azaltmak ve postnişinler arasında sevilen bir kişi olan Âmil Çelebi’nin desteğini alabilmek için -hakkındaki bütün delil ve iddiaları bir kenara bırakarak- İstanbul’a “Âmil Çelebi’nin güzel evsaf ve ahlakından bahisle Meclis-i A‘yan azalığına yahut münasip bir memuriyete tayini hakkında” Konya eşrafına ve bazı çelebilere de imzalattığı bir yazı göndermişti. Bunun üzerine Nisan 1911’de tekrar eski görevine tayin edilmiş, ancak Halep’teki postnişin Şeyh Sadeddin Efendi ona bu görevi Veled Çelebi’nin çektiği sert bir telgraftan sonra devretmişti.

İzmit-Bahçecik’te Kanadalı olduğu için İngiliz vatandaşı da olan American Board temsilcisi ve “Bardezag High School” adlı meşhur okulun müdürü, Y. M. C. A.’nın Türkiye’deki ilk genel sekreteri Lawson P. Chambers’in babası Robert Chambers, Bahçecik kasabasında Halil Paşa Vakfı’ndan daha önce gayrı resmi olarak satın aldığı dut bahçesini 18 Haziran 1907’de ipek üretimi için “böcekhaneye” çevirmek istemiş, kendisine bu izin verilmemiş, konunun araştırılacağı söylenmişti. Böylece iş sürüncemeye bırakılmıştı. Ancak diğer vakıflarla ilgili bu gelişmeleri duyan Chambers 9 Nisan 1913’te konu ile ilgili yeniden Osmanlı Hükümeti’ne müracaat etmişti. Bu kez cevap jet hızı ile gelmişti. 20 Nisan 1913’te Osmanlı Hükümeti, ipekhanenin çalışma düzeni ile ilgili bazı özel şartlar koyarak Chambers’in isteğini olumlu karşılamıştı. Böylece Bahçecik’teki Halil Paşa Vakfı da resmen Amerikalı misyonerler tarafından ele geçirilmişti.

Vezir-i Azam Halil Paşa adına yapılan ve daha sonra Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdai Vakfı’na ilhak edilen bu vakfın Bahçecik’teki bağları 1857’de aynı köyde yaşayan Atinos oğlu Ohannes adlı gayrimüslime geçmiş , muhtemelen de onun varislerinden gayrı resmî olarak misyoner Chambers tarafından satın alınmıştı.

Maraş’ta da Dulkadiroğulları hükümdarlarından Alâeddin Devle Bey adına yaptırılan ve Alaüddevle Cami-i Kebiri , Beğtuniye Camii ve Medresesi , İklime Hatun Mescidi , Taş Medrese , Nebeviye İmareti ve Medresesi, Mektûbe Medresesi Seyyid Mazlum Zaviyesi gibi Kahramanmaraş’ın kültür tarihi açısından temel taşı olan birçok cami, medrese ve zaviyenin bânîsi Alâeddin Devle Vakfı’na ait ve Maraş Amerikan Kız Mektebi’ne bitişik büyük bir vakıf arazisi ve konak önce Maraş Amerikan Kız Koleji’nin İngiliz Müdürü Misyoner Mekalim tarafından eski Maraş Mutasarrıfı Dede Paşa’dan satın alınmıştı. Dede Paşa Konağı Eylül 1899’larda bir süre Maraş Amerikan Mektebi’nin yetim öğrencileri için yurt olarak kullanılmış, Sultan İkinci Abdülhamid kolejin akıbetini yakından izlemişti.

Fakat İkinci Meşrutiyet sonrası durum değişmiş, konak ve geniş arazisi 2 Aralık 1913’te üzerinde Amerikan Kız Koleji için “bir musiki binası inşası” izni ile birlikte American Board Misyonerlik Örgütü’ne devredilmişti. Böylece asırlar önce Dulkadiroğulları hükümdarlarından Alâeddin Devle Bey adına yaptırılan çok önemli bir vakıf American Board Misyonerlik Örgütü’ne peşkeş çekilmişti.

Ahmet Uçar
(Yedikıta Dergisi, 40. Sayı, Aralık 2011)

Kaynaklar: BOA, BEO. 1240/ 92933, 3885/291358; 2378/178348; 1624/121750, 2753/206453, 3856/289178, 3875/ 290578, 3080/230965, 4163/312185; İ.HR. 425/ 1329/R-08; C.MF. 6/281, 35/1279, 140/6966, 150/7494, 180/8959, 253/12863; EV.HMH.d. 8532; EV.HMH.d. 8144, 8225, 8273, 8274, 8532, 8725; HAT. 1414/ 57765; DH.HMŞ. 32/13; 31/38, 4/1-22; DH.İ.UM. 6/2- 35; İ.DUİT. 113/60; İ.HUS. 36/ 1312/L-066; Y.PRK.BŞK. 60/121; A.MKT.MHM. 22/50, 662/34; DH.TMIK.M. 79/19, 101/50, 113/63; 123/17, 128/37; MF.MKT. 465/6, 105/29; ŞD. 86/19, 380/1, 461/24, 1806/24; İ.MMS. 135/ 1329/M-16, 172/ 1331/Z-13; DH.İD. 123/3, 160- 2/4, 163/33, 43-2/ 27; A. MKT. UM. 377/54; Y.EE. 134/18; C.EV. 52/2586, 142/7054, 281/14322, 10/470, 107/5313; HR. MKT. 217/86; İE. EV. 31/3616, 48/5296; İ. ML. 93/ 1331//Ca-07; DH.MUİ. 119/46; Y.MTV. 289/185; Gülbadi Alan, Amerikan Board’ın Merzifon’daki Faaliyetleri ve Anadolu Koleji, Ankara 2008; Sadi Bayram “ Merzifon Çelebi Mehmed Vakfı Üzerine Bazı Belgeler”, Prof. Dr. Hatice Örcün Barışta’ya Armağan, Ankara 2009; Nazif Öztürk, Menşe’i ve Tarihî Gelişimi Açısından Vakıflar, Ankara 1983; Sadi Bayram “Çelebi Mehmed Vakfı Arazisi Üzerine Kurulan Merzifon Anatolian Koleji ve Hastaneye Ait Bazı Belgeler”; “Yine Protestan Hastahanesi”, Babalık Gazetesi, No: 44, 2 Haziran 1327; İsmail Erünsal “Âşir Efendi Kütüphanesi”, DİA, 4, s.8; İstanbul 1991.

İki imparatorluk eşzamanlı gerilemişti


1653’teki Pireneler ve 1699 Karlofça antlaşmalarının ardından, İspanya ve Osmanlı imparatorluklarını hakim iki kuvvet değil, savunma savaşları veren ve gerileyen iki ülke olarak saymalıyız.

Avrupa’da V. Charles ve Kanuni Sultan Süleyman arasındaki çatışma Avrupa’nın bir devrini kapladı. Bütün bu çatışma sırasında Katolik Fransa Habsburglara karşı, Charles V. ve kardeşi de Avusturya Habsburg Ferdinand’a karşı Türklerle sıkı bir ittifaka girmiştir. Bu ittifak, tarihi Fransız-Türk dostluğu olarak I. Dünya Savaşı’na kadar sürecektir.

Türk imparatorluğu İspanya’ya karşı bir başka cephe daha açtı; Protestanların desteklenmesi ve hatta kışkırtılması faaliyeti... Transilvanya krallığı Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı otonom bir krallık olarak Protestan karakteriyle Katolik Liga’ya karşıydı. Gene Habsburglarla arası iyi olmayan Polonya Cumhuriyeti de yer yer Türk desteği görüyordu. Asıl önemlisi; 16’ncı asır sonunda İspanya yüzünden İngiltere krallığı ile de yakın ilişkilere girilecek, I. Elizabeth ile Sultan III. Murad arasında ilk büyükelçi değişimi yapılacak ve ilk büyükelçinin masraflarını Levant Company karşılayacaktır. Ve İspanya’nın Akdeniz’deki ticaretine karşı önce İngiltere ve Fransa ve bağımsızlığından (1648) sonra da Hollanda ticaret gemilerine imtiyazlar verilecektir.

İspanya Türk imparatorluğu ve müttefikleri tarafından sadece askeri ve diplomatik değil, ticari bir kuşatma altına da alınıyordu. Hiç şüphesiz Habsburglar kadar Müslüman İran da Türk imparatorluğunun büyük rakipleriydi. Akdeniz dünyasının dengesini savaşlar ama daha çok diplomasi ve ticaret kuruyordu. 1683-1699 II. Viyana kuşatması ve onu izleyen savaşların, 1699’da Karlofça Antlaşması’yla Türk imparatorluğu aleyhinde sonuçlanması; İspanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa dengesindeki rollerini önemli derecede sarsmıştır. 1653 Pireneler Antlaşması ile İspanya, Fransa karşısında geriledi. Bundan sonra hakim iki kuvvetten değil, daha ziyade savunma savaşları veren ve iktisadi hayatları yükselişteki Atlantik ekonomileri karşısında gerileyen iki eski imparatorluktan söz etmelidir.
Fransız İhtilali Osmanlı’yı değil

İspanya’yı doğrudan etkiledi
Genelde 18’inci asrı İspanya ve daha çok Türkiye’de eski imparatorlukların gerileme dönemi diye yorumlarlar; bu çok doğru değildir. 18’inci yüzyılın İspanyol aydınlanması, idari reformlar, İspanya’yı değiştirmeye başladığı gibi Türkiye tarihinin 18’inci yüzyılına da “Osmanlı baroku” denir. Avrupa mimarisi, Avrupa dilleri, Avrupa hayatı yavaş yavaş girmeye başlamıştır. Asıl önemlisi Türk imparatorluğu 18’inci asırda Ruslar ve Avusturyalılarla devamlı savaş durumunda olduğundan orduyu ıslah etmek durumundaydı. Barok dönemin ordu ve donanma ıslahatı için teknoloji, veterinerlik, tıp, mühendislik ıslah edildi. Eğitim değişti. Mali sistem değişti. Bu, Türk toplumu için yenilikler dönemidir ve 19’uncu asrı hazırlamaktadır.

1789 Devrimi İspanya’da çok etkili olmuştur. Bu, İspanya’nın Avrupa dünyası ile olan yakınlığı ile ilgilidir. Osmanlı ise Fransız İhtilali ile doğrudan ilgilenmedi. Ancak Balkanlarda milliyetçi fikirlerin tohumlarının atıldığı söyleniyor. Aksine; Avrupa’nın ihtilal savaşlarına girmesi ve Napolyon işgalleri, Osmanlı İmparatorluğu’na askeri değişim için yeni fırsatlar verdi. 19’uncu yüzyıl Osmanlı imparatorluğu bu nedenle bir reform devrine girmiştir.
1923’ten sonra İspanya’yı zihnimizde yaşatan,

Yahya Kemal şiirleridir
18. ve 19. asırda iki ülkenin ticareti yoğun değildi, hac ziyaretleri dışında konsolosluk görevlerini gerektirecek yoğun trafik yoktu. Avrupa politikasında ve kıta içi savaşlarda artık ikisinin yan yana veya karşı karşıya gelmesini gerektirecek nedenler ortadan kalkmıştı. Kültürel ilişkilerin zayıfladığı görülüyor. İspanyolca sadece imparatorluğa sığınan İspanya Yahudilerinin kullandıkları, Kastilya lehçesine dayalı Judeo-İspanyol denen dildi.

İspanya cumhuriyet döneminde (1923’ten sonra) Madrid’de sefir olan büyük şairimiz Yahya Kemal’in şiirleriyle Türk zihninde yaşar. İç harpte bir ticari girişim dolayısıyla cumhuriyetçilere silah satmış durumdayız. Ama cumhuriyetçi gönüllüler arasında mesela bir küçük Türk birliği dahi yoktur. Kemalist Türkiye genel bir politika olarak İspanyol cumhuriyetinin ilanını kabul etmiş ve o sırada başkenti kralcılarla terk eden Yahya Kemal’i görevden almıştı. Fakat o vakit açıkça İspanyol cumhuriyetinin politik olarak desteklendiğini söylemek mümkün değildir.

Bugünün İspanya ve Türkiye’si yoğun ilişkilere girdi. Gençlik İspanyolca öğreniyor ve İspanyol kültürüne meraklı gruplar ve İspanya tarihine birinci el kaynaklardan inen, yaklaşan araştırmacılar ortaya çıktı. İş ve sanayi alemindeki işbirliği yavaş yavaş üniversitelere de geçiyor. Ama henüz kalabalık nüfuslu iki ülke için yeterli yoğunlukta bir ilişkiden bahsedilemez.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 11.12.2011)

II.Abdülhamid’in açtırdığı İşitme Engelliler Okulu

Osmanlılarda ilk İşitme Engelliler Okulu, II.Abdülhamid tarafından kurulan (1902) Yıldız Sağırlar Okulu'dur. Bu okulda, günümüz Türk İşaret Dili’nin muhtemel alt yapısını oluşturan Osmanlı İşaret Dili, öğretmenler tarafından okullarda sözel dille beraber kullanılıyordu. Tıpkı yazılı dilde olduğu gibi, bu okulda kullanılan işaret alfabesi de şu anda kullanılan alfabeden farklıydı. Bu okullarda batıda kullanılan işaret dillerinin kullanıldığına dair de hiçbir kanıt yoktur.

Kaynak: turkisaretdili.ku.edu.tr

6 Aralık 2011 Salı

Tarihçiler Dersim'i nasıl yorumluyor?


Dersim'de yaşananları tarihçilere sorduk. Meselenin muhataplarının uzlaşması için arşivlerin açılması hepsinin öncelikli talebi. Başbakan'ın özrü ise, devletin bir kabahatiyle yüzleşmesi açısından bir ilk, tarihsel olarak bunun altını çiziyorlar.

Tarihçi Dr. Coşkun YılmazÖzür dilemek o devleti yönetenleri yüceltir
Dersim Olayı mahiyeti itibariyle, icrası itibariyle Türkiye tarihinin en dramatik olaylarından biri. Dolayısıyla bugünkü tartışma karar vericilerin, uygulayıcıların geleceğe bakışı açısından bir hatırlatmada bulunuyor. Bu hatırlatma tarih diye bir hafızanın var olduğunu, kaydettiğini ve mutlaka bir gün bununla hem muhatapların hem de onun temsilcilerinin yüzleştiği hadisesini gündeme getiriyor. Bu olayın sadece kültür, etnik ya da mezhep vakası olarak ele alınmasını doğru bulmuyorum. Bu Türkiye’nin hem idare, hem siyasal hem de toplumsal tarihi açısından birçok hadise ile ilintilidir. Başbakanın açıklamalarına gelince; bunu da devletin toplumun idarecilerin tarihle yüzleşmesi, buluşması ve tarihi bir muhasebe bir ibret, bir ders ve bir tecrübe olarak ortaya koyması açısından da umut verici bir gelişme olarak gördüğümü belirtmek isterim. Devlet neticede millet için var olan ve var olması gereken bir kurum. Burada bir adaletsizlik var ise devletin bundan özür dilemesi bir ilktir ve çok önemli bir gelişmedir. Bugün adına gelecek nesiller için tarihe not düşülecek sayfalardan birisidir. Devletin bir haksızlığı ve yanlışı karşısında bunu dile getirmesi ve geri adım atması ancak o devleti ve o devleti yönetenleri yüceltir. Devletle milletin buluşmasını, kaynaşmasının temelinin harcını oluşturur. Olayın politik ve ideolojik kavgadan da çıkarılıp tarihi bir vaka olarak açıklanması gerekiyor.

MHP Milletvekili, Eski TTK Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu
İstenmeyen bir takım nahoş şeyler de oldu
Dersim’de yaşananlar 1937-1938’in meselesi değil, ta Osmanlı’dan beri orada feodal bir yapı var. Osmanlı devleti de orada bir harekata girişmek istiyor ama Rumeli isyanı için çıktığı için Dersim’le ilgilenecek zaman bulamıyor. Ben meselenin etnik kökene dayandırılmasını yanlış buluyorum. Bir kere Alevi meselesi değil, pek çok eşkıya grubunu orada saklandığını belirtiyor Ahmet Cevdet Paşa raporlarında. Türkiye Cumhuriyeti de feodal yapıyı kabul etmiyor, devletin otoritesini o bölgelerde de kuruyor. Olaylar sırasında istenmeyen bir takım nahoş hareketler de söz konusu.

Taner Akçam/ Minnesota Üni.
1913’te başladı 2007’de bitti
Dersim, 1913’te başlayan ve tüm Cumhuriyet boyunca devam eden, Anadolu’nun Müslüman-Türk eksenli homojenleştirilmesi politikalarının son halkasıdır. Bence 1913’de başlayan süreç 2007’de Hrant Dink’in imha edilmesiyle tamamlanma aşamasına gelmiştir. 1913 Balkan yenilgisiyle başlayan, 1914 baharında Ege ve Trakya sahillerinden Rumların, Yunanistan’a sürülmesiyle sistemli hal alan süreçten söz ediyorum. Dersim, ilk defa Hristiyan olmayan ve ama Müslüman da olmayan bir etnik-din grubunun imhaya tabi tutulmasıyla öncekilerden ayrılır. Dersimlilerin 1915 Ermeni soykırımı sırasında takındıkları tutum onların imhasında ayrı bir rol oynamıştır. Başbakan Erdoğan, 1938-9 Dersim katliamını CHP’nin üstüne yıkarak işin içinden çıkamaz.

Cemal Taş/Araştırmacı
Katliamı sözlü tarih doğrular
Dersim’de bir isyanın olmadığı çok açık. 20 yıldır Dersim sözlü tarih çalışmaları yapıyorum, gerek tanıklardan dinlediklerimiz, gerek konuyla ilgili materyaller ve askerlerin anılarında açıktır ki, orada kapsamlı bir katliam yapılmıştır. 1937’de Dersim’e silahlar teslim edildi, Elazığ’da yargılamaları yapıldı. 1938’de temizlik harekatı başlatıldı. Katledilen kafileler su kenarlarında öldürülmüş. Sayısı fazla olanlar kurşunlanıp suya atılmış, küçük kafileleri de süngüyle öldürmüşler. Süngüyle öldürmenin nedeni de mermi harcamamak. Gerçekten isyan olsaydı insanlar kaçmazdı. Benim ailemden 20 kişi götürülüyor, 1 kişi yaşıyor, süngü izleri duruyor vücudunda. Toplu mezarların da yerleri belli.

Şükrü Aslan/ Mimar Sinan Üniversitesi
Genelkurmay arşivleri dönüm noktası
Başbakanın açıklamaları genel olarak olumlu. Bugün açıkladığı belgeler aslında bilinen belgelerdir ama bunların bu ülkenin başbakanı tarafından açıklaması önemlidir. Türkiye’de ilk kez bir başbakan Dersim’de yaşananların devlet tarafından gerçekleştirilen bir katliam olduğunu ve bunun çok önceden adım adım planlandığını söyledi. Bu ifadeler meselenin bundan sonraki kısımlarını tartışmak açısından olumlu bir kanal açtı. CHP ve diğer partilerin de tarihimizin önemli bir parçasını oluşturan Cumhuriyet dönemi politika ve pratikleriyle yüzleşmesi yönünde bir beklenti oluştu. Politik aktörler üzerinden bugünkü siyasi partilerle Dersim hadisesinin sorumluluğu tartışılacak, bu sorumluluk Fevzi Çakmak, Şükrü Kaya ve Celal Bayar başta olmak üzere Demokrat Parti ve sonraki siyasi partiler için de bir sorumluluk yaratmaktadır. İkincisi, arşivlerin açılması konusunda asıl beklenti Genelkurmay arşivlerinin açılmasıdır. Çünkü o devrin politikaları büyük ölçüde askeri hiyerarşi üzerinden uygulanmakta ve kayıt altına alınmaktadır. Dolayısıyla Başbakanın açıklamaları da ancak kendisine bağlı bulunan Genelkurmay Başkanlığı arşivlerinin açıklanmasını sağladığı taktirde tamamlanmış olacaktır.

Ayşe Hür/Taraf Gazetesi
Atatürk operasyonun başındaydı
Dersim’in, Kemalist elitlerinin deyimiyle Cumhuriyet için “bir çıbanbaşı olması”, Dersim’in sosyo-kültürel, etnik ve dinsel yapısından kaynaklanıyordu. Hedef Türkçe konuşan, kendini Türk hisseden, İslam’ın devlet tarafından şekillendirilmiş Sünni yorumunu esas alan, Batılı anlamda modern, merkezi yönetime tabi bir Türk ulusu yaratmaktı. Dersim’i bu resme oturtmak kısa sürede olacak iş değildi. O halde bu işi radikal biçimde ele almak –onların deyimiyle- “kesin bir ameliye yapmak” lazımdı. 1937’deki birinci harekâtta İsmet İnönü başbakandı. 1938’deki ikinci harekâtta ise Celal Bayar başbakandı. Her iki harekât sırasında da Apdullah Alpdoğan “Dersim Valisi ve Sıkıyönetim Komutanı”, Fevzi Çakmak Genelkurmay başkanı idi. Atatürk ise bu ekibi birinci elden yöneten kişiydi. Bazılarının iddia ettiği gibi Atatürk o günlerde gerek zihinsel, gerekse bedensel açıdan sağlıklıydı ve tam anlamıyla iktidara sahipti. Yani Dersim’de yaşanan korkunç olayların sorumluluğundan, ne Cumhuriyetimizin kurucu babası Atatürk, ne o yılların tek partisi CHP, ne CHP geleneğinin sembol ismi İnönü, ne sağ muhafazakâr geleneğin temsilcisi Celal Bayar, ne de İslami muhafazakârların saygıyla andığı Fevzi Çakmak kurtulamaz. Bence bugün en büyük sorumluluk AKP’ye düşüyor.

Kaynak: Radikal

Abdülaziz’in İngiltere ziyareti


Avrupa’ya devlet ziyareti yapan ilk padişah Sultan Abdülaziz Han’dır. Abdullah Gül’ün İngiltere’ye gidişi, Abdülaziz’in Londra seyahati hakkında yapılan hatalı yorumları hatırlattı.

Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül ve refikalarının Birleşik Krallık’ı ziyaretleri (yılda sadece iki devlet başkanının davet edildiği açıklandı) basında birtakım tarih spekülasyonlarına konu oldu. Bunlardan birincisi; Abdülaziz Han’ın Londra’da City Hall’da Rusya sefiresinin dansını çok beğenip kadını hususi dans ettirmesi. İkincisi ise padişahın uzun nutkuyla kraliçenin canını sıkması. Tarihi olay nakliyle menkıbeciliği birbirine karıştıran iletişim dünyamız bu gibi hataları sık yapar. Sultan Abdülaziz Han okul kitabından tutunuz, Wikipedia’ya kadar her yerde oldukça değişik ve yanlış verilen bir portredir. Bu gezinin çerçevesinde kendisini, özelliklerini betimlemek gerekir.

Daha önce Mısır’a gezi yapmıştır. Bu, Hidivlik Mısır’ında Osmanlı’nın gücünü ve hakimiyetini göstermek amacını taşır. En azından protokolde kimin üstün olduğunu Mısır halkı görmüştür. Bu bir dış gezi sayılmazdı çünkü Mısır imparatorluğa bağlı yarı özerk bir eyalet statüsündeydi. Dolayısıyla Mısır’ı alan Yavuz Sultan Selim Han’dan sonra oraya giden ilk padişah olsa da babası II. Mahmud gibi bir iç gezi yapmış sayılır.

Fakat 21 Haziran 1867’de Marsilya’ya, Paris sergisinin açılışından sonra da 11 Temmuz’da İngiliz toprağına ayak bastı. Padişahı karşılayan orkestra bizzat kendisinin bestelediği marşı çalıyordu. Şüphesiz asrın büyük eserleri arasında sayılmaz ama bugün bile yeniden icra edilen “Valse Davet” gibi parçaları vardır. Padişah üstelik iyi bir ressamdı. Fransa ve İngiltere’de başta imparatoriçe Eugenie gibi birçok zarif ve seçkin aristokratın beğenisini kazandı.

Rıhtımdaki karşılama: “Yaşasın Türk hakanı
Veliaht Murat Efendi de bu beğeniyi perçinledi. Geleceğin Sultan II. Abdülhamid’i de ikinci veliaht olarak heyetteydi. Bizzat Mehmet Emin Ali Paşa ve Keçecizade Fuat Paşa gibi bütün Avrupa’nın hayranlığını kazanan diplomatlar, tecrübeli hariciyeciler, bu arada Kraliçe Victoria’nın çok beğendiği büyükelçi Kostaki Munurus Paşa’nın bulunduğu yerde olmadık protokol hataları olmaz, olmadı da. Ali Kemali Paksüt Bey’in naklettiği gezi günlüğünde ilginç pasajlar vardır. Kraliçe Victoria torunlarından birini veliaht Murad Efendi ile (geleceğin V. Murad’ı) evlendirmek istedi. Fuat Paşa bu isteğe bayıldı, padişahın cevabı ise “tövbe estağfurullah” oldu. Sultan Abdülaziz Han’ı Budapeşte’de Macar ayanı büyük bir özlem ve hürmetle karşıladı. Vakı’a Avusturya-Macaristan’da çifte monarşi rejimine geçilmişti ama Macar soyluları ve aydınları arasında Türkler hakkında farklı ve hayırhah bir hava vardı. Onu rıhtımda “Yaşasın Türk hakanı” diye karşıladılar.

Abdülaziz Han’ın Avrupa seyahati Belçika, Hollanda, Almanya gibi ülkeleri de kapsadı. Richard Wagner’e Bayreuth opera binası için önemli bir bağışta bulundu. Bu gezi bir şark senyörünün acemice bir gezisi değildi; 46 gün içinde Osmanlı Türk hakanı üniversal protokole uygun ve kendine has bir zarafeti sergiledi. Tek noksan maalesef gerek hükümet gerekse Kostaki Muzurus Paşa dışında hükümet erkanının, devrin gereği bu geziye eşleri olmadan katılmasıdır. 19’uncu asır protokol aleminde bunun kendine göre garip bir istisna olduğunu belirtmek gerekir.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 28.11.2011)

Osmanlı’da da bedelli askerlik vardı




İlk bedelliyi hangi padişah uygulamıştı?

Çukurova Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İsmail Güneş, bedelli askerliğin ilk olarak 165 yıl önce 1846’da, Padişah II. Mahmud döneminde Yeniçeri Ocağı’nın kapatılıp düzenli orduya geçilmesinin ardından, "Bedel-i Fiahsi" adıyla "kendi yerine başkasını askere gönderme" şeklinde uygulanmaya başladığını söyledi. O dönem 5 yıl olan askerliğe gitmesi zorunlu olan kişilerin, işlerinden ayrı kalmaması ve ekonomik sıkıntılar yaşanmaması için uygulamanın yürürlüğe konulduğunu belirten Yrd. Doç. Dr. Güneş şöyle dedi: "Ancak bu bedel para olarak ödenmiyordu, yerine bir başka kişiyi askere gönderiyordu. Bedel verilecek kişinin 25- 30 yaşlarında, bulaşıcı hastalığı olmaması, ruhsal durumunun askerlik yapmaya elverişli olması, yüz kızartıcı bir suç işlememesi, çevresinde kötü tanınan biri olmaması gerekiyordu".
5 ay eğitim görüyorlardı

"Beyaz köleler bedel olarak verilebilirken, siyahi köleler bedel olarak kabul edilmiyordu". Yrd. Doç. Dr. Güneş, 1870 yılından itibaren ise bedelli askerliğin ’Bedel-i Nakdi’ adıyla para karşılığı da yapılmaya başlandığını kaydederek şunları anlattı: "1886’da yapılan değişiklikle sadece parasal usulle bedelli askerlik uygulamasına devam edildi. Sonraki yıllarda bedelli uygulamasından yararlanacaklara 50 Osmanlı altını verme zorunluluğu getirildi. Ayrıca memleketlerine en yakın askeri birlikte 5 ay süreyle eğitim görüyordu. 1911’de ise belirlenen rakam yüksek bulununca, bedel 30 Osmanlı altınına kadar düşürüldü".
Haber: Gazete Vatan