Osmanlı
imparatorluğu bugün, gerek Türkiye Cumhuriyetinin
yaşamakta olduğu iç ve dış problemler, gerekse
vaktiyle sınırları dahilinde bulunan komşu
devletlerde cereyan eden olaylar ve bunların
Türkiye`ye yansımaları dolayısıyla, aktualitesini
bütün canlılığıyla korumakta ve dolayısıyla tartışılmakta
bulunan bir büyük imparatorluktur. Dünya Osmanlı tarihi
araştırıcılığı, altı yüz yıl gibi çok uzun bir ömür sürmüş
bu imparatorluğun siyasi ve idari yapısını,
kurumlarını, onu meydana getiren, çeşitli etnik ve
dini kökenlere, kültürlere mensup insanların
oluşturduğu karmaşık, dev bir toplumsal yapıyı,
bütün yönleriyle, bütün görüntüleriyle izlemek,
anlayabilmek, açıklayabilmek, için yaklaşık bir yüz yıldır
büyük bir emek ve gayret sarfetmekte ve yıllardan beri de
önemli sonuçlar ortaya koymuş bulunmaktadır. Buna rağmen,
daha araştırılacak pek çok problem olduğuna,
bunların araştırıcıları ve bilim adamlarına daha
yıllarca meşgul edeceğine hiç şüphe yoktur.
İşte bizim burada ele almayı deneyeceğimiz problem de,
üstelik en çetrefil ve en mühim olanlardan biri,
Osmanlı İmparatorluğu’nda “İslam Problemi”dir. Bunu
seçmemizin sebebi, artık Osmanlı tarihi
araştırıcılılığının biraz fazla ihmal edilmiş bu
konuya yönelmesi gerektiğini vurgulamaktır. Aksi
halde böle devasa bir konuyu bir yazı çerçevesine
sığdırmanın mümkün olmayacağı her türlü izahtan varestedir.
Bu itibarla biz burada yalnızca bu
büyük İmparatorluğun ideolojisinin, siyasal ve
idari kurumlaşmasının kültürünün temelini oluşturan
bu konuya dikkat çekmek meseleye nasıl
yaklaşılması gerektiğine dair kendi perspektifimizi ortaya
koymaya çalışmak ve bu konu çerçevesinde halen mevcut
problemlere işaret etmekle yetineceğiz.
Her şeyden önce bu alanı ilgilendiren kaynakların yeterince
tanınıp işlenmediğini bu yüzden de bugüne kadar çoktan
ortaya konması gereken detaylı monografik çalışmaların
bile kalitece ve sayıca yeterli düzeye gelemediğini
de söylememiz gerekiyor. Bunun sebepleri ayrı bir
tartışma konusudur.
Osmanlı İmparatorluğu,
muhakkak ki bir İslam devletidir ; hem de en az
Emevi ve Abbasi İmparatorlukları, diğer müslüman
İran, Türk ve Arap devletleri kadar bir İslam
devletidir. Bu sebepledir ki o, altı yüz yıllık uzun
tarihinin hemen hemen her alan ve safhasının sergilendiği
üzere, aynı zamanda bir “İnanç Devleti”dir. Onun için
kanaatimizce bu İmparatorluk üzerine yapılacak analizlere
önce buradan başlamak gerekir. Çünkü Osmanlı
İmparatorluk ideolojisinin esasını “İnanç” , yani
İslam oluşturur. Bu itibarla, bu İslam’ın nasıl bir
İslam olduğu, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslamin
rolünü yorumlanış biçimini ve devlet siyasetinden
sıradan halkın inanç dünyasına varıncaya kadar
çeşitli alanlardaki yansımalarını anlayabilmek için,
bu yansımaları doğrudan yorumların hangi kesimlerce ve nasıl
üretildiğine bakmak kanaatimizce kaçınılmazdır. Bunu
anlamanın yolu, bizce evvela, bu İmparatorluğun
ideolojisinin tahlilinden geçer. Bu tahlilin çok dikkatli ve
ince bir şekilde yapılması, kanaatimizce Osmanlı
İmparatorluğu’yla ilgili pek çok meselenin de daha
kolay ve daha bir açıklıkla anlaşılmasını ve çözüme
kavuşmasını sağlayacaktır.
Bize göre Osmanlı Dünyasında İslami yorumları üreten dört temel sektör vardır :
1- Merkezî iktidar mekanizması, yahut siyasal mekanizma, yani devlet,
2- Buna eklenmemiş olan ulema kesimi,
3- Genellikle ve çoğunlukla bu ikisinden de bağımsız olan sufî çevreler,
4- Daha çok bu üçüncü sektör etkisinde kalmakla
beraber, kendi geleneksel anlayışını sürdüren halk
kesimi.
Bunları sırayla devlet İslamı ( veya
siyasal İslam ), medrese İslamı ( yahut kitabî
İslam ), tekke İslam’ı ve nihayet halk islamı (
popüler İslam ) olarak da adlandırabiliriz. Böyle
bir tasnif izafi veya itibari bir tasnif olmayıp,
Osmanlı İmparatorluğu tarihi içerisinde İslam’ın
tek boyutlu değil bu saydığımız boyutlarıyla
görüntülediği vakıasının bir yansımasıdır. Üstelik böyle bir
yaklaşım, yapılacak tahlilleri önemli ölçüde
kolaylaştıracak, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam olgusunu
olabildiğince geniş bir perspektiften görebilme imkanı
sağlayacaktır. Dolayısıyla bu sektörlerin ayrı ayrı
monografik çalışmalara konu olması gerekir.
1 ) “Devlet İslamı”ndan ne anlamalıyız ? Bundan maksat
İmparatorluğunun siyasal yapısı içinde İslam’ın bir
siyasal araç olarak yorumlanış şekli, gösterdiği
değişim, aldığı biçim ve nihayet devletin iç ve dış
siyasetine yansıyış biçimleridir. Her şeyden,
devletin temel siyaset aracı olarak İslam’ı nasıl
anlayıp yorumlandığını bunu yaparken ona ne gibi
bir görünüm kazandırdığını, hangi kurumların,
yöntemlere kullandığını çok iyi belirlememiz gerekiyor. İşte
devlet mekanizmasının bu yorumu, Osmanlı devletinde, daha
önceki müslüman devletlerde pek rastlanmayacak,
derecede İslam yorumuna kendine mahsus güçlü bir
siyasal mahiyet kazanmıştır.
Bunun böyle oluşu kanaatimizce, Osmanlı İmparatorluğu’nda –
Abbasiler de dahil olmak üzere tarihte hiçbir İslam
devletinde olmadığı kadar – devlete dinin birbiri içine
geçmesinden, yani “Devletle Dinin Özdeşleşmesi”nden
ileri gelmektedir. Başka bir ifadeyle, Osmanlı
İmparatorluğu’nda İslam siyasal boyutu itibariyle,
devletin ayrışmaz bir parçası olmuştur. Bununla
beraber, bu içiçelikte devlet daha baskındır ve
Osmanlı devletinde “Her şey devlet içindir ; din de
devlet içindir.”
Osmanlı’daki bu yapı, köklü
bir İslami geleneğin mirası olarak görünür.
Buradaki İslami gelenek terimindin, daha çok İslam
tarihinin klasik devresini içine alan Emevi ve Abbasi
dönemlerinde, bu devletlerin hakimiyet alanlarında eskiden
beri mevcut siyasi devletlerin özümsenmesi suretiyle oluşan
İslam siyaset teorisini ve ona paralel gelişen
siyasal geleneği anlamak icap eder. Bu İslami
siyaset geleneğinin içinde ise, eski doğu roma,
Sâsâni ve hatta eski hind siyasi telakilerinin
etkileri mevcuttur. Tabi ki, bu sentezin harcı
İslam olmakla birlikte, bu Peygamber zamanında teşekkül eden
İslami siyaset algılayışından Hayli farklılaşmış bir anlayış
idi. Oysa klasik İslami gelenekte saltanat İslam’ın
siyasal örgütleniş biçimi olarak Emevi döneminden
beri meşrulaşmış ve hatta ünlü “Sultan Allah’ın
yeryüzündeki bütün mahlukatın kendine sığındığı
gölgesidir” uydurma hadisiyle bu meşruiyet dini bir
temele oturtulmuştu.
İşte bu klasik İslamı
siyasal geleneği İslam hakimiyetindeki geniş
coğrafyada meydana çıkmış olup, farklı zaman ve
mekanlarda yazılmış Kelîle ve Dimne ( eski Hind
Pançâtantra’sının İslami versiyonu ), kâbûsnâme, siyâsetnâme
Kutadgu Bilig gibi, Hind, İran, Türk ve El-Ahkamu’s –
Sultaniyye gibi arap kökenli zengin bir klasik literatürü
vardır. Bu literatür, eski Türk siyasi geleneğinin
karakteristiği oları cömertlik ve töre kavramlarının
yerine, daha çok Hind-İran siyasi geleneğinin
karakteristiği olan akıl, hikmet ve bilgi
unsurlarına dayanmakla dikkati çeker. Osmanlı
merkezi yönetimi, İslamı siyasallaştırırken bu
geleneği daha da geliştirerek din ve devleti ikizlik
statüsünden çıkarıp, birbiriyle özdeş yapmıştır.
2 ) İşte, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam’ın bu siyasal
boyutunun oluşmasına en büyük katkıyı, “kitâbî İslam”ı,
yahut “medrese İslâmı”nı üreten ülema kesimi sağladı.
Osmanlı Ülemasının ürettiği bu , “kitâbî İslam” yorumu,
çok tabi olarak bürokrasinin eğitim kurumları
durumundaki medreseler aracılığıyla klasik
Sünniliğin ve bunun içinde de hanefiliğin hemen
bütün teorik ve pratik mirasını da aynen devraldı.
Ulema örfü hukukun belirli alanlarının dışında,
Osmanlı Toplumunun siyasi, idari, sosyal ve hukuki
teşkilatlanmasını gerçekleştirdi. Özellikle Fatih Sultan
Mehmet’in merkeziyetçi devlet anlayışının güdümüne girdikten
sonra Osmanlı uleması, yalnız Osmanlı tarihinin değil,
genelde İslam ve Türk tarihinin de en önemli
toplumsal sınıflarından biri haline geldi. O artık,
bilhassa Fatih’le birlikte tam bir dini bürokrat
konumuna gelmiş ve temel görevi, İmparatorluğun
müslüman tebaasının dini eğitim ve organizasyonunu
yapmanın, hukuki ihtiyaçlarını karşılamanın
yanında, belki daha fazla iktidarın bütün hareket ve
faaliyetlerini, kısaca iç ve dış siyasetini meşrulaştırmaya
odaklanmıştır. Osmanlı ulemasının bu konumu ve özelliği, onu
Emevi ve Abbasi devirlerindeki, devletten bağımsız
klasik ulemadan ayıran en bariz özelliklerden ve
İslam dünyası genelinde ulema sınıfının tarihindeki
en büyük değişimlerden biridir. Ulema İslam’ın tam
bir siyasal araç haline dönüşmesinin tipik
örneğine XVI. Yüzyılda verdi.
XVI. Yüzyılın ilk
çeyreğine, yani Yavuz Sultan Selim ( 1512-1520 )
devrine kadar yalnızca ehl-i küfr’e yani Hristiyan
dünyaya karşı mücadele misyonu üstlenen Osmanlı
devleti, bu yüzyılın başlarında, İran’da Safevi devletinin
kurulmasıyla başlanan Şîî propagandaya karşı yeni bir misyon
yüklendi : Ehl-i Rafz’a karşı mücadele. Bu, Büyük
Selçuklu İmparatorluğu’nda Sünnii İslam’ın bu
misyonu ikinci kez yüklenişiydi. Bu süreç Osmanlı
İmparatorluğu genelinde Sünnii İslamı tam bir
devlet ideolojisine dönüştürdü. Bu Sünnii
ideolojinin temeli, Osmanlı medreselerinde çok
eskiden beri okutulmakta olup, Osmanlı Sunniliği’ne ana
istikametini veren, XVI. Yüzyılın ünlü alimlerinden Sâdeddin-i
Taftazani ( öl. 1395 ) nin eserine Ömer Nefesi’nin
yazdığı Şerhu’l- Akaid idi. Yazııldığı dönemdeki
şiddetli dini ceryanların etkisiyle genellikle
Sünnilik dışı İslam mesheplerine karşı çok katı ve
hoşgörüsüz bir tavır takınan ve Osmanlı
Sünniliğinin tam bir dogmatizme dönüşmesinde belki
en büyük rolü oynayan bu kitabın bu açıdan ciddi ve
derin bir analize tabi tutulmasının yararlı olacağı
kanaatindeyiz. Bu analiz işleminin bu meyanda meydana
getirilen diğer literatüre de uygulanması çok yararlı
sonuçlar verecektir.
İşte bu noktada ,
merkezi yönetimin elinde tam bir siyasal araca
dönüşen devlet İslamiyla , bunun üretilmesi görevini
üstlenen ülemanın temsil ettiği medrese İslamın tam
anlamıyla örtüştüğünü görürüz. Bu örtüşme, kanaatimizce
İslam dünyası tarihinde başka bir benzerinin bulunmadığını
sandığımız çok önemli bir hadisedir.
Bu örtüşmenin, hem ulema kesimi içinde, hem de şimdi sözünü
edeceğimiz sufiyye kesiminde çok ciddi bir entelektüel
muhalefete yol açtığını gözlemliyoruz. Bu muhalefeti
ulema kanadı, bir örneğini şeyh bedreddin’in
başlattığı materyalist bir İslam yorumuna saparken,
suffiye kanadı, aynı materyalizme mistik yoldan
vahdet-i vücud, daha doğrusu vahdet-i mevcud,yani
panteizm vasıtasıyla ulaşır. Bu ise butun bir
Osmanlı sufilik tarihinin en can alıcı meselesidir.
Çünkü bu panteizm Osmanlı sufiye tabakası içinde
merkezi yönetime karşı çıkan bir protestocu kesim
yaratmıştır. Osmanlı protestocu sufiliği bu panteizmi bir
yandan “mehdici” bir zihniyet, diğer yandan, hem bu dünyaya,
hem öbür dünyaya hükmeden, yani hem bu dünyanın,
sultanı olan “kutup” teorisiyle sentezleyerek
geliştirmiştir .
Burada dikkatimizi en fazla
celbetmesi gereken bir mesele, yüksek sufiyye
kesimindeki, merkezi yönetime karşı bu panteist
protestonun, kırsal kesimin nabzını elinde tutan
popüler sufilik içinde daha değişik bir yankı bularak bir
takım toplumsal protesto hareketlerini mehdici bir espriyle
birleştiren militan hareketlere dönüştürebilmesidir.
Bütün bir XVI. Yüzyıl bu hareketlerle doludur. Bu
hareketleri sevk ve idare eden liderler, aynen bu
belirttiğimiz ideolojiyle büyük kitleleri peşlerine
takmışlardır. İşte bu panteist kutb-mehdiliğe
dayanan muhalefet ideolojisi, Osmanlı
İmparatorluğu’nda popüler İslamın temel karakteristiğinin
anlaşılmasına hizmet edecek başlı başına bir araştırma
konusudur.
İşte, klasik dönem
Osmanlı tarihinde bu kadar renkli bir görünüm arz
eden İslam, yenileşme döneminde bu defa kendisi bir
problem teşkil edecek, İmparatorluğun Batılaşmacı aydın
eliti, onu geriliğin sebebi ve ilerlemenin önündeki engel
olarak değerlendirilecektir. B u bakışın yansımaları
Cumhuriyetin kuruluş döneminden günümüze bütün
canlılığıyla sürüp gelmiştir. Bu, çok önemli
dönüşümün habercisidir. Kabaca II. Meşrutiyete
kadar Osmanlı Devletinin resmi ideolojisi durumunda
olan İslam, artık Tanzimatla birlikte
batılılaşmacı yenileşme hareketlerine karşı doğacak
muhalefetin ideolojisi olarak yeni bir siyasi ve fikri
hareket doğuracaktır : Bu hareket, bu günde yine muhalefet
ideolojisi konumunda bulunmakta olan İslamcılıktır.
Bu ideolojinin kökleri, Tanzimatla birlikte yüksek
bürokrasi ve aydın kesiminin, Osmanlı
İmparatorluğu’nun gerilemesinin sebepleri konusunda
koyduğu teşhise gösterilen tepkilerden beslenir.
Bu teşhis, merkezi yönetim tarafından daha Lale
Devri’nden itibaren askeri alanda başlatılan yenileşme
hareketlerinin yetersizliğinin fark edilmesiyle birlikte,
esas problemin başka alanlarda yatıyor olmasını
düşünülmesiyle su yüzüne çıkmış ve özelikle Batı’yı tanıma
imkanı bulan aydın bürokrat kesimin kafalarında İslamı
giderek bir probleme dönüşmesine yol açmıştır.
Böylece yavaş yavaş belirtilen çevrelerin bir
kesiminde İslam, Osmanlı İmparatorluğu’nun
gerilemesinden tek suçlu olarak görüldü.
Tanzimat sonrası Osmanlı bürokrasi ve aydın çevrelerinde
belirginleşen, Osmanlı İmparatorluğu’nu gerilemesinde İslami
sorumlu tutan bu eğilimlere karşı çıktıkları İslam
aslında yukarda sözü edilen, Osmanlı merkezi
iktidarı ile özdeşleşmiş ve bu sebeple tabii olarak
siyasallaşmış ve muhafazakarlaşmış bu geleneksel
İslam, yani klasik Osmanlı İslamı idi. Burada bir
parantez açarak, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak
üzere, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun İslama
bakışının da bu açıdan değerlendirmek gerektiğini
düşündüğümüzü söyleyelim.
Burada dikkatle
tesbit etmemiz gereken ve çoğu zaman farkına
varılmayan mühim bir vakıa vardır, ki şudur : Batılılaşmacı
yenileşmeciliğe karşı oluşan bu yeni ideoloji, yani
İslamcılık, kendisine referans olarak, demin sözünü
ettiğimiz klasik dönem Osmanlı İslamını değil, Abduh türü
selefiyeci bir İslam anlayışını aldı. Dolayısıyla bu
ideoloji, yalnız Batılılaşmacılığa değil, gerek
siyasal, gerekse popüler boyutuyla klasik Osmanlı
İslamı’na da karşı idi. Bunun üç mühim göstergesi
vardır :
1 ) İslamcılar, Osmanlı İslamının
geleneksel siyasi kurumu olan saltanat rejimine
karşı çıkıyor, İslami bir kurum olarak
algıladıkları meşverete dayalı meşruti bir rejim
istiyorlardı.
2 ) Geleneksel İslamın kültürel
muhteva ve kurumlarının çoğunu reddedip İslamı ilk
devirlerin saflığına kavuşturarak orijinal haline
döndürmeyi amaçlıyordu. Yani Selefiyeci idiler.
3 ) Geleneksel İslam’ın, dolayısıyla Osmanlı
İslamının karakteristik niteliği olan “taklid”i
terkedip, yaklaşık X. Yüzyıldan beri kapalı olduğu
varsayılan içtihad kapısını yeniden açarak İslam’ın
bilim ve düşünce hayatına işlerlik, canlılık,
üreticilik ve yaratıcılık kazandırmak amacını
güdüyorlardı.
Dolayısıyla II. Abdülhamid dönemi
ve Meşrutiyet İslamcılığı, belki temelde klasik
Osmanlı İslamına karşı bir tepki hareketidir. Bu
yüzdende esas itibariyle modernist ( yenileşmeci )
bir akımdır. Görünürdeki bütün Batı karşıtı tavrına
rağmen, yenileşme yanlısı olduğu için, Türkiye
tarihide modernist fikir hareketleri çerçevesinde mütalâa
edilmelidir.
II. Abdulhamid döneminin
Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi İslamcı edip ve
aydınları ile, Şehbenderzade Ahmed Hilmi,
Şeyhülislam Musa Kazım ve Said Halim Paşa, Babanzade Ahmed
Naim, Mehmet Akif ( Ersoy ), İsmail Hakkı ( İzmirli ),
İsmail Fenni ( Ertuğrul ) ve Şemseddin ( Günaltay ) gibi
belirli bir Osmanlı İslamcı eliti, İslamın “mani-i
terakki” olmadığını, aksine, bilimi, düşünceyi
telkin ettiği halde, zamanla müslümanların bu yolu
bırakıp skolastik düşünceye kapılarak geri
kaldıklarını anlatmaya özellikle ihtimam
göstermişlerdir. Onlar, genelde İslam aleminin, özelde
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinden mutlakiyet
rejimlerinin ve geleneksel İslamın sorumlu tutulması
gerektiğini düşünmüşler, gerçekte İslam’ın insan hürriyetini
baskı altına alan hiçbir rejime açık olmadığını izaha
çalışmışlardır.
Sonuç
olarak, İslamın Osmanlı devletinin kuruluşundan
cumhuriyete kadar, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yeri, değişik
kesimlerdeki algılanış ve görüntülenişi, bugünün
Türkiyesi’nin geçmişi, bugünü ve geleceği açısından da çok
ciddi bir biçimde tartışılması gereken, yalnız bilimsel
bakımdan değil, pratik olarakta büyük fayda
sağlayacak bir meseledir. Osmanlı tarihi
araştırıcılığı artık bu mesele üzerine de dikkatle
eğilmelidir.
Kaynak:http://www.e-tarih.org/makaleler.php?sayfa=makaledetay&makaleno=1199