13 Aralık 2012 Perşembe

Fatih'in ölümü: Venedik, Roma ve Rodos


Giovanni Mocenigo
Karamani Mehmet Paşa, Sultan'ın ölümünü umutsuzca saklamaya çalışsa da, haber kısa zamanda Venedik'in İstanbul'daki elçisi Nicolo Coco'ya ulaştı. Coco'nun, Düka Giovanni Mocenigo'ya yazdığı ve bir Venedik kadırgasının kaptanıyla yolladığı mektup Venedik'e 29 Mayıs'ta vardı: Konstantinopolis'in düşüşünden tam yirmi sekiz yıl sonra.

Kaptan, Ducale Sarayı'na gidince, Düka'nın Signoria'da toplantıda olduğunu söylediler, ama o toplantı salonuna dalıp haykırdı: "Grande Aquila e morte!" (Büyük Kartal öldü!). Mektubu okuyan Düka, San Marco çan kulesindeki maragona'nın (Venedik halkına saat başlarını, bir dükanın ölümünü, bir de düşman filosunun göründüğünü duyuran) büyük çanın çalınmasını emretti. O gün marangona ilk kez iyi bir haber veriyordu; az sonra bütün Venedik olağanüstü bir coşkuyla, Büyük Türk'ün ölümünü kutlama girişti. Düka'nın Roma'ya yolladığı ulaktan haberi öğrenen Papa, Tiber kıyısındaki muhteşem papalık şatosu Castel Sant Angelo'nun toplarını ateşletti. Kilise çanları halka müjdeyi vermek için bir ağızdan çalıyordu; Papa, kardinallerini ve bütün elçileri peşine takıp törenle Santa Maria del Popolo kilisesine yollandı. Gece olunca Roma, göz kamaştırıcı bir havai fişek gösterisiyle aydınlandı; kentin her yanında şenlik ateşleri yakıldı, şükran ayinleri düzenlendi; kutlamalar tam üç gün sürdü. Büyük Türk'ün dünyadan göçtüğü haberi yayıldıkça, aynı sahne bütün İtalya'da ve Kuzey Avrupa'da da yinelendi. Venedikli tarihçi Giovanni Sagredo, iki yüzyıl sonra şu yorumda bulunuyor: "Ölümün bu ateşli, hırslı, yenilmez barbarı nihayet durdurmuş olması, hem İtalya hem de bütün Hıristiyan dünyası için büyük bir şanstı."
Pierre d'Aubusson
Ama Mehmet'in ölüm haberi, hiçbir yerde Rodos'taki kadar büyük bir sevinçle karşılanmadı. 31 Mayıs'ta, saray kâtibi ve yardımcı şansölye Guillaume Caoursin, sağ kalabilen şövalyelerle Büyük Üstat Pierre d'Aubusson'dan oluşan bir topluluğun karşısında "De Morte Magni Turchi" (Büyük Türk'ün Ölümü) başlıklı bir söylev verdi. Caoursini "ikinci Lucifer, ikinci Muhammed, ikinci İsa düşmanı" dediği Mehmet'in ölümünden duyduğu mutluluğu, coşkuyu dile getirirken, doğanın da afetlerle, sıradışı olaylarla Büyük Türk'ün ölümünü dünyaya ilan ettiğini öne sürüyordu:

"Son nefesini vermek üzereyken, Asya, Rodos ve civar adalarda depremler meydana geldi; bunlardan özellikle iki tanesi öyle şiddetli, öyle korkunçtu ki, pek çok şatoyu, kaleyi ve sarayı yerle bir etti."

Caoursin'e göre bunlar, eşi görülmedik, canavarca suçlar işleyen birinin kokuşmuş cesedini kabul etmek istemeyen toprağın verdiği yıkıcı tepkilerdi
: "(Cesedin) saçtığı koku öyle güçlü, toprağın derinliklerindeki öfke infilakları öyle müthişti ki, yeryüzünü tam yedi kez amansız sarsıntılarıyla salladı ve denizin kabarıp taşmasına neden oldu."

John Freely
(Cem Sultan, Rönesans Avrupa'sında Tutsak Bir Şehzade,
Everest Yayınları, Eylül 2012, sf.28-29.)

29 Ekim 2012 Pazartesi

"Osmanlı Hoşgörüsü"nden: Sufiler ve ahiler


Anadolu'da erken dönem boyunca Sufi tarikatla Ahi teşkilatı kuvvetli bir şekilde birbirine bağlıydı. Zanaatkar Loncaları olarak bilinen bu teşkilat, ağırlıklı olarak esnaflar tarafından oluşturuluyordu. Anadolu toplumunda gerçekleştirilen sosyal ve kültürel roller, Sufi dervişler tarafından sergilenen rollere benzerdi, fakat yaşam tarzları bakımından lonca (futuvva) teşkilatının geleneğinin alışkanlıkları ve davranışları ile yakın ilişkiliydi. Diğer bir deyişle, korumak ve desteklemeye istekli oldukları bir şövalye toplumu yaratmaya çalıştılar. Yoldan geçenleri ve muhtaçları tam bir coşku ve mutlulukla ağırladıkları kendi zaviyeleri vardı. İnsanları tedavi ederken, ırkları, inançları veya dinlerini dikkate almadılar. Erken dönem Osmanlı Hükümdarlarının Ahi teşkilatını teşvik etmesi ve desteklemesi bu bağlamda açıklayıcıdır. Nitekim, Ahi teşkilatı Osmanlı Devleti'nde sosyal bağların sağlamlaşmasında çok önemli bir rol oynadı ve bu da siyasi istikrara dönüştü. Orhan özellikle hoşgörünün yayılması ve devleti desteklemede her iki grubun da önemli rolü olduğunun farkında olarak, Sufi tarikatlarına yaptığı gibi Ahilik teşkilatına da özel ihtimam göstermiş ve desteklemişti. Ahi teşkilatlarının faaliyetlerini finanse etmek için vakıflar tayin etmişti.

İslam'ın gerçek hoşgörü ruhunun yayılmasında Ulema'nın rolü son derece önemlidir. Devlet tarafından desteklenen ve koruma altına alınan Sufi zaviyelerinin ve Ahi loncalarının hoşgörünün yayılmasında önemli payı vardı. Ayrıca, Sufi ve Ahi kuruluşları, kültürel çeşitliliğin ve sosyal uyumun yaratılmasına da katkı sağlamıştır. Bu faktörler, farklı kültürlerden, ırklardan ve dinlerden insanlar arasında yapılan evliliklerle de desteklendi. Büyük çoğunluğu Hanefi mezhebinden gelen Osmanlı şeriat yasaları, değişen zamana, farklı yerlere ve koşullara göre uyarlandı. Gerçekten de tüm bu faktörler, bu dönemde olağanüstü bir hoşgörü ve kültürel çeşitliliğe model oluşturmak için birleşmişti.

Dr. Abdel-Rahman Ahmed Salem
(Osmanlı Hoşgörüsü, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2012, Bölüm İki, sf. 67-68-72.)

Lâle Devri ve Türkiye


(III.Ahmed'in yeniçerilere altın atmasını konu alan minyatür, Levnî, Surnâme-i Vehbî)

1730 yılında 1 Ekim günü padişah III. Ahmed uzun saltanatından sonra tahttan indirildi. Daha önce Edirne Vakası dediğimiz ayaklanma ile tahtından olan II. Mustafa’nın ana bir (Gülnuş Emetullah Sultan), baba bir kardeşidir. Babaları IV. Mehmed de (Avcı) onlar gibi tahttan indirilmişti. II. Viyana bozgununu izleyen yıllar birkaç padişahı tahtından etti ve Topkapı Sarayı’nın Harem girişindeki şemşirlik denen tahtsız hünkar hapishanesine misafir oldular. Lâle Devri’nin mimarı ünlü reformcu ve Babıâli diktatörü diyebileceğimiz Nevşehirli Damad İbrahim Paşa bir zaman önce padişah tarafından Patrona Halil’in azgın isyancılarına teslim edilmişti. Sokak kalabalığının kini söndürülemiyordu. Şair Nedim’i bile hedef gösterdiler. Soylu bir aileden gelen ve medrese tahsilli, Türk edebî dilini İstanbul halkının diliyle birleştiren ünlü şairimiz damlardan kaçarken düşüp öldü.

18. asır başındaki Osmanlı medeniyetinin sokak kitleleri tarafından tahribi bir faciadır
Bizim okul tarihlerinde Lâle Devri çok karalanarak anlatılmaz ama tam rengi de verilmez. Lâle soğanının çok para ettiği, zevk-ü sefanın arttığı, mimaride bazı yeniliklere gidildiği belirtilir. Bu bölümün kavramsal bütünlüğü dışında itfaiyenin kurulması, orduda ıslahat ve mühendishaneler açılması gibi hareketlerle birlikte matbaadan da bahsedilir. Hiç şüphesiz ki tarih sadece tarihi gerçek dediğimiz olayların ve belgelerinin tesbiti değildir. Ön planda onların birleştirilerek yorumlanması ve çizilmesidir. Lâle Devri eksik çizimdir ve hatta yanlıştır. Lâle soğanını yeni melez türlerle geliştirildiği, korkunç pahalı yeni türlerin elde edildiği doğrudur. Bu sırf İstanbul’a ait bir olay değildir. Hollanda bunu çok daha önceden, daha büyük kumara varan yüksek meblağlarla yaşamıştır. Öte yandan lâle yetiştirmek mahalle kasabından devrin parlak alimine kadar bütün Türklerin ortak uğraşısıydı; İstanbul bahçe kültürüne girmişti.

Matbaanın yanında Avrupa barok mimarisinden ve bizim teknikçe önümüzde olan İran resim sanatından gelen etkilerden pek söz edilmez. Dahası Profesör İnalcık’ın UNESCO dizisinden çıkan Dimitri Kantemir kitabı önsözüne kadar İstanbul’da Batı’ya ve Doğu’ya açılan yeni Osmanlı aydın elitinden söz edilmediği de açıktır. Galata kadısı Mehmed Esad Efendi ki aslen Giritli’dir, Rumca bilirdi, Yunanlılarda bile görülmeyen bir gayretle Latince’yi sevip öğrenmiştir. Ve İbrahim Müteferrika matbaasına musahhih (redaktör) olarak girmiştir. Nefioğlu diye bir Müslüman Türk münevver Latince bilmektedir. İstanbul’daki Dimitri Kantemir ve Fenerli Mavrokordato kardeşlerle adeta kardeş gibidir. Antoine Galland, Hezarfen Hüseyin Efendi’nin Latince-Yunanca bilgisi ve umumi tarih araştırmasından hayranlıkla söz ediyor.

Osmanlı tarihçilerinin barok devir diye adlandırdıkları bu dönemde Türkiye Batı’nın matematik, mühendislik, tıp ve veterinerliğini öğrendi. Hepsi Batı tesiri değildir. İnsanların kendileri bu işi merak ediyorlardı. Katip Çelebi gibi her şeyi bilen bir büyük leksikograf-bibliyograf bu dönemin girişidir. 18. asır başındaki Osmanlı medeniyetinin sokak kitleleri tarafından tahribi bir faciadır ama durmayan bir değişimdir. Kurulu Osmanlı düzeni yolundan ayrılmayacağını yeni padişah I. Mahmud’un gizli emriyle o gün saraydaki bir toplantıda bütün Patrona takımını kılıçtan geçirerek gösterdi.

Hiç şüphesiz ki bu devir 1711 Prut Zaferi ve 1718’deki Pasarofça Antlaşması’yla başlayan bir sulh döneminin eseridir ve Osmanlı çağdaşlaşma asrı sonradan tarihçi Ahmet Refik’in koyduğu bir isimle Lâle Devri diye anılmaktaysa da kendi başına zamanda sınırlı bir olgu değildir.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 30.09.2012)

22 Ağustos 2012 Çarşamba

OSMANLI İMPARATORLUĞU VE İSLAM

Osmanlı imparatorluğu bugün, gerek Türkiye Cumhuriyetinin yaşamakta olduğu iç ve dış problemler, gerekse vaktiyle sınırları dahilinde bulunan komşu devletlerde cereyan eden olaylar ve bunların Türkiye`ye yansımaları dolayısıyla, aktualitesini bütün canlılığıyla korumakta ve dolayısıyla tartışılmakta bulunan bir büyük imparatorluktur. Dünya Osmanlı tarihi araştırıcılığı, altı yüz yıl gibi çok uzun bir ömür sürmüş bu imparatorluğun siyasi ve idari yapısını, kurumlarını, onu meydana getiren, çeşitli etnik ve dini kökenlere, kültürlere mensup insanların oluşturduğu karmaşık, dev bir toplumsal yapıyı, bütün yönleriyle, bütün görüntüleriyle izlemek, anlayabilmek, açıklayabilmek, için yaklaşık bir yüz yıldır büyük bir emek ve gayret sarfetmekte ve yıllardan beri de önemli sonuçlar ortaya koymuş bulunmaktadır. Buna rağmen, daha araştırılacak pek çok problem olduğuna, bunların araştırıcıları ve bilim adamlarına daha yıllarca meşgul edeceğine hiç şüphe yoktur.
İşte bizim burada ele almayı deneyeceğimiz problem de, üstelik en çetrefil ve en mühim olanlardan biri, Osmanlı İmparatorluğu’nda “İslam Problemi”dir. Bunu seçmemizin sebebi, artık Osmanlı tarihi araştırıcılılığının biraz fazla ihmal edilmiş bu konuya yönelmesi gerektiğini vurgulamaktır. Aksi halde böle devasa bir konuyu bir yazı çerçevesine sığdırmanın mümkün olmayacağı her türlü izahtan varestedir.
Bu itibarla biz burada yalnızca bu büyük İmparatorluğun ideolojisinin, siyasal ve idari kurumlaşmasının kültürünün temelini oluşturan bu konuya dikkat çekmek meseleye nasıl yaklaşılması gerektiğine dair kendi perspektifimizi ortaya koymaya çalışmak ve bu konu çerçevesinde halen mevcut problemlere işaret etmekle yetineceğiz.
Her şeyden önce bu alanı ilgilendiren kaynakların yeterince tanınıp işlenmediğini bu yüzden de bugüne kadar çoktan ortaya konması gereken detaylı monografik çalışmaların bile kalitece ve sayıca yeterli düzeye gelemediğini de söylememiz gerekiyor. Bunun sebepleri ayrı bir tartışma konusudur.
Osmanlı İmparatorluğu, muhakkak ki bir İslam devletidir ; hem de en az Emevi ve Abbasi İmparatorlukları, diğer müslüman İran, Türk ve Arap devletleri kadar bir İslam devletidir. Bu sebepledir ki o, altı yüz yıllık uzun tarihinin hemen hemen her alan ve safhasının sergilendiği üzere, aynı zamanda bir “İnanç Devleti”dir. Onun için kanaatimizce bu İmparatorluk üzerine yapılacak analizlere önce buradan başlamak gerekir. Çünkü Osmanlı İmparatorluk ideolojisinin esasını “İnanç” , yani İslam oluşturur. Bu itibarla, bu İslam’ın nasıl bir İslam olduğu, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslamin rolünü yorumlanış biçimini ve devlet siyasetinden sıradan halkın inanç dünyasına varıncaya kadar çeşitli alanlardaki yansımalarını anlayabilmek için, bu yansımaları doğrudan yorumların hangi kesimlerce ve nasıl üretildiğine bakmak kanaatimizce kaçınılmazdır. Bunu anlamanın yolu, bizce evvela, bu İmparatorluğun ideolojisinin tahlilinden geçer. Bu tahlilin çok dikkatli ve ince bir şekilde yapılması, kanaatimizce Osmanlı İmparatorluğu’yla ilgili pek çok meselenin de daha kolay ve daha bir açıklıkla anlaşılmasını ve çözüme kavuşmasını sağlayacaktır.
Bize göre Osmanlı Dünyasında İslami yorumları üreten dört temel sektör vardır :
1- Merkezî iktidar mekanizması, yahut siyasal mekanizma, yani devlet,
2- Buna eklenmemiş olan ulema kesimi,
3- Genellikle ve çoğunlukla bu ikisinden de bağımsız olan sufî çevreler,
4- Daha çok bu üçüncü sektör etkisinde kalmakla beraber, kendi geleneksel anlayışını sürdüren halk kesimi.
Bunları sırayla devlet İslamı ( veya siyasal İslam ), medrese İslamı ( yahut kitabî İslam ), tekke İslam’ı ve nihayet halk islamı ( popüler İslam ) olarak da adlandırabiliriz. Böyle bir tasnif izafi veya itibari bir tasnif olmayıp, Osmanlı İmparatorluğu tarihi içerisinde İslam’ın tek boyutlu değil bu saydığımız boyutlarıyla görüntülediği vakıasının bir yansımasıdır. Üstelik böyle bir yaklaşım, yapılacak tahlilleri önemli ölçüde kolaylaştıracak, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam olgusunu olabildiğince geniş bir perspektiften görebilme imkanı sağlayacaktır. Dolayısıyla bu sektörlerin ayrı ayrı monografik çalışmalara konu olması gerekir.
1 ) “Devlet İslamı”ndan ne anlamalıyız ? Bundan maksat İmparatorluğunun siyasal yapısı içinde İslam’ın bir siyasal araç olarak yorumlanış şekli, gösterdiği değişim, aldığı biçim ve nihayet devletin iç ve dış siyasetine yansıyış biçimleridir. Her şeyden, devletin temel siyaset aracı olarak İslam’ı nasıl anlayıp yorumlandığını bunu yaparken ona ne gibi bir görünüm kazandırdığını, hangi kurumların, yöntemlere kullandığını çok iyi belirlememiz gerekiyor. İşte devlet mekanizmasının bu yorumu, Osmanlı devletinde, daha önceki müslüman devletlerde pek rastlanmayacak, derecede İslam yorumuna kendine mahsus güçlü bir siyasal mahiyet kazanmıştır.
Bunun böyle oluşu kanaatimizce, Osmanlı İmparatorluğu’nda – Abbasiler de dahil olmak üzere tarihte hiçbir İslam devletinde olmadığı kadar – devlete dinin birbiri içine geçmesinden, yani “Devletle Dinin Özdeşleşmesi”nden ileri gelmektedir. Başka bir ifadeyle, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam siyasal boyutu itibariyle, devletin ayrışmaz bir parçası olmuştur. Bununla beraber, bu içiçelikte devlet daha baskındır ve Osmanlı devletinde “Her şey devlet içindir ; din de devlet içindir.”
Osmanlı’daki bu yapı, köklü bir İslami geleneğin mirası olarak görünür. Buradaki İslami gelenek terimindin, daha çok İslam tarihinin klasik devresini içine alan Emevi ve Abbasi dönemlerinde, bu devletlerin hakimiyet alanlarında eskiden beri mevcut siyasi devletlerin özümsenmesi suretiyle oluşan İslam siyaset teorisini ve ona paralel gelişen siyasal geleneği anlamak icap eder. Bu İslami siyaset geleneğinin içinde ise, eski doğu roma, Sâsâni ve hatta eski hind siyasi telakilerinin etkileri mevcuttur. Tabi ki, bu sentezin harcı İslam olmakla birlikte, bu Peygamber zamanında teşekkül eden İslami siyaset algılayışından Hayli farklılaşmış bir anlayış idi. Oysa klasik İslami gelenekte saltanat İslam’ın siyasal örgütleniş biçimi olarak Emevi döneminden beri meşrulaşmış ve hatta ünlü “Sultan Allah’ın yeryüzündeki bütün mahlukatın kendine sığındığı gölgesidir” uydurma hadisiyle bu meşruiyet dini bir temele oturtulmuştu.
İşte bu klasik İslamı siyasal geleneği İslam hakimiyetindeki geniş coğrafyada meydana çıkmış olup, farklı zaman ve mekanlarda yazılmış Kelîle ve Dimne ( eski Hind Pançâtantra’sının İslami versiyonu ), kâbûsnâme, siyâsetnâme Kutadgu Bilig gibi, Hind, İran, Türk ve El-Ahkamu’s – Sultaniyye gibi arap kökenli zengin bir klasik literatürü vardır. Bu literatür, eski Türk siyasi geleneğinin karakteristiği oları cömertlik ve töre kavramlarının yerine, daha çok Hind-İran siyasi geleneğinin karakteristiği olan akıl, hikmet ve bilgi unsurlarına dayanmakla dikkati çeker. Osmanlı merkezi yönetimi, İslamı siyasallaştırırken bu geleneği daha da geliştirerek din ve devleti ikizlik statüsünden çıkarıp, birbiriyle özdeş yapmıştır.
2 ) İşte, Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam’ın bu siyasal boyutunun oluşmasına en büyük katkıyı, “kitâbî İslam”ı, yahut “medrese İslâmı”nı üreten ülema kesimi sağladı. Osmanlı Ülemasının ürettiği bu , “kitâbî İslam” yorumu, çok tabi olarak bürokrasinin eğitim kurumları durumundaki medreseler aracılığıyla klasik Sünniliğin ve bunun içinde de hanefiliğin hemen bütün teorik ve pratik mirasını da aynen devraldı. Ulema örfü hukukun belirli alanlarının dışında, Osmanlı Toplumunun siyasi, idari, sosyal ve hukuki teşkilatlanmasını gerçekleştirdi. Özellikle Fatih Sultan Mehmet’in merkeziyetçi devlet anlayışının güdümüne girdikten sonra Osmanlı uleması, yalnız Osmanlı tarihinin değil, genelde İslam ve Türk tarihinin de en önemli toplumsal sınıflarından biri haline geldi. O artık, bilhassa Fatih’le birlikte tam bir dini bürokrat konumuna gelmiş ve temel görevi, İmparatorluğun müslüman tebaasının dini eğitim ve organizasyonunu yapmanın, hukuki ihtiyaçlarını karşılamanın yanında, belki daha fazla iktidarın bütün hareket ve faaliyetlerini, kısaca iç ve dış siyasetini meşrulaştırmaya odaklanmıştır. Osmanlı ulemasının bu konumu ve özelliği, onu Emevi ve Abbasi devirlerindeki, devletten bağımsız klasik ulemadan ayıran en bariz özelliklerden ve İslam dünyası genelinde ulema sınıfının tarihindeki en büyük değişimlerden biridir. Ulema İslam’ın tam bir siyasal araç haline dönüşmesinin tipik örneğine XVI. Yüzyılda verdi.
XVI. Yüzyılın ilk çeyreğine, yani Yavuz Sultan Selim ( 1512-1520 ) devrine kadar yalnızca ehl-i küfr’e yani Hristiyan dünyaya karşı mücadele misyonu üstlenen Osmanlı devleti, bu yüzyılın başlarında, İran’da Safevi devletinin kurulmasıyla başlanan Şîî propagandaya karşı yeni bir misyon yüklendi : Ehl-i Rafz’a karşı mücadele. Bu, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Sünnii İslam’ın bu misyonu ikinci kez yüklenişiydi. Bu süreç Osmanlı İmparatorluğu genelinde Sünnii İslamı tam bir devlet ideolojisine dönüştürdü. Bu Sünnii ideolojinin temeli, Osmanlı medreselerinde çok eskiden beri okutulmakta olup, Osmanlı Sunniliği’ne ana istikametini veren, XVI. Yüzyılın ünlü alimlerinden Sâdeddin-i Taftazani ( öl. 1395 ) nin eserine Ömer Nefesi’nin yazdığı Şerhu’l- Akaid idi. Yazııldığı dönemdeki şiddetli dini ceryanların etkisiyle genellikle Sünnilik dışı İslam mesheplerine karşı çok katı ve hoşgörüsüz bir tavır takınan ve Osmanlı Sünniliğinin tam bir dogmatizme dönüşmesinde belki en büyük rolü oynayan bu kitabın bu açıdan ciddi ve derin bir analize tabi tutulmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. Bu analiz işleminin bu meyanda meydana getirilen diğer literatüre de uygulanması çok yararlı sonuçlar verecektir.
İşte bu noktada , merkezi yönetimin elinde tam bir siyasal araca dönüşen devlet İslamiyla , bunun üretilmesi görevini üstlenen ülemanın temsil ettiği medrese İslamın tam anlamıyla örtüştüğünü görürüz. Bu örtüşme, kanaatimizce İslam dünyası tarihinde başka bir benzerinin bulunmadığını sandığımız çok önemli bir hadisedir.
Bu örtüşmenin, hem ulema kesimi içinde, hem de şimdi sözünü edeceğimiz sufiyye kesiminde çok ciddi bir entelektüel muhalefete yol açtığını gözlemliyoruz. Bu muhalefeti ulema kanadı, bir örneğini şeyh bedreddin’in başlattığı materyalist bir İslam yorumuna saparken, suffiye kanadı, aynı materyalizme mistik yoldan vahdet-i vücud, daha doğrusu vahdet-i mevcud,yani panteizm vasıtasıyla ulaşır. Bu ise butun bir Osmanlı sufilik tarihinin en can alıcı meselesidir. Çünkü bu panteizm Osmanlı sufiye tabakası içinde merkezi yönetime karşı çıkan bir protestocu kesim yaratmıştır. Osmanlı protestocu sufiliği bu panteizmi bir yandan “mehdici” bir zihniyet, diğer yandan, hem bu dünyaya, hem öbür dünyaya hükmeden, yani hem bu dünyanın, sultanı olan “kutup” teorisiyle sentezleyerek geliştirmiştir .
Burada dikkatimizi en fazla celbetmesi gereken bir mesele, yüksek sufiyye kesimindeki, merkezi yönetime karşı bu panteist protestonun, kırsal kesimin nabzını elinde tutan popüler sufilik içinde daha değişik bir yankı bularak bir takım toplumsal protesto hareketlerini mehdici bir espriyle birleştiren militan hareketlere dönüştürebilmesidir. Bütün bir XVI. Yüzyıl bu hareketlerle doludur. Bu hareketleri sevk ve idare eden liderler, aynen bu belirttiğimiz ideolojiyle büyük kitleleri peşlerine takmışlardır. İşte bu panteist kutb-mehdiliğe dayanan muhalefet ideolojisi, Osmanlı İmparatorluğu’nda popüler İslamın temel karakteristiğinin anlaşılmasına hizmet edecek başlı başına bir araştırma konusudur.
İşte, klasik dönem Osmanlı tarihinde bu kadar renkli bir görünüm arz eden İslam, yenileşme döneminde bu defa kendisi bir problem teşkil edecek, İmparatorluğun Batılaşmacı aydın eliti, onu geriliğin sebebi ve ilerlemenin önündeki engel olarak değerlendirilecektir. B u bakışın yansımaları Cumhuriyetin kuruluş döneminden günümüze bütün canlılığıyla sürüp gelmiştir. Bu, çok önemli dönüşümün habercisidir. Kabaca II. Meşrutiyete kadar Osmanlı Devletinin resmi ideolojisi durumunda olan İslam, artık Tanzimatla birlikte batılılaşmacı yenileşme hareketlerine karşı doğacak muhalefetin ideolojisi olarak yeni bir siyasi ve fikri hareket doğuracaktır : Bu hareket, bu günde yine muhalefet ideolojisi konumunda bulunmakta olan İslamcılıktır.
Bu ideolojinin kökleri, Tanzimatla birlikte yüksek bürokrasi ve aydın kesiminin, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinin sebepleri konusunda koyduğu teşhise gösterilen tepkilerden beslenir. Bu teşhis, merkezi yönetim tarafından daha Lale Devri’nden itibaren askeri alanda başlatılan yenileşme hareketlerinin yetersizliğinin fark edilmesiyle birlikte, esas problemin başka alanlarda yatıyor olmasını düşünülmesiyle su yüzüne çıkmış ve özelikle Batı’yı tanıma imkanı bulan aydın bürokrat kesimin kafalarında İslamı giderek bir probleme dönüşmesine yol açmıştır. Böylece yavaş yavaş belirtilen çevrelerin bir kesiminde İslam, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinden tek suçlu olarak görüldü.
Tanzimat sonrası Osmanlı bürokrasi ve aydın çevrelerinde belirginleşen, Osmanlı İmparatorluğu’nu gerilemesinde İslami sorumlu tutan bu eğilimlere karşı çıktıkları İslam aslında yukarda sözü edilen, Osmanlı merkezi iktidarı ile özdeşleşmiş ve bu sebeple tabii olarak siyasallaşmış ve muhafazakarlaşmış bu geleneksel İslam, yani klasik Osmanlı İslamı idi. Burada bir parantez açarak, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun İslama bakışının da bu açıdan değerlendirmek gerektiğini düşündüğümüzü söyleyelim.
Burada dikkatle tesbit etmemiz gereken ve çoğu zaman farkına varılmayan mühim bir vakıa vardır, ki şudur : Batılılaşmacı yenileşmeciliğe karşı oluşan bu yeni ideoloji, yani İslamcılık, kendisine referans olarak, demin sözünü ettiğimiz klasik dönem Osmanlı İslamını değil, Abduh türü selefiyeci bir İslam anlayışını aldı. Dolayısıyla bu ideoloji, yalnız Batılılaşmacılığa değil, gerek siyasal, gerekse popüler boyutuyla klasik Osmanlı İslamı’na da karşı idi. Bunun üç mühim göstergesi vardır :
1 ) İslamcılar, Osmanlı İslamının geleneksel siyasi kurumu olan saltanat rejimine karşı çıkıyor, İslami bir kurum olarak algıladıkları meşverete dayalı meşruti bir rejim istiyorlardı.
2 ) Geleneksel İslamın kültürel muhteva ve kurumlarının çoğunu reddedip İslamı ilk devirlerin saflığına kavuşturarak orijinal haline döndürmeyi amaçlıyordu. Yani Selefiyeci idiler.
3 ) Geleneksel İslam’ın, dolayısıyla Osmanlı İslamının karakteristik niteliği olan “taklid”i terkedip, yaklaşık X. Yüzyıldan beri kapalı olduğu varsayılan içtihad kapısını yeniden açarak İslam’ın bilim ve düşünce hayatına işlerlik, canlılık, üreticilik ve yaratıcılık kazandırmak amacını güdüyorlardı.
Dolayısıyla II. Abdülhamid dönemi ve Meşrutiyet İslamcılığı, belki temelde klasik Osmanlı İslamına karşı bir tepki hareketidir. Bu yüzdende esas itibariyle modernist ( yenileşmeci ) bir akımdır. Görünürdeki bütün Batı karşıtı tavrına rağmen, yenileşme yanlısı olduğu için, Türkiye tarihide modernist fikir hareketleri çerçevesinde mütalâa edilmelidir.
II. Abdulhamid döneminin Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi İslamcı edip ve aydınları ile, Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Şeyhülislam Musa Kazım ve Said Halim Paşa, Babanzade Ahmed Naim, Mehmet Akif ( Ersoy ), İsmail Hakkı ( İzmirli ), İsmail Fenni ( Ertuğrul ) ve Şemseddin ( Günaltay ) gibi belirli bir Osmanlı İslamcı eliti, İslamın “mani-i terakki” olmadığını, aksine, bilimi, düşünceyi telkin ettiği halde, zamanla müslümanların bu yolu bırakıp skolastik düşünceye kapılarak geri kaldıklarını anlatmaya özellikle ihtimam göstermişlerdir. Onlar, genelde İslam aleminin, özelde Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinden mutlakiyet rejimlerinin ve geleneksel İslamın sorumlu tutulması gerektiğini düşünmüşler, gerçekte İslam’ın insan hürriyetini baskı altına alan hiçbir rejime açık olmadığını izaha çalışmışlardır.
Sonuç olarak, İslamın Osmanlı devletinin kuruluşundan cumhuriyete kadar, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yeri, değişik kesimlerdeki algılanış ve görüntülenişi, bugünün Türkiyesi’nin geçmişi, bugünü ve geleceği açısından da çok ciddi bir biçimde tartışılması gereken, yalnız bilimsel bakımdan değil, pratik olarakta büyük fayda sağlayacak bir meseledir. Osmanlı tarihi araştırıcılığı artık bu mesele üzerine de dikkatle eğilmelidir.
 
Kaynak:http://www.e-tarih.org/makaleler.php?sayfa=makaledetay&makaleno=1199

16 Ağustos 2012 Perşembe

Avusturya elçisi Busbecq'in kaleminden Osmanlı'nın yemek kültürü


1555'te İstanbul'a gelen Avusturya elçisi Ogier Ghiselin de Busbecq "Türkiye'yi Böyle Gördüm" adıyla yayınlanan hatıralarında Müslüman Türk milletinin gıda konusundaki hassasiyetini şu cümlelerle anlatır:

"Türkler obur değillerdir. Gayet az yerler, bir parça ekmekle beraber tuz, soğan ve yoğurt bulurlarsa yemek için başka bir şey aramazlar. Yoğurt ekşimiş süttür... Süte nazaran akıcı değildir. Türkler buna su ilave edip içine ekmek doğruyorlar. Bu, harareti teskin etmek için çok iyi bir sıvıdır. Hem besleyici hem de hazmı kolaydır. Kervansarayların hepsinde yoğurt mutlaka bulunur. Çünkü Türkler yolculuk sırasında sıcak yemek aramazlar. Yoğurt, peynir, üzüm gibi şeyler yerler. Üzüm, vişne gibi şeyleri kaynatıp toprak kaplar içinde saklarlar. Türklerin yiyecek, içecek masrafları o kadar azdır ki bizde bir adamın bir günlük yiyecek masrafı bir Türk’ün on günlük geçinme masraflarına denktir. En mükellef ziyafet sofralarında bile hamur işi tatlılar ve böreklerden pahalı şeyler bulunmaz. Bir de pirinçten yapılan bir yemekleri vardır. Üzerine koyun ve kuzu eti koyarlar. Hadım edilmiş horozu bilmedi gibi sülün, ardıçkuşu gibi kuşlardan haberleri bile yoktur. Bal yahut şeker şerbeti onlar için en mükemmel içecektir. Bununla beraber bir içecekleri daha var. Yeri gelmişken nasıl yaptıklarını da size anlatayım. Üzümü sıkıp suyunu bir ağaç fıçı içine dolduruyorlar. Sonra buna bir miktar sıcak su ilave ederek iyice karıştırıyorlar. Üzerini dikkatle örtüp iki gün dinlenmeye bırakıyorlar. Ekşime pek yavaş meydana geliyorsa biraz toprak ilave ediyorlar. Ekşimeye başladığında bunun tadına bakarsanız pek yavan gelir. Ama daha sonra ekşi bir lezzet alır ki biraz tatlı bir şeyle karıştırılınca çok hoş oluyor. Türkler bu içeceğe Arap şerbeti diyorlar. İstanbul'da pek bol bulunan karla soğutunca birkaç gün müddetle içilebiliyor. Fakat daha fazla zaman geçince iyice ekşiyor. O zaman şaraptan fazla tesir ediyor ve Türklerin dinine göre artık haram sayılıyor. Bu içecekten çok hoşlandığımızı itiraf ederim."[1]

Ahmet Uçar, Sultan, Güç ve Hassasiyet
(Çamlıca Basın Yayın, İstanbul 2012, sf.273-274.)

[1]Ogier Ghiselin de Busbecq, Türkiye'yi Böyle Gördüm, (Çeviren: Aysel Kurutluoğlu), İstanbul, Tarihsiz, sf.58-59.)

8 Temmuz 2012 Pazar

Osmanlı döneminde kürtaj



Osmanlı döneminde çocuk düşürme, yasak ve ceza kanununa göre suçtu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren savaşları kaybetmesinin önemli sebeplerinden biri de nüfusunun düşmanlarından daha az artmasıdır. Nüfusun azalması yüzünden hem ekilecek topraklar boş kalmış hem de orduya istenilen sayıda asker toplanamamıştır. Savaşlardan, hastalıklardan ve kaybedilen topraklardan dolayı azalan Osmanlı nüfusunu artırmak için Avrupa'dan göçmen getirilip, Türkiye'ye yerleştirilmesi bile düşünülmüştü.

Hem İslam hukukuna göre yasak olması hem de nüfusun azalacağına sebep olacağı için ıskat-ı cenin, yani çocuk düşürme Osmanlı döneminde yasaktı. Nüfusun azalmasının devletin gücünün azalmasına sebep olacağı düşünülüyordu. Ve son derece haklıydılar. Böyle bir eylemin ilahi iradeye karşı gelmek olduğuna inanılırdı. Ayrıca bu durum sadece Müslümanlar için değil Yahudi ve Hristiyanlar için de geçerliydi. Iskat-ı cenin üzerine Mustafa Öztürk, Ahmet Hezarfen, Akşin Somel, Belkıs Konan, Fatma Şimşek, Güven Dinç ve Haldun Eroğlu gibi birçok araştırmacı tarafından belgelere dayalı araştırmalar yapılmıştır.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 03.06.2012)

10 Haziran 2012 Pazar

Teşkilat-ı Mahsusa


Bir şeye yok demek zordur, var olan verilerin tespiti yok olduğu iddia edilen elemanda olmasa dahi, günün birinde ortaya çıkmayacağını kim söyleyebilir. Öyle anlaşılıyor ki, Bardakçı dostumun “teşkilat-ı mahsusa” için verdiği bir hükmü erkenden destekledim. Teşkilat-ı mahsusa resmen adıyla kurulmuş bir örgüt değil, ama üyeleri var. Var olduğunu Güngör Uras’ın “Saf ve Bakir Anadolu Çocuğu”nda babası Teğmen İsmail Hakkı ve Trablusgarb’da gönüllü savaşan arkadaşlarından söz eden hatıratı, Kabataş Lisesi’nde okuyanların hocaları Galib Vardar (Galib Baba) gibi isimlerin verdiği bilgiler doğruluyor. Tabii ki bunların hepsini toplayıp öğrenmek mümkün değil, birinin uğraşması lazım.

Yalçın Küçük haklı, birçok toplumun yenilgi karşısında boyun eğdikleri zamanda bu gibi kuruluşların belki de yurttaş kümelerinin ortaya çıkışı direnişe geçişleri durumu değiştirir. Onurlu bir davranış olmanın ötesinde bir toplumda örgütlenme alışkanlığı, direnme geleneği gibi kalıntıların güçlüğünü ve varlığını kanıtlar. Her topluma nasib olan bir meziyet değildir. Yazımda bundan bahsetmiştim. Ta Sultan II. Abdülhamid devrinden beri imparatorlukta ve imparatorluğun dışındaki İslam dünyasında kolonyalist devletleri korkutan bir faaliyet vardı. El atıldığında cıva yuvarlakları gibi ortadan yok oluyorlardı, ama işe devam ediyorlardı. Bir geleneğin devamıdır. Belki adı konmuş bir teşkilat değildir. Ama “Pan-İslamist faaliyet” başkentteki Rusya sefiri Zinovyev’in raporlarında bile geçiyor. İçlerinde Çerkezlerin ağırlıklı olduğu görülüyor. Ama Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk anavatanının selameti için hayatını öne süren adamlar elbette zengin bir siyasi geleneğin parçasıdır.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 10.06.2012)

Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nın alt yapısı


İkisini de yılda 4 milyona yakın turist ziyaret ediyor. Tamamen aynı kitle değil, bazen birine gelen öbürüne vakit dahi ayırmıyor. Sayı yıldan yıla artıyor, en büyük şikâyet de buralardaki tuvaletlerin yetersizliği. Ayasofya’ya 1500 yıldır insanlar defi hacet için gelmiyor, bunlar yeni adetler. Topkapı Sarayı’nın her tarafını tuvaletle donatsak gene yetmeyecek. Hiç kimse hesap yapmıyor. Adam başı yılda yarım litre idrar bıraksalar, bu nereye gider diye. Ayasofya’nın ve Topkapı Sarayı’nın altındaki dehlizlerin ve su yollarının haritası halen çıkarılmadı; bu işe girişmek de hiçbir kurumun umurunda değil.

Tek istisna İTÜ’den Doç. Dr. Çiğdem Özkan Aygün ve arkadaşlarıdır. 2005’te Ayasofya’da işe başladılar, doğrusu iş yavaş ilerliyordu; Ayasofya yönetiminin bileceği iş. Yeraltı su yollarının ve rutubeti toplayıp sevk edecek kanalların bizim müzenin altında da uzantıları olacağı doğaldı. Bizim buradan başlayın ve halkın da ilgisini çekecek şekilde günü gününe rapor verin” dedim. Neticeler ilginç; ekipten bir dalgıç kızımız Ayasofya tarafından su kanalına giriyor, bizim orda Harem’deki bir helâ kuburundan çıkıyor. Sorun ciddi, bir an evvel bilimsel yöntemlerle 1500 yıllık Ayasofya’nın ve Bizans kalıntılarını da içeren 550 yıllık Topkapı Sarayı’nın alt yapı haritalarının çıkarılması, tedbirlerin alınması gerekir. Öyle herkesin her istediği yere tuvalet yapması gibi hafifliklerden de vazgeçmek lazım. Tuvalet mıntıkaları Sarayın ve Ayasofya’nın dışında düşünülmelidir. Zira Çiğdem hanımın ve ekibinin araştırma sonuçlarına göre, yer altı kanallarının bazılarının tıkandığı anlaşılıyor.

Gelelim işin diğer yönüne. Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nın alt dünyasının mimar ve mühendislerinin şahane adamlar oldukları anlaşılıyor. Kullanılan malzeme ve bilhassa Ayasofya lağımlarında şpolye (devşirme) dediğimiz antik Yunan-Roma parçalarının da bir dökümü yapılmış. Bunların hepsi 2010 yılında İtalya’da çıkan “Bizantinistica” dergisinde araştırma raporlarında yer alıyor. Mazide bir takım seyyahların Ayasofya’nın altında (Clavijo ve Moreno gibileri) “megale ekklesia” yani büyük Kilise dedikleri çok geniş bir sarnıcın varlığı doğru değil. Ama muhteşem bir kanal ağı var. Onun daha da muhteşeminin Süleymaniye’nin alt katmanında Sinan tarafından gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Ve bizler bütün bu koruyucu harika yapıları göz önüne almadan canımızın istediğini yapıyoruz. Rönesans’ta birisi, “Bir kitabın kaderi, okuyucusunun havsalasına bağlıdır” demiş. Abidelerin kaderi de onların mirasçısı olanların irfan ve izan ve vicdanına kalmıştır. İstanbul Teknik Üniversitesi ekibini kutlamak ve çalışmalarına destek olmak ve ona göre davranmak gerekir.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 10.06.2012)

4 Haziran 2012 Pazartesi

Fatih, Hakan ve Roma Kayzeri


Fatih, Doğu ve Batı’nın ortak münevveridir, beş asır sonra insanlığın onu hâlâ hatırlaması bu nedenledir.

15. asrın en genç mareşali ve Rönesans döneminin hem doğuya hem batıya vakıf, iki dünyanın efendisi denebilecek münevveri; Türklerin II. Mehmed’inin (Fatih) sarayında “Roma’dan Üçünçü Roma’ya” sempozyumu yapıyoruz. Topkapı Sarayı, İstanbul’un her yere hâkim, görünüşü itibariyle çok görkemli ama o derecede de mütevazı sarayıdır. Üzerinde kurulduğu Bizantion’u ne III. Roma’nın sahibi Türkler ne de Hıristiyan Romalılar tanıdı ve o ismi benimsediler. Bizantion, Rönesans Avrupası’nın yakıştırdığı bir ünvandır. II. Mehmed bizde kütüphanemizde bulunan kayıtlara göre Homeros’un “İliada”sını rahatlıkla okuyan ve okunanı dinleyebilecek kadar klasik Yunanca’ya hâkimdi. İtalyanca rahat konuşuyordu. Bu iki vasfından döneminin Türk âlimleri, Müslüman bilginler pek söz etmezler, dikkatlerini çekmemiştir, kendisi de bahsetmez; Kritovulos gibi II. Roma’dan Türklere miras kalan eski Yunanca’ya hakim bir tarihçi 1451-1467 yıllarını anlattığı “Istoria” adlı kaynağında söz eder. Her ne kadar İmroz adalı Kritovulos 11. yüzyılın Anna Komnena’sının geleneğini izleyerek muasırı Yunanca’dan çok, eski Helenizm’i kullanmaya gayret edenlerden olsa da Aleksiad yazarı Anna Komnena kadar usta bir üslup sahibi olmadığını edebiyat tarihçileri ifade ediyorlar. Bu 29 Mayıs’ta “Da Roma alla Terza Roma- Birinci Roma’dan Üçüncü Roma’ya” beynelmilel seminerlerin 32.si İstanbul’da toplanıyor. Normalde bu seminer her yıl Roma’nın doğuşu olan 21 Nisan’da Roma’da capitolde yapılır. Bu sene bir istisnai toplantı fetih dolayısıyla yine İstanbul’da yapılıyor ve bunu isteyenler İtalyanlar ve İstanbul toplantılarının dördüncüsü oluyor. Bu sempozyumu Fatih Belediyesi ve Büyükşehir mali yönden destekledi. İtalya Roma Üniversitesi, Romanya Bilimler Akademisi, Rusya Bilimler Akademisi ve Galatasaray Üniversitesi tarihçi ve hukukçuları tebliğlerini sundu. Artık Fatih Mehmed üzerinde görüşler değişiyor. Avrupa’da henüz sokaktaki adam ön yargılarıyla baksa da İstanbul’un fethi yorumlarında faklılıklar var. II. Mehmed Fatih’in hukuk tarihi bakımından asıl önemli yönü Roma hukuk müesseselerinin ve bu hukukun yaşamasındaki payıdır. Bir kere “turkokratia” diye bildiğimiz bu dönemde Hıristiyan tebası üzerinde idari ve adli yetkileri olan ekümenik patriklik özel hukuk alanında Roma hukukunu kullanmıştır. Yahudiler de kendi şeriatını kullanıyordu ve bu uygulamanın gerektirdiği yaptırım gücünü devlet uygulamakla mükellefti. Profesör Pierangelo Catalano; “Konstantinopolis’in fethi Hıristiyan dünyayı üzdü ama İstanbul’da medeniyet devam etti, üstelik Rusya Ortodoksluğu Pasifik kıyılarına kadar bu o olaydan sonra yaydı” dedi.

Doğu’da da Batı’da da böyle aydınlar pek yok

Sultan II. Mehmed, Roma İmparatoru ünvanını önemle kullandı ve o zamanın bütün zorluklarına rağmen Roma başkentinin kısa zamanda imar ettiği ve imparatorluk payitahtı haline getirdiği bellidir. İstanbul’a verilen ünvanlar der-i saadet (saadet kapısı), der aliyye (sublime porte) gibidir ve caput mundi (dünya başkenti) ile eş anlamlıdır. 1466’da Bizans’tan Osmanlı’ya katılan tarihçilerden olan Yorgios Trapezuntos bu ünvanlar ve alametler üzerinde duruyor ve onun bir Roma imparatoru olarak ortaya çıkışını kutsuyor. Zaten hükümdara Hıristyan tebaanın verdiği unvan autokrator, vasileos, vasileos ton vasileon gibidir. İster olumlu, ister olumsuz olarak betimlensin; Fatih, Doğu ve Batı’nın ortak münevveridir, beş asır sonra insanlığın onu hâlâ hatırlaması da bu nedenledir. Fatih’i anarken bu yönleri üzerinde de durmak gerekir. Doğu’ya ve Batı’ya karşı tavrı açık ve önyargısız bir münevverin numunesi olarak gözönüne almalıyız. Zira Doğu’da da Batı’da da böyle aydınlar pek yok...

İlber Ortaylı
(Milliyet, 03.06.2012)

Fatih'in Kürt hocası

İstanbul'un fethinin 559. yıldönümünü mü kutladık, yoksa 576. yıldönümünü mü? Bakıyoruz takvime ve 2012'den 1453'ü çıkarınca 559 kalıyor. Şu soruyu ekliyorum hemen: Fatih'in cebindeki günlüğünde Fetih günü için hangi tarih vardı? Tabii ki Miladi takvimle 1453 değil, Hicri takvimle 857 yazılıydı. Yani Fatih ve övülmüş askerleri için fetih tarihi 857'dir.

Hicretin 1433. yılında yaşayan ama bunu idrak etmeyen bizler için 576 'Müslüman senesi'nin bu müjdelenmiş şehirde yaşandığını düşünmek epeyce zor olmalı, zira Ahmet Haşim'in "Müslüman saati" yazısında anlattığı yaklaşan vahamet, bugün kendini Fatih'in safında zannedenleri dahi vurmuş durumdadır.

6. yüzyılda Bodur Denis adlı keşişin yaptığı bir takvimle Fatih'i ve "Fetih ruhu"nu nasıl anlatabilir ve anlayabilirsiniz ki? Böylece onu, ait olduğu Hicret düzleminden kopartıp üstelik yendiği medeniyetin dünyasına kilitlemiş olmuyor musunuz? İyi ama 'bu Fatih' kimin Fatih'idir ve size mesajını bu kadar kilit altındayken nasıl verecektir?

Aynı şekilde Fatih'i Türklüğe sabitlemek ve sadece Türklerin gurur duyacağı bir büyük hamlenin öznesi yapmak da onu, gerçekte ait olmadığı bir başka hapishaneye sokmak olacaktır. Fatih soyu itibarıyla elbette Türk'tür. Ama ya çevresi? Türk de, Arap da, Rumeli kökenli de, Kürt de, Afgan da Osmanlı Devleti'ne hizmetleri ölçüsünde değer kazanırdı. Mesela Fatih'in yetişmesini anlatırken Molla Gürani adlı hocasından söz etmeden geçmeyiz ama onun milliyeti üzerinde nedense durmayız. Bunun gerçek sebebi, ecdadımızın milliyet meselesine bizimki gibi takıntılı olmamasıdır. Bu yazımızda Şehzade Mehmed'i sopasıyla dövdüğü ve Kur'an'ı hatmettirdiği kaynaklarda geçen Molla Güranî'nin milliyeti ve hayatıyla ilgili kısa bir yolculuğa çıkarmak istiyorum sizi. Asıl hedefim, Fatih'i, içine sıkıştırdığımız o dar 'ulusal' çerçeveden çıkartıp ne denli kuşatıcı bir bakışa sahip olduğunu gösterebilmek.

Molla Güranî'nin nerede doğduğu konusunda farklı görüşler var. Birçok Osmanlı kaynağı "Güran"da doğduğunu yazmakta. Ancak Güran neresidir? Tam olarak tespiti mümkün değil. Çağdaşı olan Sehavî'nin verdiği bilgiye göre 1410-11'de Kuzey Irak'taki Şehrizor'un Güran kasabasında doğmuştur. Ancak Güran'ın nerede bulunduğu konusunda görüşler muhtelif. Bazıları onun İran'daki İsferayin'in bir köyü olduğunu kaydediyor. Diğer taraftan çağdaşı Bikaî, Molla Güranî'nin kendisine bizzat Diyarbakır civarındaki Hiler köyünde doğduğunu söylediğini naklediyor.

(Molla Güranî'nin (oturan) Taşköprülüzade'nin "Şakâyık"ında mevcut minyatürü.)

Doç. Dr. Sakıp Yıldız'ın dikkatini Köprülü Kütüphanesi'nde 1119 numara ile kayıtlı Bikî'nin "Unvânu'z-Zaman" adlı eserindeki şu ilginç cümle çekmiş: "Bana söylediğine göre 813 (1410-11) senesinde Hiler'de doğmuştur, ona bağlı olan Gûrân'da değil." Bu bilgiden yola çıkan Yıldız, Molla Güranî'nin, Diyarbakır'ın Ergani ilçesine bağlı Hiler köyünden ve Türk olduğunu iddia ediyor.

O zaman şu soru cevaplanmayı beklemektedir: Neden "Hilerî" değil de "Güranî" olarak isimlendirilmiş, kendisi de imzasını neden bu şekilde atmayı tercih etmiştir? Bu sorunun tatminkâr bir cevabı verilebilmiş değil. Geçen kış Diyarbakır'da bulunan Mehmet Güran adlı torunuyla konuştuğumda bana Molla Güranî'nin soyunun aslen Türk olduğunu fakat sonradan Kürtleştiklerini anlatmıştı. Ancak aynı sülaleden Avukat Mustafa Güran, Arap olduğunu, Diyarbakır'da halk arasında "Deşt-i Gevran" olarak bilinen Gevran Ovası'na yerleştiklerini iddia ediyor. Anlaşılan, bu konuda aile arasında da bir birlik sağlanabilmiş değil.

Köken sorunu her zaman karışıktır. Ancak benim kanaatim, gerek sert ve bükülmez karakteri, gerekse Şafiî mezhebine mensup oluşu (ki Sultan II. Murad'ın arzusu üzerine Hanefiliğe geçmiştir, ancak uzmanlar kitaplarında Şafiî mezhebine sadık kaldığı kanaatindedir), dolayısıyla Kürt asıllı olma ihtimali yüksektir. 20. yüzyılın büyük biyografi yazarı Zîrikli de "Şehrizor ehlinden Kürt asıllı" diyerek Fatih'i yetiştiren hocanın milliyetini belirtmek ihtiyacını duymuştur.

Taşköprülüzade'nin "Şakâyık-ı Nu'mâniyye"de zikrettiği birkaç fıkra, Molla Güranî'nin karakteri hakkında ipuçları yakalamamızı sağlıyor.

Manisa'da bulunan geleceğin "Fatih"ine hoca olarak tayin edilen sert mizaçlı ve heybetli Molla Güranî, elinde değnekle Şehzadenin odasına girer ve emirlerine karşı gelirse onu döveceğini söyler. Şehzade Mehmed gülünce ilk dayağını "bir güzel" yer ve kısa zamanda bu eli sopalı hocanın sıkı bir talebesi olur, Kur'an-ı Kerim'i onun yanında hatmeder. Sultan Murad ise ödül olarak kendisine paha biçilmez hediyeler gönderir.

Tahta geçince Fatih kendisine veziriazamlık teklif eder. Molla Güranî bu devletlû olma teklifini, göreve kapısında bekleyenleri getirmesi tavsiyesiyle nazikçe reddeder. Bunun üzerine kazaskerliğe getirilir ama orada da rahat durmaz. Padişaha sormadan tayinlerde bulununca azledilip Bursa kadılığına atanır. Orada da padişahın gönderdiği şeriata aykırı bir fermanı, getiren çavuşun gözü önünde yırtıp atınca veya yakınca, üstüne üstlük getireni de dövünce kadılıktan azledilir.

Bir süre ortalıktan kaybolmak için hacca gider, dönüşte yine Bursa kadılığına atanır. Hatta onun ilim ve dinin haysiyetini korumaya ne kadar hassasiyet gösterdiğini anlayan Fatih, bu defa maaşını da artırır. Ardından Molla Hüsrev'in yerine, bazılarının Şeyhülislamlık dediği İstanbul kadılığına getirilir (1462-63; Taşköprüzade'ye göre 5 yıl sonra). Vefatına kadar bu görevinde kalacaktır.

Molla Güranî kendisini kabre koyacakları vakit ayağından tutarak mezarın kenarına kadar sürüklemelerini ve sonra defnetmelerini vasiyet etmiştir. Tabii kimse buna cesaret edemez. Mübarek naşını bir hasırın üstüne koyup sürüyerek kabri başına getirip defnederler. Görenler cenazenin muazzam bir kalabalıkla kaldırıldığını yazmaktadır. Kimseye eyvallahının olmaması, kendi hocalarını eleştirmekten çekinmemesi, Kahire'de bir âlimle mahkemeye düşecek denli sert bir kavgaya tutuşması, Fatih'e dahi ismiyle hitap etmesi gibi örnekler de gösteriyor ki, o, karakteriyle adeta 5 asır önce Bediüzzaman Said Nursî'yi müjdelemektedir.

Mustafa Armağan
(Zaman, 3 Haziran 2012)

23 Nisan 2012 Pazartesi

Tarihi şekillendiren iki adam


Avrupa tarihini biçimlendiren iki olay tam 215 yıl arayla 2 Nisan’da meydana geldi. Önce Justinyen tahta çıktı, iki asır sonra Şarlman dünyaya geldi.

Önce; 527 yılının 2 Nisan’ında Doğu Roma tahtındaki Makedonyalı Justin’in yeğeni Justinyen, Roma imparatoru olarak taç giydi. Ve her yönüyle gerçekten Roma imparatoruydu. Hayatı Konstantin’in başkentini istilaya yeltenen kavimleri sindirmekle geçti. 1000 sene boyu insanlığı büyüleyecek en büyük yapı Ayasofya onun zamanında ortaya çıktı. Türkiye bu eserin 1500’üncü yılını kutlamak için şimdiden faaliyete geçmelidir. Aksi takdirde başkaları bizim hoşlanmayacağımız çiğ haykırışlarla bu kutlamayı yaparlar.

Justinyen, Roma hukuk düşüncesinin ürünlerini emirname ve kararları bir arada topladı, asıl önemlisi o hukukun zihniyetini ve temel prensiplerini ortaya koyduğu eseri (“Institutiones”) zamanın büyük hukukçularına hazırlattı. Yunancayı ve Yunan felsefesini sevmedi. Latinceci idi, o dili severdi ve Yunancaya zorunluluk halinde başvururdu. Roma’nın kopan batı yarısının barbar kavimlerden temizlenmesi için Belizarius başta, komutanlarına başarılı seferler tertip ettirdi. İspanya, kuzey Afrika ve İtalya’da geniş eyaletler (ekzarhlıklar) ele geçirerek eski klasik imparatorluğu bir ölçüde diriltti. Bugün insanlar İtalya’nın kuzeyi sayılacak bölgede Ravenna’da St. Vitale kilisesinde Justinyen’ın Theodora’nın ve imparatorluk erkânının mozaik portrelerini hayranlıkla seyrediyorlar.

Kendisinden sonra doğuda ve batıda birleşen imparatorluk aynı ihtişamı sürdüremedi, erimeye başladı, hatta mimarisi dahi eski teknik ve üslubu koruyamadı.

Şarlman herkesi etkileyen bir hükümdardı
215 yıl sonra, 742’de modern Batı Avrupa’yı yaratacak olan Karolenj hanedanından Karl doğdu; babası ve kardeşinin ölümünden sonra bugünkü Fransa ve Belçika toprakları onun hükmüne kaldı. Hıristiyanlığı yayacak fetihlerini doğu Avrupa’da Saksonya, Polonya ve Bohemya’ya kadar götürdü. İtalya’ya girdi. Kuzey İtalya’nın yani Lombardia’nın demir krallık tacını Frank tacı ile birlikte başına geçirdi. 800 yılında ise Roma’da Papa ona imparatorluk tacını giydirdi, artık unvanıyla Büyük Karl’dı.

Justinyen’in etki ve yetki ile temsil ettiği son Romalılığın yanında o zamanki kırsal Avrupa’da bir Romalılık daha ortaya çıkmıştı. Bu devletin yapısı, toplum sistemi hatta kilisesi Hıristiyanlığın içinde biçimlendiği o eski Roma’yı temsil edecek bir yapı değildi. Ama modern Avrupa’yı bu kırsal imparatorluk şekillendirecektir.

Şarlman boyuyla posuyla, sesiyle, zamanının köylülerini ve az sayıdaki şehirlilerini, okuma yazma bile bilmeyen baronlarını imparator olarak etkileyecek bir görünümdeydi. İmparatorun kendisi de doğru dürüst okur yazar değildi. Helen dünyasının ve kültürünün devam ettiği Doğu Roma’nın aksine Avrupa’nın bu kısmına klasik Helenizm daha uzun zaman uğramayacaktır. İmparatorun bugünkü Aachen (Aix la Chapelle) yani başkentindeki büyük katedralde Bizans imparatorlarının Ayasofya’daki localarını andıran bir tahtı vardı. Doğudaki imparatorlukla tek benzerlik buydu; o imparatorluk locası dahi papalarla imparatorlar arasındaki kavgadan sonra katedrallerde görünmez oldu. Yalnız bir nokta çok önemlidir. İmparatorun bile iktidarının sınırlı olduğu bu dünyada yönetenlerin arasında bir hiyerarşi teşekkül etti, kilise ile devlet arasında otorite alanları tespit edildi. Roma’nın kontratlara (yani akitlere) dayalı hukuk düzeni bu fakir ve iptidai dünyada doğudaki parlak imparatorluktan çok daha uygun bir gelişme ortamı bulmuştu. Daha önce Şarlman, Martel Poitiers’de İspanya Endülüs Araplarını durdurdu.

O zaman birisine söyleseniz “Saçmalama kahin” diye terslenirdiniz ama modern dünyayı doğuran alan da Pirenelerin kuzeyindeki Avrupa kuzey İtalya, Balkanların ve Vistula nehrinin batısı oldu. Bu 215 senenin içinde doğuda bugünkü dünyanın en önemli bir parçası İslamiyet’te ani bir serpilme ve yayılma gösterdi. Açıkçası halen yeni bulgular ve yeni yorumlarla en çok araştırmamız ve öğrenmemiz düşünmemiz gereken, 500 ila 800 arasındaki bu üç yüz senedir.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 01.04.2012)

Osmanlı döneminde Nevruz'da tatlı yenir, hediyeler verilirdi


Şimdi Nevruz deyince aklımıza kavga gürültü geliyor, eskiden böyle değildi.

Günümüzde Nevruz denince aklımıza kavga, gürültü ve çevreye verilen zarar geliyor. Hâlbuki asırlardan beri Nevruz'u kutlayan atalarımız, ilkbaharın gelişi olarak kutladıkları Nevruz'da hediyeleşip, tatlı yiyerek yeni yıla girerlerdi.

Nevruz, insanlık tarihi boyunca farklı farklı milletler tarafından yeni yılın başlangıcı, ilkbaharın gelişi vs. gibi birçok farklı amaçla törenlerle kutlanmıştır. Osmanlı döneminde de Nevruz önemli bir hadiseydi. Ramazan ve Kurban bayramlarından sonra adeta üçüncü bayram gibi kutlanırdı. Fatih Köse arşiv belgelerine dayanarak hazırladığı "Osmanlı Devleti'nde Nevruz" isimli önemli araştırmasında Osmanlı döneminde Nevruz'la ilgili uygulamaları teferruatlı olarak anlatır.

Mali yılın başlangıcı
18. yüzyılın sonlarından itibaren kullanılmaya başlanan Rumi takvimin yılbaşı mart ayında başlardı. Nitekim bu uygulama Cumhuriyet döneminde de sürmüştür. Osmanlı döneminde verginin yarısı Nevruz'da, kalanı ise güzün başlangıcında alınırdı.

Osmanlı döneminde takvimi müneccimbaşı hazırlardı. Müneccimbaşı hazırladığı takvimi padişaha ve devlet ricaline Nevruz'da takdim ederdi. Devlet adamlarına takvimle birlikte hekimbaşı tarafından hazırlanmış "Nevruziyye" adı verilen bir de macun verilirdi. Bu macunun verilmesinin sebebi o yılın ağız tadıyla geçmesi içindi. Bu macunların hastalıklara iyi geldiği ve cinsel gücü de artırdığına inanılırdı.

Nevruz'un gelişi dolayısıyla dualar edilirdi. Hekimbaşının hazırladığı macunun konulduğu kaselere iliştirilen ve "Nevruziyye kulağı" denen kâğıt etiketlerde dualar yazılıydı. Nevruziyye kulaklarında padişahın ve devlet ricaline Allah'tan sağlık ve afiyet dilenirdi. Nevruziyye kulağında yani yıla tam olarak ne zaman girileceği ve Nevruziyye tatlısının nasıl ve ne kadar yeneceği ile nelere iyi geldiği de yazılırdı.

Ordu ve Nevruz
Sefer mevsiminin başlangıcı kabul edilen Nevruz'un yaklaşmasıyla orduda bir hareketlilik başlardı. Herhangi bir devlete karşı sefere çıkılacağı zaman, askerlerin Nevruz'da Peygamber'in sancağında toplanmaları emredilirdi. Yine Nevruz yaklaşınca herhangi bir saldırıya uğrama ihtimaline karşı kaleler tamir edilirdi. Yeniçeri ağası Nevruz'da bir ziyafet verirdi. Ziyafete sadrazam başta olmak üzere üst düzey devlet ricali katılırdı. Şarkılar dinlenir ve ağanın hazırlattığı yemekler yenilirdi. Yemeğin sonunda sadrazam yeniçeri ağasına samur bir kürk giydirirdi.

Osmanlı donanmasında gemilerin Nevruz'da denize indirilmesi uğur sayılırdı. Üçüncü Selim denizcilere verilecek elbisenin Nevruz'da teslimini kanunlaştırmıştı.

Nevruz hediyeleri
Nevruz'da verilen hediyelere "Nevruziyye" adı verilirdi. Sadrazam, vezirler ve valiler padişaha Nevruz'da hediyeler takdim ederlerdi. Sadrazam padişaha iyi donatılmış bir at hediye ederdi. Padişah da Nevruz'da saray görevlilerine ihsanda bulunurdu.

Şairler de baharın ve yeni yılın başlangıcıyla ilgili dönemin devlet adamlarına ithafen "Nevruziyye" adı verilen şiirler yazarlardı. Bu şiirlerde Nevruz gününün özelliklerine vurgu yapılırdı.

Nevruz fetvası
Eskiden her şeyi fetva alarak yapardık. Pırasa yiyelim mi, kına sürülebilir mi, bayıldım, orucum bozuldu mu? Bu şekilde binlerce konu müftülere ve şeyhülislâmlara sorulur, onların vereceği fetvaya göre hareket edilirdi. Kanuni Sultan Süleyman'ın meşhur Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi'ye Nevruz'la ilgili ilginç bir soru sorulmuş, şeyhülislam da buna ilginç bir cevap vermişti.

Soru: Nevruz günü Müslüman bir erkek güzel elbiselerini giyip, yiyip içse, yâranlarıyla kırlara gitse günah olur mu?
Cevap: Günah olmaz. Çünkü Nevruz Mecusî âdeti değil, örfte olan bir âdettir.

Yeni gün
Nevruz yeni manasına gelen "nev" kelimesi ile gün anlamına gelen "ruz" kelimesinin birleşiminden meydana gelen Farsça bir kelimedir. Nevruz güneşin Hamel (Koç) gününe girdiği gündür.

Cem'den Cemşid'e
İran efsanelerine göre Nevruz, efsanevi hükümdar Cem zamanında ortaya çıkmıştır. Cem bir gün tahtında oturup, şarap içerken üzerine güneşin vurmasıyla mücevherler parlamış, halk bunun üzerine hükümdarlarına Işıklı Cem (Cemşid) o güne de Nevruz adını vermiştir.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 01.04.2012)

İlk Türkçe ezan


31 Ocak 1932 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nden.

Kaynak: Immoral Tales

Hanedan kovulurken mallarını kim kaptı?


"Şu köpek kadar dahi talihli değilim. O vatanımı görecek, suyunu içecek, ekmeğini yiyecek.... Ama ben..."

Bu insanı kahreden cümleleri kuran kişi, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz 'Son Saraylı' Neslişah Sultan'ın babası Ömer Faruk Efendi'den başkası değildir. Yıl 1952'dir. Eşi Mihrişah Sultan köpeğiyle birlikte vapura binerken vatan hasretinin buruklaştırdığı içini kelimelere böyle dökmüş Ömer Faruk Efendi.

Osmanlı hanedanının yurtdışına gönderilmesi, tarihin en büyük varlık transferlerinden birine sahne olmuştu aynı zamanda. Kendilerine sadece 10 gün süre tanınan hanedan üye ve mensupları, ellerinde ne var ne yok satmışlar veya birilerine devretmişler, sonra da Çatalca'dan trene bindirilip gönderilmişlerdi bilinmeyen şafaklara. Sürgün bitecek gibi değildi. Çünkü çıkan kanunda vatanlarından 'ebediyen' uzaklaştırıldıkları yazılıydı.

Varlık Vergisi'yle azınlıklardan ne kadar malın başka ellere geçtiği öteden beri konuşulur da, kendilerine 10 gün içinde ellerinde ne varsa satmaları, aksi halde el konulacağı söylenen Osmanlı hanedanının elinden bu kısa sürede ne kadar paha biçilmez malın kimlerin ellerine geçtiği üzerinde nedense hiç durulmaz.

Halbuki bu 10 gün, tarihimizin en büyük müzayedesine sahne olmuş, binlerce gayrimenkul ve değerli sanat eseri yok pahasına başka ellere geçmişti. Kâzım Karabekir, yabancıların, Yahudi komisyoncular eliyle bu eşyanın nasıl yurt dışına aktardıklarını pek güzel anlatır. 600 yıllık bir hanedanın soyulduğu bu 10 günün tarihi mutlaka yazılmalıdır.

Düşünün, Abdülmecid Efendi'nin Bağlarbaşı'ndaki köşkü, bu kargaşalıkta onda bir fiyatına satılmıştı. Sonra da bu köşkün bir banka tarafından satın alındığı ortaya çıkmıştı.

Son saray kadınları ve sultanlar 1924 Mart'ında Sirkeci'de trene binip sürgüne giderken yakınlarıyla vedalaşıyor (Tarih Dünyası, 1950).

Sultan V. Murad'ın torunlarından Osman Selahaddin Efendi anlatmıştı. Babası Ahmed Nihad Efendi, Türkiye'den ayrılırken mallarını apar topar birilerinin üzerine tapulayıp gitmiş. Artık onların insafına kalmış, verirler veya üzerine yatarlar. Ne kadar talihliymiş ki, Şehzade'nin çocukları, tapuları verdiği insanların çocuklarından gayrimenkullerini geri alabilmişler. Ama çoğu aile bu kadar şanslı olamadı, mallar haraç mezat satıldı, kapanın elinde kaldı.

Bakın, şair Nigâr Hanım'ın oğlu Salih Keramet Nigâr -ki Halife Abdülmecid'in özel kâtibiydi- 1976 yılında kendisiyle yapılan söyleşide yurt dışına nasıl gittiklerini nasıl anlatıyor:

"48 saatlik bir müddet verilmişti. Halife, erkânı ile birlikte hemen hazırlandı. Bir polis arabasına bindik. Binerken Abdülmecid Efendi, milletimizin ve memleketimizin selameti için dua etti. Edirnekapı'ya vardığımızda gün ağarıyordu. Açtık. Çatalca'ya müteveccihen yola çıkıldı. Sirkeci'den trene bindirilmiyorduk. Çünkü hadise çıkma ihtimali vardı."

Salih Keramet Nigâr burada cereyan eden ilginç bir olaydan bahseder. Tam Çatalca'dan Simplon Ekspresi'ne binecekleri sırada Rumeli Demiryolları şirketinin Musevi âmiri koşarak yanlarına gelir. Halife Abdülmecid'in ellerine sarılır. Öper. Ve şu sözleri söyler:

"Osmanlı hanedanı, Türkiye Musevilerinin velinimetidir. Atalarımız İspanya'dan sürüldükleri, kendilerini koruyacak bir ülke aradıkları zaman, onları yok olmaktan kurtardılar. Devletlerinin gölgesinde tekrar can, ırz, mal emniyeti ve hürriyetine kavuşturdular. Onların torunlarına bu kara günlerinde elimizden geldiği kadar hizmet etmek vicdan borcumuzdur."

Saray mensupları ve sultanların Mart 1924'te Sirkeci'de trene binişlerini gösteren bu fotoğraf, Reşad Ekrem Koçu'nun koleksiyonuna aittir (Tarih Dünyası, 1950).

Abdülmecid Efendi'nin etrafında bulunan bazıları ağlamaya başlar bu hazin sözler üzerine.

Fakat Osmanlı hanedanına büyük saygısı olan Musevi vatandaş burada bırakmaz işi, onları yemeğe davet eder, karınlarını doyurur. Hürmette kusur etmemeye çalışır. Ve onları yolcular.

Salih Keramet Nigâr, bunları 91 yaşındayken anlatır. Dahası, Halife Abdülmecid Efendi'nin bir hatıratı olduğunu söyler. Sürgün yıllarını dikkatle hatıra defterine geçirmiştir son Halife ama onun nerede olduğuna dair sır vermez. (Sebil, 16 Ocak 1976)

Belki günün birinde bu hatıra defteri yayınlanır da, hanedan açısından o zor günlerin hikâyesini en yetkili ağızdan öğrenme imkânını buluruz.

Asıl üzücü olan nokta ise şudur: Hanedan üye ve mensuplarının Türkiye'ye girişlerine 50 yıl sonra izin verilmişti ya, bu izin de hırsızlar, katiller, anarşistler ve ırz düşmanlarına uygulanan afla birlikte çıkmıştı. Yani adi suçlular veya terör suçlularıyla birlikte affedilmişti Osmanlı hanedanı.

İlginç olan husus şudur ki, Meclis'te af kanunu görüşülürken, Burdur'un Tefenni ilçesinden 500'ün üzerinde telgraf çekilmiştir hanedanın affedilmesi için. Halkın hanedana gösterdiği sevgi ve saygının bitmediğini gösteren bu çarpıcı örneğe, Neslişah Sultan'ın birkaç gün önceki cenazesine katılan binlerce insanın görüntüsünü eklediğinizde bu sevgi ve saygının giderek arttığını görmek zor değil.

Bazılarının bastırılanın geri dönüşü dedikleri bu olsa gerek. Osmanlı, hanedanın kendisinden halkın arasına transfer oldu. Hanedanın asırlardır bir ayrıcalığı olan çok minareli camilerin her mahallede karşımıza çıkması boşuna mıdır sanıyorsunuz?

Mustafa Armağan
(Zaman, 08.04.2012)

Tarihi Değiştiren Olaylar"dan alıntılar

1: Berlin Duvarı

"Sayın Genel Sekreter Gorbaçov, eğer Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa için barış ve refah arıyorsanız, eğer liberalleşme istiyorsanız, bu kapıya gelin! Bay Gorbaçov, bu kapıyı açın! Bay Gorbaçov, yıkın bu duvarı!"
ABD Başkanı Ronald Reagan, 1989'da Batı Berlin'deki Brandenburg kapısı önünde yaptığı konuşmada dünyaya (Ruslara!) sesleniyor.


Doğu Alman askerlerinin gözetiminde Berlin Duvarı inşa ediliyor.
Fotoğraflar içinhttp://www.cs.utah.edu/~hatch/berlin_wall.html


18 yaşındaki Doğu Alman vatandaşı Peter Fechter duvarı aşıp batıya kaçmaya çalışırken Doğu Alman sınır muhafızları tarafından yakalanıp duvar dibinde kurşuna dizildi. Fechter'in bu fotoğrafı 17 Ağustos 1962'de dünya basınına düştü.

Ali Çimen
(Tarihi Değiştiren Olaylar, Timaş Yayınları,
Mart 2007, İstanbul, Sf.253, 256, 261.)
 

2: Nürnberg Mahkemeleri

Hitler'in sağ kolu Hermann Göring, Nürnberg'de yargılanan en yüksek dereceli Nazi subayıydı. Mahkeme boyunca yeri geldiği zaman kahkahalar atarak mahkeme heyetiyle psikolojik savaş yapmış, son ana kadar haklı olduklarıno savunmuş, idam cezasına çarptırıldığını öğrendikten sonra da hücresinde sakladığı siyanürlü ampulü ısırarak intihar etmişti.

"Dünyadaki tüm insanlara sesleniyorum. Böyle bir şey bir daha asla olmamalı. Kurtardığımız insanların yüzünü gördüm. Cehennemden gelmiş gibiydiler."
Anatoly Shapiro
Auschwitz toplama kampını Almanlardan Alan Kızıl Ordu subaylarından

"İdam...İdam...Desenize güzel hatıralarımı kaleme alamayacağım!"
Nazi Dış İşleri Bakanı Joachim von Ribbentrop
(Nürnberg Mahkemeleri'nde idam cezasına çarptırıldıktan sonra)

Ali Çimen
(Tarihi Değiştiren Olaylar, Timaş Yayınları,
Mart 2007, İstanbul, Sf.130, 135.)
 

3: Farklı bir Rönesans yorumu



"Avrupa Rönesans'ı 15.yüzyılda başlamadı. Bilakis Avrupalılar Arap kültürü ile tanışınca başladı. Avrupa'nın uyanışı İtalya'da değil, Müslüman İspanya'da başlamıştır."
Robert Briffault
Fransız romancı ve antropolog


Ali Çimen
(Tarihi Değiştiren Olaylar, Timaş Yayınları,
Mart 2007, İstanbul, Sf.23.)
 
 

Tarihi Değiştiren Kadınlar"dan alıntılar

1- Kösem Sultan
 
Sırp asıllı olduğu belirtilse de 1603 yılında Yunan sahillerine yapılan bir baskında Osmanlılara esir düşmüş bir Rum olabileceği de söylenir. Kendi isteğiyle Müslüman olmuştur.

Sultan I.Ahmed, görür görmez Kösem'e vuruldu ve hatta daha önce saltanat tarihinde görülmedik şekilde, onunla evlenmeden tahta çıkmayı reddetti!

Otuz dört yaşında Valide Sultan oldu. Kocası I.Ahmed, oğulları IV.Murad ve İbrahim ve torunu IV.Mehmed'in saltanatları esnasında imparatorluğun en önemli aktörüydü.

Sözü geçtiği sürece Hıristiyan cemaatleri korumak için elinden geleni yaptı.

Devlet işlerine müdahale ettiği yaklaşık 50 yıl boyunca Ocak Ağaları'ndan yardım aldığı için sözünün geçtiği anarşi dönemi tarihe "Ağalar Saltanatı" olarak anıldı.

Olağanüstü boyutlara ulaşan ve Osmanlı hazinesinden bile daha çok olduğu iddia edilen serveti, öldüğünde hazineye devredildi.

Öldürülmesinde rol oynadığı padişah Genç Osman, Osmanlı tarihinde ordu darbesi sonucu katledilen ilk padişahtı. Yedikule zindanlarında boğulmadan önce, yarı çıplak at üzerinde gezdirilmiş, suratına tükürülmüş ve çeşitli kötü muameleye maruz kalmıştı.

Ali Çimen
(Tarihi Değiştiren Kadınlar, Timaş Yayınları,
Ocak 2012, İstanbul, Sf. 118-119.)

2- Kraliçe Victoria



Kraliçe Victoria, düğününde beyaz gelinlik giyen ilk kadındı.

On sekizinde tahta çıktı. 63 yıl 7 ay İngiltere'nin başında kalarak bir rekor kırdı.

Uzun süren iktidarı döneminde İngiltere, sanayi devrimini yaşadı, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçti, en geniş sınırlarına ulaşarak "Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk" oldu.

Üç ayrı suikast girişiminden yara almadan kurtuldu. Saldırıların artması üzerinde İhanet Yasası çıkarıldı.

64 yıl boyunca tahtta kaldı.

İrlanda'da patlak veren patates kanseri hastalığı sonucu ortaya çıkan kıtlık 4 yıl içince 1 milyon kişinin canına mal olmuş, Osmanlı İmparatoru Abdülmecid, İrlanda'ya 10 bin pound yardım göndermek isteyince Victoria bu yardımı reddetmişti. Çünkü kendisi sadece 2 bin pound yardım gönderebiliyordu.

Düğününde beyaz gelinlik giyen ilk kadındı! Onun ardından beyaz gelinlik dünya çapında moda oldu.

Kocasının ardından 10 yıl yas tuttu ve sürekli olarak siyah giydi.

Uzun süren iktidarı boyunca monarşinin meşruti boyut kazanması yönünde ciddi adımlar attı.

İddialara göre Osmanlı arması fikri, Victoria'dan çıkmıştı. Fransa'nın Sultan Abdülmecid'e "Legion" nişanı vermesi üzerine harekete geçen Kraliçe Victoria, bir arma tasarımı yaptırıp Sultan Abdülmecid'e hediye etmişti. Bu iddiaya göre, güneş, hükümdar tuğrası, Osmanlı sancağı, adaleti temsil eden terazi ve Kur'an-ı Kerim gibi birçok sembolle Osmanlı'yı anlatan armanın fikir kaynağı Britanya Kraliçesi Victoria'dır.


 
 
Ali Çimen
(Tarihi Değiştiren Kadınlar, Timaş Yayınları, 
Ocak 2012, İstanbul, Sf. 160-161.)