10 Haziran 2012 Pazar

Teşkilat-ı Mahsusa


Bir şeye yok demek zordur, var olan verilerin tespiti yok olduğu iddia edilen elemanda olmasa dahi, günün birinde ortaya çıkmayacağını kim söyleyebilir. Öyle anlaşılıyor ki, Bardakçı dostumun “teşkilat-ı mahsusa” için verdiği bir hükmü erkenden destekledim. Teşkilat-ı mahsusa resmen adıyla kurulmuş bir örgüt değil, ama üyeleri var. Var olduğunu Güngör Uras’ın “Saf ve Bakir Anadolu Çocuğu”nda babası Teğmen İsmail Hakkı ve Trablusgarb’da gönüllü savaşan arkadaşlarından söz eden hatıratı, Kabataş Lisesi’nde okuyanların hocaları Galib Vardar (Galib Baba) gibi isimlerin verdiği bilgiler doğruluyor. Tabii ki bunların hepsini toplayıp öğrenmek mümkün değil, birinin uğraşması lazım.

Yalçın Küçük haklı, birçok toplumun yenilgi karşısında boyun eğdikleri zamanda bu gibi kuruluşların belki de yurttaş kümelerinin ortaya çıkışı direnişe geçişleri durumu değiştirir. Onurlu bir davranış olmanın ötesinde bir toplumda örgütlenme alışkanlığı, direnme geleneği gibi kalıntıların güçlüğünü ve varlığını kanıtlar. Her topluma nasib olan bir meziyet değildir. Yazımda bundan bahsetmiştim. Ta Sultan II. Abdülhamid devrinden beri imparatorlukta ve imparatorluğun dışındaki İslam dünyasında kolonyalist devletleri korkutan bir faaliyet vardı. El atıldığında cıva yuvarlakları gibi ortadan yok oluyorlardı, ama işe devam ediyorlardı. Bir geleneğin devamıdır. Belki adı konmuş bir teşkilat değildir. Ama “Pan-İslamist faaliyet” başkentteki Rusya sefiri Zinovyev’in raporlarında bile geçiyor. İçlerinde Çerkezlerin ağırlıklı olduğu görülüyor. Ama Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk anavatanının selameti için hayatını öne süren adamlar elbette zengin bir siyasi geleneğin parçasıdır.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 10.06.2012)

Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nın alt yapısı


İkisini de yılda 4 milyona yakın turist ziyaret ediyor. Tamamen aynı kitle değil, bazen birine gelen öbürüne vakit dahi ayırmıyor. Sayı yıldan yıla artıyor, en büyük şikâyet de buralardaki tuvaletlerin yetersizliği. Ayasofya’ya 1500 yıldır insanlar defi hacet için gelmiyor, bunlar yeni adetler. Topkapı Sarayı’nın her tarafını tuvaletle donatsak gene yetmeyecek. Hiç kimse hesap yapmıyor. Adam başı yılda yarım litre idrar bıraksalar, bu nereye gider diye. Ayasofya’nın ve Topkapı Sarayı’nın altındaki dehlizlerin ve su yollarının haritası halen çıkarılmadı; bu işe girişmek de hiçbir kurumun umurunda değil.

Tek istisna İTÜ’den Doç. Dr. Çiğdem Özkan Aygün ve arkadaşlarıdır. 2005’te Ayasofya’da işe başladılar, doğrusu iş yavaş ilerliyordu; Ayasofya yönetiminin bileceği iş. Yeraltı su yollarının ve rutubeti toplayıp sevk edecek kanalların bizim müzenin altında da uzantıları olacağı doğaldı. Bizim buradan başlayın ve halkın da ilgisini çekecek şekilde günü gününe rapor verin” dedim. Neticeler ilginç; ekipten bir dalgıç kızımız Ayasofya tarafından su kanalına giriyor, bizim orda Harem’deki bir helâ kuburundan çıkıyor. Sorun ciddi, bir an evvel bilimsel yöntemlerle 1500 yıllık Ayasofya’nın ve Bizans kalıntılarını da içeren 550 yıllık Topkapı Sarayı’nın alt yapı haritalarının çıkarılması, tedbirlerin alınması gerekir. Öyle herkesin her istediği yere tuvalet yapması gibi hafifliklerden de vazgeçmek lazım. Tuvalet mıntıkaları Sarayın ve Ayasofya’nın dışında düşünülmelidir. Zira Çiğdem hanımın ve ekibinin araştırma sonuçlarına göre, yer altı kanallarının bazılarının tıkandığı anlaşılıyor.

Gelelim işin diğer yönüne. Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nın alt dünyasının mimar ve mühendislerinin şahane adamlar oldukları anlaşılıyor. Kullanılan malzeme ve bilhassa Ayasofya lağımlarında şpolye (devşirme) dediğimiz antik Yunan-Roma parçalarının da bir dökümü yapılmış. Bunların hepsi 2010 yılında İtalya’da çıkan “Bizantinistica” dergisinde araştırma raporlarında yer alıyor. Mazide bir takım seyyahların Ayasofya’nın altında (Clavijo ve Moreno gibileri) “megale ekklesia” yani büyük Kilise dedikleri çok geniş bir sarnıcın varlığı doğru değil. Ama muhteşem bir kanal ağı var. Onun daha da muhteşeminin Süleymaniye’nin alt katmanında Sinan tarafından gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Ve bizler bütün bu koruyucu harika yapıları göz önüne almadan canımızın istediğini yapıyoruz. Rönesans’ta birisi, “Bir kitabın kaderi, okuyucusunun havsalasına bağlıdır” demiş. Abidelerin kaderi de onların mirasçısı olanların irfan ve izan ve vicdanına kalmıştır. İstanbul Teknik Üniversitesi ekibini kutlamak ve çalışmalarına destek olmak ve ona göre davranmak gerekir.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 10.06.2012)

4 Haziran 2012 Pazartesi

Fatih, Hakan ve Roma Kayzeri


Fatih, Doğu ve Batı’nın ortak münevveridir, beş asır sonra insanlığın onu hâlâ hatırlaması bu nedenledir.

15. asrın en genç mareşali ve Rönesans döneminin hem doğuya hem batıya vakıf, iki dünyanın efendisi denebilecek münevveri; Türklerin II. Mehmed’inin (Fatih) sarayında “Roma’dan Üçünçü Roma’ya” sempozyumu yapıyoruz. Topkapı Sarayı, İstanbul’un her yere hâkim, görünüşü itibariyle çok görkemli ama o derecede de mütevazı sarayıdır. Üzerinde kurulduğu Bizantion’u ne III. Roma’nın sahibi Türkler ne de Hıristiyan Romalılar tanıdı ve o ismi benimsediler. Bizantion, Rönesans Avrupası’nın yakıştırdığı bir ünvandır. II. Mehmed bizde kütüphanemizde bulunan kayıtlara göre Homeros’un “İliada”sını rahatlıkla okuyan ve okunanı dinleyebilecek kadar klasik Yunanca’ya hâkimdi. İtalyanca rahat konuşuyordu. Bu iki vasfından döneminin Türk âlimleri, Müslüman bilginler pek söz etmezler, dikkatlerini çekmemiştir, kendisi de bahsetmez; Kritovulos gibi II. Roma’dan Türklere miras kalan eski Yunanca’ya hakim bir tarihçi 1451-1467 yıllarını anlattığı “Istoria” adlı kaynağında söz eder. Her ne kadar İmroz adalı Kritovulos 11. yüzyılın Anna Komnena’sının geleneğini izleyerek muasırı Yunanca’dan çok, eski Helenizm’i kullanmaya gayret edenlerden olsa da Aleksiad yazarı Anna Komnena kadar usta bir üslup sahibi olmadığını edebiyat tarihçileri ifade ediyorlar. Bu 29 Mayıs’ta “Da Roma alla Terza Roma- Birinci Roma’dan Üçüncü Roma’ya” beynelmilel seminerlerin 32.si İstanbul’da toplanıyor. Normalde bu seminer her yıl Roma’nın doğuşu olan 21 Nisan’da Roma’da capitolde yapılır. Bu sene bir istisnai toplantı fetih dolayısıyla yine İstanbul’da yapılıyor ve bunu isteyenler İtalyanlar ve İstanbul toplantılarının dördüncüsü oluyor. Bu sempozyumu Fatih Belediyesi ve Büyükşehir mali yönden destekledi. İtalya Roma Üniversitesi, Romanya Bilimler Akademisi, Rusya Bilimler Akademisi ve Galatasaray Üniversitesi tarihçi ve hukukçuları tebliğlerini sundu. Artık Fatih Mehmed üzerinde görüşler değişiyor. Avrupa’da henüz sokaktaki adam ön yargılarıyla baksa da İstanbul’un fethi yorumlarında faklılıklar var. II. Mehmed Fatih’in hukuk tarihi bakımından asıl önemli yönü Roma hukuk müesseselerinin ve bu hukukun yaşamasındaki payıdır. Bir kere “turkokratia” diye bildiğimiz bu dönemde Hıristiyan tebası üzerinde idari ve adli yetkileri olan ekümenik patriklik özel hukuk alanında Roma hukukunu kullanmıştır. Yahudiler de kendi şeriatını kullanıyordu ve bu uygulamanın gerektirdiği yaptırım gücünü devlet uygulamakla mükellefti. Profesör Pierangelo Catalano; “Konstantinopolis’in fethi Hıristiyan dünyayı üzdü ama İstanbul’da medeniyet devam etti, üstelik Rusya Ortodoksluğu Pasifik kıyılarına kadar bu o olaydan sonra yaydı” dedi.

Doğu’da da Batı’da da böyle aydınlar pek yok

Sultan II. Mehmed, Roma İmparatoru ünvanını önemle kullandı ve o zamanın bütün zorluklarına rağmen Roma başkentinin kısa zamanda imar ettiği ve imparatorluk payitahtı haline getirdiği bellidir. İstanbul’a verilen ünvanlar der-i saadet (saadet kapısı), der aliyye (sublime porte) gibidir ve caput mundi (dünya başkenti) ile eş anlamlıdır. 1466’da Bizans’tan Osmanlı’ya katılan tarihçilerden olan Yorgios Trapezuntos bu ünvanlar ve alametler üzerinde duruyor ve onun bir Roma imparatoru olarak ortaya çıkışını kutsuyor. Zaten hükümdara Hıristyan tebaanın verdiği unvan autokrator, vasileos, vasileos ton vasileon gibidir. İster olumlu, ister olumsuz olarak betimlensin; Fatih, Doğu ve Batı’nın ortak münevveridir, beş asır sonra insanlığın onu hâlâ hatırlaması da bu nedenledir. Fatih’i anarken bu yönleri üzerinde de durmak gerekir. Doğu’ya ve Batı’ya karşı tavrı açık ve önyargısız bir münevverin numunesi olarak gözönüne almalıyız. Zira Doğu’da da Batı’da da böyle aydınlar pek yok...

İlber Ortaylı
(Milliyet, 03.06.2012)

Fatih'in Kürt hocası

İstanbul'un fethinin 559. yıldönümünü mü kutladık, yoksa 576. yıldönümünü mü? Bakıyoruz takvime ve 2012'den 1453'ü çıkarınca 559 kalıyor. Şu soruyu ekliyorum hemen: Fatih'in cebindeki günlüğünde Fetih günü için hangi tarih vardı? Tabii ki Miladi takvimle 1453 değil, Hicri takvimle 857 yazılıydı. Yani Fatih ve övülmüş askerleri için fetih tarihi 857'dir.

Hicretin 1433. yılında yaşayan ama bunu idrak etmeyen bizler için 576 'Müslüman senesi'nin bu müjdelenmiş şehirde yaşandığını düşünmek epeyce zor olmalı, zira Ahmet Haşim'in "Müslüman saati" yazısında anlattığı yaklaşan vahamet, bugün kendini Fatih'in safında zannedenleri dahi vurmuş durumdadır.

6. yüzyılda Bodur Denis adlı keşişin yaptığı bir takvimle Fatih'i ve "Fetih ruhu"nu nasıl anlatabilir ve anlayabilirsiniz ki? Böylece onu, ait olduğu Hicret düzleminden kopartıp üstelik yendiği medeniyetin dünyasına kilitlemiş olmuyor musunuz? İyi ama 'bu Fatih' kimin Fatih'idir ve size mesajını bu kadar kilit altındayken nasıl verecektir?

Aynı şekilde Fatih'i Türklüğe sabitlemek ve sadece Türklerin gurur duyacağı bir büyük hamlenin öznesi yapmak da onu, gerçekte ait olmadığı bir başka hapishaneye sokmak olacaktır. Fatih soyu itibarıyla elbette Türk'tür. Ama ya çevresi? Türk de, Arap da, Rumeli kökenli de, Kürt de, Afgan da Osmanlı Devleti'ne hizmetleri ölçüsünde değer kazanırdı. Mesela Fatih'in yetişmesini anlatırken Molla Gürani adlı hocasından söz etmeden geçmeyiz ama onun milliyeti üzerinde nedense durmayız. Bunun gerçek sebebi, ecdadımızın milliyet meselesine bizimki gibi takıntılı olmamasıdır. Bu yazımızda Şehzade Mehmed'i sopasıyla dövdüğü ve Kur'an'ı hatmettirdiği kaynaklarda geçen Molla Güranî'nin milliyeti ve hayatıyla ilgili kısa bir yolculuğa çıkarmak istiyorum sizi. Asıl hedefim, Fatih'i, içine sıkıştırdığımız o dar 'ulusal' çerçeveden çıkartıp ne denli kuşatıcı bir bakışa sahip olduğunu gösterebilmek.

Molla Güranî'nin nerede doğduğu konusunda farklı görüşler var. Birçok Osmanlı kaynağı "Güran"da doğduğunu yazmakta. Ancak Güran neresidir? Tam olarak tespiti mümkün değil. Çağdaşı olan Sehavî'nin verdiği bilgiye göre 1410-11'de Kuzey Irak'taki Şehrizor'un Güran kasabasında doğmuştur. Ancak Güran'ın nerede bulunduğu konusunda görüşler muhtelif. Bazıları onun İran'daki İsferayin'in bir köyü olduğunu kaydediyor. Diğer taraftan çağdaşı Bikaî, Molla Güranî'nin kendisine bizzat Diyarbakır civarındaki Hiler köyünde doğduğunu söylediğini naklediyor.

(Molla Güranî'nin (oturan) Taşköprülüzade'nin "Şakâyık"ında mevcut minyatürü.)

Doç. Dr. Sakıp Yıldız'ın dikkatini Köprülü Kütüphanesi'nde 1119 numara ile kayıtlı Bikî'nin "Unvânu'z-Zaman" adlı eserindeki şu ilginç cümle çekmiş: "Bana söylediğine göre 813 (1410-11) senesinde Hiler'de doğmuştur, ona bağlı olan Gûrân'da değil." Bu bilgiden yola çıkan Yıldız, Molla Güranî'nin, Diyarbakır'ın Ergani ilçesine bağlı Hiler köyünden ve Türk olduğunu iddia ediyor.

O zaman şu soru cevaplanmayı beklemektedir: Neden "Hilerî" değil de "Güranî" olarak isimlendirilmiş, kendisi de imzasını neden bu şekilde atmayı tercih etmiştir? Bu sorunun tatminkâr bir cevabı verilebilmiş değil. Geçen kış Diyarbakır'da bulunan Mehmet Güran adlı torunuyla konuştuğumda bana Molla Güranî'nin soyunun aslen Türk olduğunu fakat sonradan Kürtleştiklerini anlatmıştı. Ancak aynı sülaleden Avukat Mustafa Güran, Arap olduğunu, Diyarbakır'da halk arasında "Deşt-i Gevran" olarak bilinen Gevran Ovası'na yerleştiklerini iddia ediyor. Anlaşılan, bu konuda aile arasında da bir birlik sağlanabilmiş değil.

Köken sorunu her zaman karışıktır. Ancak benim kanaatim, gerek sert ve bükülmez karakteri, gerekse Şafiî mezhebine mensup oluşu (ki Sultan II. Murad'ın arzusu üzerine Hanefiliğe geçmiştir, ancak uzmanlar kitaplarında Şafiî mezhebine sadık kaldığı kanaatindedir), dolayısıyla Kürt asıllı olma ihtimali yüksektir. 20. yüzyılın büyük biyografi yazarı Zîrikli de "Şehrizor ehlinden Kürt asıllı" diyerek Fatih'i yetiştiren hocanın milliyetini belirtmek ihtiyacını duymuştur.

Taşköprülüzade'nin "Şakâyık-ı Nu'mâniyye"de zikrettiği birkaç fıkra, Molla Güranî'nin karakteri hakkında ipuçları yakalamamızı sağlıyor.

Manisa'da bulunan geleceğin "Fatih"ine hoca olarak tayin edilen sert mizaçlı ve heybetli Molla Güranî, elinde değnekle Şehzadenin odasına girer ve emirlerine karşı gelirse onu döveceğini söyler. Şehzade Mehmed gülünce ilk dayağını "bir güzel" yer ve kısa zamanda bu eli sopalı hocanın sıkı bir talebesi olur, Kur'an-ı Kerim'i onun yanında hatmeder. Sultan Murad ise ödül olarak kendisine paha biçilmez hediyeler gönderir.

Tahta geçince Fatih kendisine veziriazamlık teklif eder. Molla Güranî bu devletlû olma teklifini, göreve kapısında bekleyenleri getirmesi tavsiyesiyle nazikçe reddeder. Bunun üzerine kazaskerliğe getirilir ama orada da rahat durmaz. Padişaha sormadan tayinlerde bulununca azledilip Bursa kadılığına atanır. Orada da padişahın gönderdiği şeriata aykırı bir fermanı, getiren çavuşun gözü önünde yırtıp atınca veya yakınca, üstüne üstlük getireni de dövünce kadılıktan azledilir.

Bir süre ortalıktan kaybolmak için hacca gider, dönüşte yine Bursa kadılığına atanır. Hatta onun ilim ve dinin haysiyetini korumaya ne kadar hassasiyet gösterdiğini anlayan Fatih, bu defa maaşını da artırır. Ardından Molla Hüsrev'in yerine, bazılarının Şeyhülislamlık dediği İstanbul kadılığına getirilir (1462-63; Taşköprüzade'ye göre 5 yıl sonra). Vefatına kadar bu görevinde kalacaktır.

Molla Güranî kendisini kabre koyacakları vakit ayağından tutarak mezarın kenarına kadar sürüklemelerini ve sonra defnetmelerini vasiyet etmiştir. Tabii kimse buna cesaret edemez. Mübarek naşını bir hasırın üstüne koyup sürüyerek kabri başına getirip defnederler. Görenler cenazenin muazzam bir kalabalıkla kaldırıldığını yazmaktadır. Kimseye eyvallahının olmaması, kendi hocalarını eleştirmekten çekinmemesi, Kahire'de bir âlimle mahkemeye düşecek denli sert bir kavgaya tutuşması, Fatih'e dahi ismiyle hitap etmesi gibi örnekler de gösteriyor ki, o, karakteriyle adeta 5 asır önce Bediüzzaman Said Nursî'yi müjdelemektedir.

Mustafa Armağan
(Zaman, 3 Haziran 2012)