26 Şubat 2012 Pazar

Rusya’yı 300 yıl yöneten hanedan




Rusya tarihine Büyük Petro gibi bir dehayı armağan eden Romanov hanedanının tahta geçişinin 400’üncü yılı seneye bu zamanlar kutlanacak.

Büyük Petro’nun kızından sonra sülale tükenmiş sayılır.

1613 yılı Şubat’ın 21’inde güney Rusya’nın pek önemli bir hanedanı sayılmayan Romanovlardan bir din adamı olan Metropolit Filaret’in çocuk yaştaki oğlu Mikhail çar seçildi. Çar olmak Allah’ın lütfudur ama bu seçim bir maceraydı.

Puşkin’in “Boris Godunov” adlı eserinde çok canlı biçimde tarif ettiği üzere bir manastır keşişi olan Dimitri, bir müddettir Çar Boris Godunov’un Rusya tahtını gasp etmek için öldürdüğü Rurikler hanedanının son veliahdı Dimitri olduğunu ilan ediyordu. Üstelik düzmece Dimitri, Polonyalıların elinde iyi bir koz olmuştu. Yapılanmalar benzerdir; 15’inci yüzyılda Papalık ve Avrupa, Cem Sultan’ı II. Bayezid’in Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kullanamamıştı ama Polonya fetret içindeki Rusya’ya karşı bu sahte Dimitri’yi çar diye ileri sürdü. Rusya işgal edildi ve Dimitri Moskova tahtına oturdu.

Rusya Polonya hâkimiyetine tahammül edemezdi. Moskova tüccar ve sanatkârlarının temsilcisi Kozma Minin ve soyluların temsilcisi Boyar Pojarski önderliğinde halk ayaklandı. Kısa süren Polonya hâkimiyeti sona ermişti. Halk Mikhail’i tahta adeta yalvararak getirdi. Baba Filaret Polonya’da sürgünde ve mahkumdu, Polonyalılar onu bırakmak zorunda kaldı, hanedanın reisinin dönüşü muhteşemdi. Oğlu tahtta kaldı. Kendi ise ruhani tahtı tercih etti, Moskova patriği seçildi.
Kocasını devirerek tahta geçen Katerina Rusya’yı modernleştirdi.

Romanovların ilk çarı Mikhail, devleti patrik babasının direktifleriyle yönetti. Tahta geçtiği anda Boyar meclisleri ve şehir tüccarlarının temsilcilerinden oluşan Zemstvo ile danışma içindeydi. Rusya tarihçileri abartmayı sever; bunu bir demokrasi başlangıcı gibi görüyorlardı, öyle olmadığı açık.

Romanovlar Rusya tarihine Büyük Petro gibi bir dehayı hediye ettiler. Onun kızı çariçe Yelizaveta ile de bu sülale tükenmiş sayılır. Fakat etiket farklıdır. Çariçe’nin yeğeni aslında Almanya’daki Hollstein-Gotthurp dukalığının başındaki Prens Peter, III. Petro adıyla tahta çıkarıldı; bütün Rusya politikasını bu Alman dukalığının çıkarlarına göre yönlendirmeye çalışacaktı. Allah’tan kendisine zevce olarak seçilen Alman Anhalt-Zerost prensesi Sophie (Katerina) onun gibi değildi. Ne de olsa Romanovların kanını taşıyan Petro Rusçayı öğrenemedi ama Sophie öğrendi ve kocasını bir darbe ile devirdikten sonra ünlü çariçe II. Katerina olarak tahta geçti. Rusya’yı modernleştiren ikinci hükümdar da odur. Takipçileri o kadar parlak değildir.

Son Çar II. Nikola’nın akıbeti malum gariptir, 21 Şubat 1613’te başlayan Romanov hanedanı hakimiyeti, 1917 şubatında sona erdi. Rusya burjuva devrimini yaşıyordu. Çar tahttan veliahtı ve kardeşi lehine feragat etti ki bunlar hiçbir zaman tahtın yüzünü göremeyeceklerdi.

300 senelik Romanov hâkimiyeti şubatta başlayıp şubatta bitti. Gelecek yıl Rusya Romanovlar hanedanının 400’üncü yılını kutlayacak; törenler, sergiler tertiplenecek ve sempozyumlar yapılacak. Bu tarihle en çok ilgisi olan iki memleket ise Türkiye ve Polonya’dır. Romanovlar hazinesi Türk diplomatik hediyeleri ile dolu; aynı şey Topkapı ve Dolmabahçe için de söylenir, doğrudur. 1613 sonrasının, müşterek tarihin çok hızlandığı bir dönem olduğu açık.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 19.02.2012)

İsim İsim İstanbul


Mimar Önder Şenyapılı’nın ‘Ne demek İstanbul; Bebek, niye Bebek!?’ adlı kitabı semt ve mahallelerin adlarının nasıl doğduğunu açıklıyor. İşte tarihi anlamlarını unuttuğumuz yerlerden bazıları...

* ABİDE-İ HÜRRİYET: Şişli’de Hürriyet tepesindeki anıtın adı. Bugünkü dille söylenirse ‘Özgürlük Anıtı’. Hürriyet tepesinde 31 Mart şehitleri yatıyor. Anıt onların anısına 1911 yılında dikilmişti.
* AĞA CAMİİ: Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi üstündeki Ağa Cami’sini Şeyhülharem Hüseyin Efendi yaptırmıştı. Hüseyin Efendi aynı zamanda ‘Galatasaray Ağası’ydı. Bu nedenle Ağa Cami olarak anılır.
* ALTIN BOYNUZ: Biz ‘Haliç’ diyorsak da Batı kaynaklarında ‘Altın Boynuz’ olarak geçi-yor. Bunun nedeni Rumca eski ismi ‘Hriso Keras’ın tercümesinin kullanılıyor olmasıdır. Bunun nedeni, Kağıthane ve Alibey derele-rinin çatal vaziyette, boynuzu andırmasıdır.
* AYAZMA: İstanbul’da çok fazla sayıda ayazma var. Nedir ayazma? Hıristiyanların inançlarına göre kutsal ve şifalı su; bu maksatla ziyaret edilen yerlerdeki dini yapıdır. Her ayazmanın adını taşıdığı aziz ve azizeler için özel bir günü vardır.
* BAB-I ALİ: Günümüz Türkçesinde ‘Yüce Kapı’ anlamına gelen bu terim, aynen tercüme edilerek diğer dünya dillerine de girmiştir. İstanbul’da devleti temsil eden her ofis, ‘kapı’ diye anılırdı. Yani bugünün devlet dairesinin karşılığı ‘kapı’ idi. Basın kuruluşları İkitelli’ye taşınmadan önce “Bab-ı Ali” denilince akla basın geliyordu.
* BAĞDAT CADDESİ: Bizans döneminden bu yana varlığı bilinen yol (şimdi cadde), Osmanlılar döneminde Üsküdar’dan Şam ve Bağdat yönüne giden kervanlarca kullanılıyordu. Osmanlı ordusu, Doğu seferlerine bu yoldan çıkıyordu. Adının Bağdat Caddesi olması bu nedenledir.
* BAHARİYE: Osmanlı padişahları ve vezirler, özellikle bahar mevsiminde, Haliç kıyısında Eyüp Sultan’dan sonra gelen ve Bostan iskelesi ile Silahtarağa arasında uzanan bölgeye giderlermiş. Buraya köşkler yaptırılmış. Baharda yeğlenen bir bölge olduğu içinde ‘baharlık’ anlamına ‘bahara ait’ yani ‘bahariyye’ diye anılmış.
* BALAT: Rumca saray anlamına gelen ‘palation’ sözcüğünden geldiği sanılmakta. Önce İstanbul’un Haliç kıyısındaki kapılarından birine verilen ad, sonra bütün semtin adı oldu.
* BALTALİMANI: Rumeli Hisarı’nın ötesindeki eski adı ‘Fadalya’ olan ‘Baltalimanı’, adını İstanbul’un fethi sırasında Gelibolu’daki donanmayı hazırlayan ve kuşatma sırasında gemileri bu limana getirmeyi başaran Baltaoğlu Süleyman Bey’den aldı. Baltaoğlu Süleyman Bey Osmanlı Devletinin ilk Kaptan-ı Derya’sıydı.
* BEBEK: İsmini, Fatih’in bu bölgenin muhafazasına memur ettiği bölükbaşının ‘Bebek’ lakabından almıştı. Bebek Çelebi ya da Bebek Çavuş’un bu semtte bir köşkü ve sonradan hasbahçe olan bir bahçesi vardı.
* BELGRAD ORMANI: Ormanın adı, Kanuni Sultan Süleyman döneminde kurulan Belgrad köyünden gelmekte. Belgrad köyü 1521 Sırbistan seferinden sonra İstanbul’a getirilen Sırp tutsakların yerleştirilmesi amacıyla kurulmuştu.
* BEŞİKTAŞ: Bu semt ‘Kone Petro’ adıyla anılıyordu. Anlamı ‘Taş Beşik’ idi. Rahip Yaşka, Hz İsa’nın beşiğini Kudüs’ten getirip, burada yaptırdığı kiliseye koymuştur. Hz. İsa çocukluğunda bu beşik içinde yıkanmış, bu sebeple bu kilise Rumlar arasında ‘Taş Beşik’ olarak ün yapmıştır. Rahip ölünce beşiğin Ayasofya’ya bırakıldığı söylenir. Bu söylenti bir delile dayanmadığı için efsane niteliği taşımaktadır.
* BOMONTİ: Semt adını, 1902 yılında Bomonti Kardeşlerin burada kurdukları Bomonti Bira Fabrikası’ndan almıştır. Bu bina daha sonra İstanbul Tekel Bira Fabrikası olarak anılmıştır.
* CERRAHPAŞA: Semt, buradaki cami-nin adını taşır. Camiyi 16’ncı yüzyılda, Sadra- zam Cerrah Mehmet Paşa yaptırmıştır. Mimar Davud Ağa’dır. Cerrah Paşa camiyle birlikte çifte hamam, çeşme ve türbe de yaptırmıştır.
* CİHANGİR: Kanuni Sultan Süleyman’ın, Tophane ile Fındıklı arasındaki kıyıdan 300 basamakla ulaşılan yüksekçe bir yere oğlu Cihangir’in anısına yaptırdığı cami, semte adını vermiştir.
* ÇAĞLAYAN: Sultan Abdülaziz, Osmanlı döneminde bahçe ve çağlayanlarla ünlü bu yere 1863’te bir kasır yaptırmıştır. Kasrın bulunduğu alan çağlayanlarla kaplı olduğundan ‘Çağlayan’ diye anılmış, daha sonra semte ismini vermiştir. 1940’ta yıkılan kasrın yerine İstihkam Mektebi yaptırılmıştır.
* ÇIRAĞAN: Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, buraya kurdurduğu köşkte Çırağan Şenlikleri denilen meşale şenliklerini düzenlendiğinden, Farsça ‘ışık’ anlamındaki ‘Çırağan’ ismiyle anıldı.
* DARÜŞŞAFAKA: ‘Şefkat Yurdu’ anlamına gelen Darüşşafaka adı, yoksul ve yetim çocukların yetiştirilmesi amacıyla 1873 yılında hizmete giren parasız yatılı okula verilmiştir.
* EMİNÖNÜ: Osmanlı döneminde deniz gümrüğü ve gümrük eminliği burada bulunduğu için semt Eminönü diye anılır olmuş.
* ETİLER: 1950’lerin başında bomboş bir arazi olan bölgede 192 villa yapımı için Etibank’ın ortaklığıyla bir Etiler Yapı Kooperatifi kuruldu ve 1954’de konutların yapımına başlandı. Semtin adı da bu yapı kooperatifinden kaldı.
* FATİH: Semt, adını Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı külliyeden almıştır.
* GALATA: Adını, Rumca ‘süt’ anlamına gelen ‘gala’ kelimesinden aldığı iddia edilir. Bir zamanlar Galata’da inek ahırları ve süthaneleri bulunması bu iddiayı güçlendiriyor.
* HALASKARGAZİ: Harbiye’den Şişli Cami’sine uzanan cadde bu ismi taşıyor. Bu isim Anadolu’ya geçmeden önce 1918-1919 arasında semtte oturan Mustafa Kemal Paşa anısına verilmiştir. Dilimize Farsça’dan geçen ‘halaskar’ sözcüğü ‘kurtarıcı’ anlamına geliyor.
* HARBİYE: Semt adını buraya kurulmuş olan ve artık burada bulunmayan Mekteb-i Harbiye’den/ Harp Okulu’ndan almıştır.
* ZEYREK: Fetih’ten sonra camiye dönüştürülen Pantocrator Kilisesi’nin yeni adı ‘Molla Zeyrek’ semte ismini vermiştir. Dilimize Farsçadan gelen zeyrek sözcüğü, zeki, anlayışlı, uyanık anlamına gelmektedir.

EFSANE TEPELER
YEDİTEPE: İstanbul yedi tepe üzerine kurulmuştur. Bu yedi tepe ve üzerindeki önemli yapıları yazar Giovanni Scognamillo ‘İstanbul’un Gizemleri’ isimli kitapta şöyle sıralar:
1- Sarayburnu tepesi: Topkapı Sarayı ve Ayasofya
2- Nuruosmaniye tepesi: Nuruosmaniye Cami ve Çemberlitaş
3- Beyazıt Tepesi: Beyazıt ve Süleymaniye camileri
4- Fatih Tepesi: Fatih Cami
5- Sultan Selim tepesi: Sultan Selim Cami
6- Edirnekapı tepesi: Tekfur Sarayı, Kariye Cami
7- Davutpaşa tepesi: Çukurbostan Sarnıcı

Kaynak: Milliyet

Teşkilat-ı Mahsusa var mıydı?


İttihat ve Terakki içinde Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurulduğu, doğru dürüst belgesi bile ortaya konamayan bir faraziyedir.

Murat Bardakçı 12 Şubat tarihli makalesinde MİT’in atası denen Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluş tarihinin de gerçek anlamda bir devlet veya parti istihbarat teşkilatı olarak var olduğunun da tartışılabileceğini ileri sürdü. Burun kıvıranlar varsa, peşinen söyleyeyim ki ben de o kanaatteyim. Hiç şüphesiz ki Osmanlı devleti de daha evvelki İslam imparatorlukları da içte ve dışta istihbarat, gizli inceleme faaliyetlerini örgütlemiş, bunu bilhassa tüccar grupları ve posta hizmetleri aracılığıyla da başarmışlardır. II. Abdülhamid’in geniş jurnal faaliyeti bağımsız bir istihbarat teşkilatından değil, saray Mabeyn dairesinden ve Zaptiye Nezareti’nden geçerdi. Dış istihbarat ve ecnebi gazeteleri satın alma işini de sefarethaneler yürütürdü.

II. Abdülhamid istihbaratımızı olduğundan daha iyi gösterdi
İttihat ve Terakki iktidarının en sert yıllarında kullandığı silahşörleri doğrudan doğruya Talat ve Enver Paşa yönetirdi. 1913 yılında İttihat ve Terakki partisi içinde Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurulduğu, doğru dürüst belgesi bile ortaya konamayan bir faraziyedir. 1913 yılı kasım ayında Enver Paşa’nın kurduğu Umur-u Şarkiye Dairesi Doğu İşleri Bürosu, Süleyman Askeriey başkanlığında resmi bir kuruluştu. Bu, harpte başarısız bir savunma yüzünden intihar edecek kadar fedakar asker gibileri hiç şüphesiz ki hem İttihat ve Terakki saflarında hem de orduda vardı.

İstihbarat teşkilatı ise başka bir şeydir. Gerçi uzak Asya bölgelerinde dahi Rusya, Britanya, Hollanda ve Fransa gibi devletleri ürküten bir istihbarat faaliyeti vardı ve II. Abdülhamid Han bu gibi görevlileri ve faaliyetlerini olduğundan daha abartılı göstermeyi başarmıştır. Azmi Özcan dostumuzun da eserlerinde belirttiği gibi çoğu zaman Cava’daki Hollanda idaresi, Hint’te Britanya ve bilhassa Kafkasya’da Rusya sık sık bir alay konsolosumuzu bu gibi faaliyetleri yönelttikleri gerekçesiyle ‘Persona non grata’ ilan ederek dışarı yollamışlardı.

Türkiye devletinin istihbarat teşkilatı şahsi başarıların dışında bir anane, bir eğitim olarak ne derecede sivrilebilmiştir, bunu tartışmak bizim bilgimizin dışına çıkar. Ama son krizde bu istihbarat faaliyetlerini toplumun tarihi ananesi içine oturtamadığımızı gösteren bazı noksanlar var gibi. Zaman ve olaylar zaruri bir olgunlaşmayı getirecektir. Çünkü istihbarat hizmetleri bilhassa bu bölgede devletler için hava ve su gibi vazgeçilmez bir gerçektir. Bence tarihçilerin açılmayan Cumhuriyet dönemi ve yakın tarih arşivlerinin düzenlenmesi ve açılması için talepte bulunmaları gerekir. Sonra araştırmaların yapılması söz konusu olmalıdır. Nihayet bütün örgütler gibi bu örgütlerin de iyi tanınması ve adli makamlarla olan ilişkilerin sağlam hukuki esaslar üzerinde düzenlenmesi kaçınılmazdır.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 26.02.2012)

Türk karşıtı Avrupa’nın papası


Bu yıl Avrupa biraz gecikmeyle Papa XI. Innocente’nin 400’üncü doğum yılını kutluyor. Esas doğum günü 1611 yılının 16 Mayıs’ıdır. Milano büyük dükalığının içindeki Como’da doğmuştur. Avrupa hâlâ bu ismi saygıyla anar. Azizlik rütbesi olmasa da Vatikan’ın ölümünden çok sonra 1956’da kendisini ‘beatitud’ (ebedi ahret saadeti) rütbesiyle donattığı, yani tıpkı Polonyalı II. Jean Paul gibi yarı aziz olarak kutsadığı papalardandır.

Laiklik lafları bol bol edilse de, kiliseler eskisine göre boş kalsa da Avrupa’nın kimliği Hıristiyandır ve bu kimliğin merkezindeki portrelerin başında XI. Innocente gelir. Bugünün AB’si büyük toplantıları, önemli protokol imza törenlerini onun devasa sanat eseri heykelinin altında yapar.

1683 yılında Osmanlı orduları Viyana’yı kuşattığında birleşmesi hayal bile edilemeyecek Avrupa devletleri onun diplomasisi ile bir araya gelmişlerdi. Papa iyi bir diplomattı, bu vasfıyla Vatikan’a yakışıyordu. Ama daha çok iyi bir hukukçuydu, öyle yetişmişti ve bir banker ailenin banker oğluydu. Kiliseye kapandığı andan itibaren Rönesans papalarının aksine mutedil, mümkün mertebe az lüks, dindar bir hayat sürmüştür. Denebilir ki çağdaş bir papanın yaşam ve tutumunun ana hatlarını o oluşturmuştur.

Ulusların ve laik hayatın doğmaya başladığı barok Avrupa XI. Innocente’yi çok gölgeledi. XIV. Louis’nin Fransa’da kilisenin üstündeki tahakkümüne ve regalia (krallık) haklarına karşı taviz vermek istemiyordu ama ‘Güneş Kral’ onu dinlemedi bile. Papa bu gerilemesine rağmen XIV. Louis, Polonya kralı III. Jan Sobieski ve Alman imparatoru, Avusturya arşidükü I. Leopold arasında ittifak teşkil etmekte şaşılacak derecede başarılı oldu. Bu ittifak genişledi; herkese düşman kuvvetlerden Rusya ve Venedik dahi ittifaka girdi.

Akraba kayırmaya şiddetle karşıydı
Ama 1699 Karlofça Antlaşması sırasında Osmanlı’ya karşı kurulan mukaddes Liga devletleri yanında bir devlet daha vardı: İran. Osmanlı İmparatorluğu’nun ise tek müttefiki İsveç’ti. Demek ki dünya değişiyordu; değiştiren sadece Papa XI. Innocente değildi. O bu değişikliğe kısmen uymayı bilmiştir.

Papa Barok devrin ruhani lideriydi. Entelektüeldi, kilisenin yönetiminde nepotizme yani ahbap-akraba kayırıcılığına şiddetle karşı durmuştu. Avrupa hükümdarlarının milli haklarına karşı çıkarken çok başarısızdı, anlayışsızdı ama Avrupalıları kendi dışlarındaki Türklere karşı birleştirmekte çok etkiliydi.

Papa, Viyana kuşatmasındaki Türk ricatından sonra 1686’da Buda’nın da düşüşünü de gördü. Ama Türk imparatorluğu 16 sene savaşmakta direnç gösterince nihai zaferi göremedi. 1699 Karlofça Antlaşması’nda Hıristiyan ve Müslüman dünya, Roma hukukunun ilkeleri etrafında diplomasilerini yürüttü. Avrupa birbiriyle didişmeye ve Fransa’nın yaptığı gibi kısmen Türklerle ittifaka devam etti.

Bugünlerde Roma’da benim de katıldığım XI. Innocente sempozyumunda gözlemlediğim husus; Avrupa düşüncesinin iyi bir tarihçi tekniğe sahip olsa da eski dünya görüşünden çok uzaklaştığını görmek mümkün değildir. Tarih mi hayatı öğretiyor yoksa gelişen hayatı göremeyenler mi kendilerine göre tarihe sığınıyor, değerlendirmesi zor.

İlber Ortaylı
(Milliyet. 26.02.2012)

12 Şubat 2012 Pazar

Abdülhamid'in Galatasaray'ı dindarlaştırma projesi


Galatasaraylı jimnastikçiler talim sırasında.


Başbakan Erdoğan'ın bir demeciyle başlayan "dindar nesil yetiştirme" tartışması, aslında Abdülhamid'in de temel problemiydi.

Bilelim ki, bu ülkede Abdülhamid'i hâlâ sevmeyenlerin bir kısmını onun bu 'tehlikeli' projesinden hoşlanmayanlar oluşturmaktadır.

Sultan II. Abdülhamid Galatasaray'ı mı tutuyordu? Evet, Galatasaray'ı tutuyordu ama futbol kulübü olarak değil, Osmanlı Devleti'nin en kaliteli devlet okulu olan Galatasaray Sultanî'sini tutuyordu. Hem öylesine tutuyordu ki, onu ülkenin içinde yuvalanmış bir yarı misyoner okulu olmaktan kurtarıyor ve Osmanlılığın kalbinin attığı bir okul haline getirmek için elinden geleni ardına koymuyordu.

10 Şubat'ta vefatının 94. yıldönümünde rahmetle andığımız Abdülhamid Han'ın spora düşman olduğu söylenir. Külliyen yalan! Nereden mi biliyorum? Elimde sararmış bir fotoğraf. 1930'larda "Yedigün" dergisinde çıkmış. Alt yazısında Galatasaraylı sporcuların 40 yıl önce "Saray"ı ziyaret ettikleri yazılı. Fotoğrafa poz veren sporcuların göğüslerinde birer madalya parıldıyor oysa. Ne madalyası biliyor musunuz? Abdülhamid'in icad ettiği "Sanayi madalyası". Dergi, Abdülhamid'in ismini anamıyor ama fotoğrafın dili kanıyor. Şöyle tercüme ediyoruz alt yazıyı: Galatasaraylı sporcular Abdülhamid'in huzuruna çıkıp gösteri yaptılar, o da başarılarını takdir sadedinde kendilerine birer madalya taktı. Göğüslerinde gururla taşıdıkları o.

Bunu neden anlattım? Şundan: Abdülhamid'in elinin kolunun nerelere kadar uzandığı henüz tespit edilebilmiş değildir. Bir bakıyorsunuz Mevlânâ türbesine mevcut sanduka örtüsünü (puşide) göndermiş, bir de bakıyorsunuz ki, Galatasaray'ın göğsünde. Dahası, hayatlarında, hafızalarında...

Dindar bir nesil yetiştirmek için Abdülhamid devrinde eğitim sistemine "mubassırlık" diye bir kadro getirilmişti. Bugünkü deyimle, gözetmenlik. Görevleri, öğrencilerin davranışlarını denetlemek, onları kötü alışkanlıklardan korumak ve dinî ödevlerini yerine getirmelerine yardımcı olmak demeyelim de, bunları yapmaya zorlamaktı. Mesela namaz vakitlerinde öğrencileri topluca şadırvana götürürler, abdest aldırıp mescide sokarlar ve namazlarını vaktinde cemaatle kılmalarını sağlarlardı.

Haydi Galatasaraylılar namaza!

Tabii Galatasaray Lisesi'nin de mubassırları vardı. Bir kısım öğrenciler hoşlanmasa da, onlar görevlerini sabırla yerine getirir, en azından ibadetin biçimsel kısmını yapmalarını, bunu bir alışkanlık haline getirmelerini sağlamaya çalışırlardı.

Peki bu zorlamaya neden gerek duymuştu devlet? Gençlerin manevî açıdan boş ve hedefsiz yetişmesinin ülkenin geleceğini tehdit ettiğini düşünüyordu da ondan. Özelikle Müslüman öğrencilerin, gayrimüslim öğrencilerin sahip oldukları kadar olsun dinî bilinçle yetişmelerini, devletin tabanını güvenle dayayacağı bir kitle oluşturmak bakımından önemli buluyordu.

Aslında Abdülhamid dönemi eğitim anlayışının temelinde de bu yatıyordu. Gayrimüslimler kendi özel okullarında hem dinî, hem etnik bilince sahip olarak yetişirken, zaten fakir ve geri bulunan Müslüman kitlenin gençleri malum aşağılık kompleksi yüzünden iyice eziliyor ve Tanzimat'ın getirdiği Avrupa hayranlığı ve taklitçiliği havasına kolayca kapılıyorlardı.

Bunun önüne geçebilmek ve ülkenin geleceğini kendisine dayandıracağı, kendi değerlerine sahip çıkan ama çağdaş bilgileri de edinmiş bilinçli bir gençliği yetiştirebilmek için çeşitli tedbirler alındı. Mesela Tanzimat'tan sonra Orman Mektebi açılmıştı ama 10 öğrenci mezun oluyorsa bunun 7-8'i gayrimüslimdi. Dersler Fransızca verildiği için Müslüman öğrenciler başarılı olamıyor, Fransızca bilerek yetişen Müslüman olmayanlar giderek bürokrasiye hakim oluyordu. Abdülhamid döneminde ders programları değiştirilecek ve dersler Türkçe yapılacak, öğretmenler de Müslümanlardan seçilince Müslüman öğrencilerin sayısı artacak ve mezunların dengesi tersine dönecekti, yani 7-8 Müslüman mezuna karşı 2-3 gayrimüslim mezun.

Galatasaray Lisesi öğrencileri ve hocaları...


Galatasaray'da fıkıhdersleri

Abdülhamid'in aynı operasyonu 1877'de, yani daha iktidara gelişinin ilk yılından itibaren Galatasaray Sultanisi'nde gerçekleştirildiğini biliyoruz. O zamanlar "Mekteb-i Şahane" dedikleri Galatasaray, Fransızların teklifi ve desteğiyle 1 Eylül 1868'de faaliyete geçmişti. Maksat, Said Paşa'nın dediği gibi hangi dinden olursa olsun bütün Osmanlı çocuklarının burada beraberce okuyup ortak bir Osmanlılık bilinci edinmeleriydi.

Fransız liseleri model alınmıştı Galatasaray'da. İlk müdürü ve yöneticileriyle öğretmenlerinin çoğu da Fransız'dı. Sözde Müslüman olan ve olmayan öğrenciler eşit olarak yararlanacaktı ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Zira Fransızca, Fransız edebiyatı, Yunanca, Latince gibi dersler Müslüman öğrencileri fazlasıyla zorluyor ve başarılı olamıyorlardı. Tarih ve Türkçe dışında bu okulun bir Müslüman ülkede okutulduğuna dair alamet yoktu. 1869'da Arapça ve Farsça eklenmişti gerçi ama Prof. Bayram Kodaman'ın deyişiyle okul "Türk ve Müslümanlardan ziyade gayrimüslim unsurların işine yaramıştı." Zira okul, Fransız kültürüne hayran bir Müslüman öğrenci zümresinin yetişmesini sağlarken, Bulgar, Rum ve Ermeni çocukları için de tam tersine, millî duyguların aşılandığı bir ocak olmuştu.

Bu böyle devam edemezdi. İlk adım olarak Ali Suavi'nin 1877'deki müdürlüğüyle birlikte okulun Müslüman müdürleriyle tanışırız. Suavi'nin verdiği rapora göre, aynı yıl okulda 162 Müslüman öğrenciye karşılık, 377 gayrimüslim öğrenci bulunmaktadır. Üstelik çoğu da kurallara aykırı olarak parasız okumaktadır. Hatta Rus, Fransız, İtalyan, İngiliz, Yunanlı öğrenci bile vardır! Hatta Bulgar öğrencilerin burada ayrılıkçı fikirleri edindikten sonra Rus ordusuna katıldıkları biliniyordu.

Bunun üzerine hemen 60 Müslüman öğrenci alınır okula. Ve bu sayı yıllar içinde giderek artar. O zamana kadar bedava okuyan gayrimüslim öğrencilerden para talep edilince okulu terk ederler. Devlet, kendi eliyle asi yetiştirmemelidir. Ancak sadık bölgelerden gelen öğrencilere dokunulmaz. Ders programları değiştirilir. Arapça, Farsça, belagat, İslamî ilimler (fıkıh dahil), İslam tarihi ve "ilm-i ahlak" dersleri müfredata eklenir.

Böylece 1869'da 277 Müslüman öğrenciye karşılık 345 gayrimüslim öğrenci varken, 1901'de bu oran tersine döner ve 724 Müslüman öğrenciye karşılık 221 gayrimüslim öğrenci Mekteb-i Şahane sıralarını doldurur.

Ülkenin gözbebeği kurumlarından Galatasaray Lisesi'nin "İslamlaştırılması", Abdülhamid dönemindeki dindar bir nesil yetiştirme projesinin sayfalarından yalnızca biridir. 1882 tarihli bir belgede görüleceği gibi ders programlarındaki bu değişikliklerle İslam medeniyetinin ilerlemeye engel değil, belki en çok müsait olduğu inancını öğrencilerin hafızasına nakşedilmesiydi amaç. Anlayın işte, aşağılık kompleksini yenmiş bir nesil yetişsin istiyordu.

Mustafa Armağan
(Zaman, 12.02.2012)

Eski İstanbul Kahvehaneleri



İstanbul’da ilk kahvehane 1554 yılında Halep’li Hâkim ve Suriye’li Şems namında iki şahıs tarafından kuruldu.

Bunlar, Tahtakale’de birer kebir dükkânı açıp kahvefuruşluğa başladılar. Keyfe müptelâ bazı yâranı safa hususile okur yazar makulesinden nice zürâfa toplanır oldu. Yirmişer, otuzar yerde meclis toplanır oldu. Kimi kitap okur, kimi tavla ve satrançla meşgul olur, kimi nevgüfte gazeller getirip marifetten bahsolunur, nice akçeler ve pullar sarfedip yâren cemine sebep olmak için tertibi ziyafet eden bir iki akçe parası vermekle ondan artık cemiyet safasın eder oldular.


(Peçevi Tarihi)

19. yüzyılda İstanbul’u arşın arşın gezen Charles White’ın Three Years in Constantinople or the Domestic Manners of the Turks in 1844 (İstanbul’da Üç Yıl veya Türklerin 1884’teki Yerel Davranışları) başlıklı üç ciltlik çalışmasının kısa bir bölümünü oluşturur eski İstanbul kahvehaneleri. İstanbul ve çevresinde kahvehanelerin (kahvahana) sayısı 2500 kadardır ve müşterileri değişik kesimlerdendir.

Kaynak: Immoral Tales

7 Şubat 2012 Salı

Fransa, Osmanlı'nın Avrupa'daki ispiyoncusuydu


Fransa, 16. yüzyılda bir taraftan Osmanlı ile ittifakını reddederken, bir taraftan da Avrupa'da ne var ne yok her şeyi İstanbul'a ispiyonluyordu.

Fransa, 16. yüzyılda hem Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu'nun baskısını hem de yaşadığı iç karışıklıklar ve din savaşlarının yıkıcı etkisini Osmanlı'dan aldığı destekle savuşturdu. 16. yüzyıl boyunca Osmanlı donanması, Fransa'ya yardım ederek, devletlerinin varlığının devamına yardım etti. Osmanlılar, Fransa'yı asker göndererek, para vererek veya ticari ilişkilerle Habsburglar'a karşı kuvvetlendirdiler. Fransa, 16. yüzyılda Osmanlılar'ın, Habsburglar'a karşı mücadeleye girmesiyle hayat hakkı buldu.

İttifakı reddetti

Fransa, Osmanlı'dan aldığı destekle ayakta kalmasına karşın Türkler'le ilişkiye girmesi Avrupa'da kâfirlerle işbirliği yapıyor suçlamaları yüzünden aradaki ittifakı hep reddetti. Çağrıldığı Haçlı seferlerine katılacağını söyledi ama zamanla muhataplarını oyalayarak, Türkler'e karşı bir oluşuma girmedi. Osmanlılar'ın Hristiyanlar'a karşı kazandığı zaferler için Fransız elçileri padişahları kutlarken, Fransız yönetimi Avrupa'daki muhataplarına Osmanlılar'ı Hristiyanlar'a ait toprakları almaktan vazgeçirmek için çok uğraştıklarını ama başaramadıklarını anlattılar. Fakat iki devlet arasındaki ilişki o kadar aleniydi ki Fransızlar'ın inkârı ittifakın üstünü örtemedi. Habsburglar, Fransızlar'ı her yerde Hristiyanlığın düşmanıyla işbirliği yapmakla suçladı. Şarlken ve Papa, Fransa'yı kâfirlerle işbirliği yaptığı için suçlayıp, Fransa Kralı'nın üzerine Haçlı seferi düzenlemekle tehdit bile ettiler.

Avrupa hakkında bilgi gönderdiler

İki devlet arasındaki ilişki İstanbul'daki daimi elçiler ve zaman zaman gönderilen fevkalade elçilerle devam etti. Fransa kralları İstanbul'daki elçilerine ve padişaha mektuplar gönderdiler. Ancak mektupların ele geçmesi ihtimali yüzünden siyasi ittifak genelde gönderilen adamların sözlü ifadeleriyle sürdü. Fransa yönetiminin İstanbul'a gönderdiği elçi ve haberciler Osmanlı yönetimini Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu üzerine donanma ve ordu göndermek için kışkırttılar. Fransa'dan gelen haberciler ayrıca Avrupa'nın durumu ile ilgili her türlü haberi Osmanlı yönetimine verdiler. Osmanlı padişahları ise kendi devletlerinin çıkarları olduğunu gördükleri zaman Fransa'ya yardım için Habsburglar'ın üzerine asker gönderdiler.

"Sultan en güvenilir dostumdur"

Fransa Kralı Dokuzuncu Charles, 1572'de boşalan Lehistan (Polonya) Krallığı'na kardeşi Henri'yi seçtirmek için Osmanlı yönetiminden destek istemişti. Fransa Kralı, 30 Kasım 1572'de İstanbul'daki Fransız elçisine gönderdiği mektupta "Sultanı en güvenilir dostlarımdan biri kabul ettiğimden, bu meselede bana dostluğunun meyvelerini hissettirmesine sevinirim; zira çok değer verdiğim ve kendisine minnettar kalacağım bir meseledir bu. Sizden tüm yeteneğinizi gösterip, sultanı, ülkenin beylerini kardeşimi seçmeleri için uyarmak ve kendisine her yerde öncelik tanımalarını talep etmek üzere Lehistan'a resmî bir heyet göndermeye ikna etmeye çalışarak zanaatınızın bir ustalık eserini meydana getirmenizi rica ediyorum; başka birini seçtikleri takdirde, bu mesaj onlara sultanın ebediyen düşmanları olacağını göstersin. Sanırım kardeşim bu şekilde hiçbir zorluk çıkmadan seçilecek ve Lehistan Kralı tayin edilirken, kayser bu seçimden hariç tutulacaktır."


Avrupa'da ne var ne yok?

Françe padişahından gelen adamının ağız haberleridir ki zikr olunur...
Françe padişahı şimdi ne mahaldedir deyü sual olundukda elçi donanmayı hümayundan çıkup vardıkda Filandere'de Villanova nam hisarın yanında sahrada imiş ki zikr olan hisar evvel İspanya kralının idi. Haliya Françe padişahı almışdır. Ve bu hisardan gayri hiç hisar dahi aldı mı denildikde, bu hisardan gayri İspanya vilayetine müteallik hayli hisarlar ve kaleler almışdır. Ve Duka de Klez (Kleves Dükü) nam bey dahi İspanya'nın çok memleketin ve vilayetin almışdır deyü cevap verdi. Ve Françe padişahının Piedmont nam memleketine yakın İspanya'ya tabi Vala nam hisar ki Françe vilayetine adem varup gelmesine çok mani olurdu. Mezkur hisar Françe padişahının Piedmont'de olan kapudanı almış alınalı şimdi üç ay imiş. Ve andan gayri Milano'ya yakın bir kale dahi almış deyü cevap verdi. Ve Françe padişahı yanında şimdi ne denlü asker vardır denildikde halen 40 bin yaya ve 16 bin atlu askeri vardır. Ve Alman'da dahi bazı dost beyler vardır. Bir sıkıntı vaki oldukda yardıma 24 bin yaya adem verürler.

Bilfiil 14 bin yaya Françe padişahının Lyon nam şehrine gelürken sataşduk deyü cevap verdi. Ve mezkur Lyon nam şehir ile Filandere arası 15 konak yer imiş. Ve şimdi Françe padişahıyla İspanya kralı mukabele etdi mi diye soruldukda, bulaşmışlar ola deyü cevap verdi. Ve Françe padişahı kendünün yerine kimi alıkoydu denildikde devamlı olarak yanında olur dört nefer yarar beyleri vardır. Bir yere gitse onları yerinde alıkor şimdi dahi yerinde onları alıkoymuşdur... Ve iki oğlunu kendü ile bile sefere alup, gitmişdir deyü cevap verdi. Ve İspanya kıralı ne mahaldedir deyü sual olundukda, ben orada iken Alaman'da Aspire (Spires) nam şehirde idi. Amma ben ayrıldıktan sonra şimdi Filandere'ye gelmiş ola. Ve yanındaki askerinden sual olundukda 70 bin yaya ve 4 bin mikdarı atlusı vardır. Ve İngiltere Beyi hiç yardım verdi mi? denildikde, 15 bin mikdarı adam yardıma gelse gerekdir deyü haber alındı. Amma geldi mi gelmedi bilmezim deyü cevap verdi. Ve Filandere'den dahi onun gibi yardıma gelecek askeri var mıdır deyü sual olundukda onun gibi yardıma gelecek askeri yokdur olanca yaya askerini dahi Filandere vilayetinde olan hisarlarına koyup berkitmişdir deyü cevap verdi. Ve İspanya Kralı papa ile buluşdu mu denildikde Bolonya (Bologna) nam hisarın yanında buluşdular. Amma tedbir ve tedarükleri ne oldu kimse bilmedi. Lâkin ayrıldıkdan sonra papa ardınca Beç'e (Viyana) üç bin yaya adam göndermiş. İspanya kıralı Barçelonya'da (Barcelona) yerine kimi alıkomuşdur denildikde yerine Barçelonya'da oğlunu ve oğlu yanında iki-üç bin adamla bir yarar beyi alıkoymuşdur. Ve Perpenyan (Perpignan) nam şehrinde dahi bir kapudanıyla on bin yaya adam alıkoymuşdur deyü cevap verdi.
(Christine-Isom Verhaaren, Allies with the Infidel, New York 2011)

Korkudan Osmanlı'ya sığındılar

Habsburglar'ın özellikle 1525'ten sonra Fransa krallarına karşı tehdidi Osmanlı-Fransız ilişkilerinin başlamasında ve Osmanlı-Fransız ilişkileri ile Batı Avrupa'yla ilişkilerde önemli bir dönüm noktası oldu.

Padişahların inayeti

Fransa ile Osmanlı devletleri arasında 16. yüzyıl boyunca ve 17. yüzyılın ilk yarısında bir ittifak kurulmuştu. Ancak ittifak iki taraflı olmaktan ziyade Osmanlı hükümdarlarının Fransa'ya bir inayetiydi.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 22.01.2012)

Yavuz Sultan Selim küpe takmazdı


(Kitab-ı Şakakı Numaniye'de I. Selim)

Yıllar önce, tarih ders kitaplarına yanlışlıkla konulan ve Yavuz'u küpeli olarak gösteren bir resimle ortaya çıkan hata bir türlü düzelmiyor.


Daha önce yazdık, ayrıca bu konuda kitap bile çıkardık. Benden önce ve sonra bu konuda başka kalem oynatanlar da oldu ama Yavuz'un küpesi bir türlü kulağından çıkmadı. Halkımızın elçiliklerimizde gerekli itibarı göreceğini söyleyen Berlin Büyükelçimiz Hüseyin Avni Karslıoğlu, kulağındaki küpeyle ilgili bilgi verirken, "Yavuz Sultan Selim, kendisinin Allah'ın ve halkın hizmetkârı olduğunu ifade etmesi için küpe takardı. Benim de küpe takmamın anlamı budur" şeklinde konuşmuş.

Halkımıza elçiliklerimizde yıllarca iyi davranılmadığı konusunda haklı olan Berlin Büyükelçimiz, Yavuz'un küpesi konusunda ise yanılıyor. Bu yanılgının sebebi yıllardan beri bize Yavuz diye öğretilen küpeli resimden kaynaklanıyor.

Küpe rivayetleri

Yavuz Sultan Selim denince aklımıza hep kulağı küpeli, palabıyıklı bir resim gelir. Yavuz'a ait olmayan ve daha sonraki dönemde yapılmış olan bu resim tarih ders kitaplarında kullanıldığı için herkes Yavuz'u böyle tanır. Hatta kulağındaki küpenin sebebi üzerine birçok hikâye uydurulmuştur. En ilginç rivayetlerden biri Yavuz Sultan Selim kılık değiştirerek Tebriz'e gidip, Şah İsmail'i satrançta yenince şahın, Şehzade Selim'e yenilginin hırsıyla bir tokat atması üzerine, Yavuz'un da bu tokat kulağıma küpe olsun diye küpe takmasıdır.

Bir diğer rivayete göre de Yavuz Sultan Selim İslamiyet'in kutsal topraklarına hakim olunca "Hadimü'l-Haremeyn", yani Haremeyn'in hizmetkârı olduğunu göstermek için küpe takmıştır. Yavuz Sultan Selim'e ait olduğu iddia edilen küpeli resim daha sonraki yüzyıllara ait bir Avrupalı ressam tarafından yapılmıştır ve Birinci Selim'le uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ancak Avrupalılar tarafından yapılan başka portrelerde de Yavuz'un küpeli resimlerine rastlanır.

Yavuz'u gösteren 16. yüzyıla ait ve daha sonraki dönemlerde çizilmiş minyatürlerde sultanın kulağında küpe olmadığı gibi, portresi de çok farklıdır. Ayrıca "Selimname" isimli Yavuz'un hayatını anlatan kitaplarda sultanın küpe taktığına dair bir bilgiye rastlanılmaz.

(Yavuz Sultan Selim'in tartışmalı resmi)
Eski bir gelenek

Türkmenler arasında küpe takmak bir gelenektir. Nitekim 1473'te Otlukbeli'nde Fatih Sultan Mehmed ile savaşan Akkoyunlu Türkmenleri'nde küpe takanlar vardı. Ayrıca bazı tarikatlarda dervişler dünyadan ve dünyevi nesnelerden soyutlandıklarını göstermek için mengüş (küpe) takarlardı. Bu iki gelenek de Yavuz Sultan Selim'e değil Akkoyunlular'ın topraklarında Safevi Devleti'ni kuran Şah İsmail'e uymaktadır. Nitekim Türk tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Şah İsmail'in küpeli minyatürleri vardır.

Yıllar önce Yavuz'un küpeli resmindeki yanlışlığa dikkat çeken Nezih Uzel, küpeli hükümdar resminin Şah İsmail veya Şah Cihan olabileceğini söylemiştir. Ancak resimdeki giyim tarzı ve küpe Şah Cihan'dan daha ziyade bir başka Babür hükümdarı Cihangir'e uymaktadır.

Yavuz denilen resim günümüzde Topkapı Sarayı'nda bulunuyor. Anlatılanlara göre diğer müzelerden saraya gelmiş ve burada bu resmin Yavuz'a ait olduğuna kanaat getirilmiş. Bu resim tarih ders kitaplarında kullanılınca da herkesin kafasında gerçeğinden çok farklı bir Yavuz Sultan Selim oluşmuştur.

Yasin-i Şerif okunurken vefat etti

Yavuz ömrünün son günlerinde Edirne'ye gitmişti. Buraya gitmeden önce sırtında çıkan şirpençe denilen bir çıbandan muzdaripti. Bu çıbanı hamamda sıktırıp, ovdurtması ve ardından Edirne'ye atla gitmeye çalışması hastalığını iyice artırdı. Padişahın hastalığı artınca Çorlu yakınlarında babası ile savaştığı yerde, 40 gün konaklandı. Yavuz'un hastalığı günden güne iyice ağırlaştı.

Sultanın hastalığı boyunca yanında gece gündüz musahibi Hasan Can vardı. 1520 yılının 21 Eylül'ünü 22 Eylül'e bağlayan gecede ikisinin aralarında şu konuşma cereyan etmişti:

Yavuz, musahibine "Hasan Can bu ne haldir" diye sorunca, Hasan Can, "Sultanım Cenabı Hakk'a teveccüh edip Allah'la beraber olacak zamandır" cevabını verdi. Yavuz "Bizi bunca zamandan beri kiminle bilirdin? Cenabı Hakka teveccühümüzde kusur mu gördün" deyince Hasan Can, "Hâşâ ki bir zaman zikr-i Rahman'dan şaştığınızı görmedim. Lâkin bu zaman başka zamana benzemediğinden ihtiyareten cesaret eyledim" dedi.

Yavuz, bu cevaptan sonra Hasan Can'a "Sure-i Yasin tilavet eyle" dedi ve onunla birlikte okumaya başladı. Yasin Suresi'nin ikinci okunuşu sırasında "Selâm" Ayeti'ne gelindiği zaman Yavuz Sultan Selim ruhunu teslim etmişti.

Az zamanda çok işler başarmıştı

Yavuz Sultan Selim, ortadan uzun boylu, kırmızı ve yuvarlak yüzlü, koç burunlu, çatık kaşlı, sert bakışlı, sakalı tıraşlı, bıyıklı, asabî mizaçlı bir hükümdardı. Çok cesur ve çok sertti. Gerçek bir harp dehası olan Yavuz Sultan Selim Osmanlı tarihinin en büyük mareşali idi.

Devlet hazinesinin dolu olmasını ister, israf ve ihtişamdan hoşlanmazdı. Hesap yapmadan, bilgi toplamadan ve tedbirini almadan sefere çıkmazdı. Meraklı bir hükümdardı. Mısır'dayken Nil'in kaynağını ve piramitleri araştırmıştı. Okumayı severdi. Vassaf tarihini ve diğer tarih kitaplarını tetkik etmişti. Arapça ve Farsça'ya hakim olan Yavuz Sultan Selim iyi bir şairdi. Farsça bir divanı vardır.

Şam'da Muhyiddin Arabî için bir cami, imaret ve türbe yaptırdı. Konya'daki Mevlana Dergâhı'na da su tesisi inşa ettirmişti. Oğlu Kanunî ise İstanbul'da babası adına bir cami ve türbe inşa ettirdi.

Yavuz'u en iyi şeyhülislam ve tarihçi İbn Kemal'in, sadeleştirmesini verdiğimiz şu mısraları anlatır:

Az zamanda çok işler başarmıştı,
Onun gölgesi bütün cihanı kaplamıştı.
Sultan Selim devrinin güneşi idi.
İkindi gölgesi uzar ama zamanı kısadır
Öldü Sultan Selîm, eyvah göçüp gitti
Artık ona hem kılıç, hem kalem ağlasın.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 29.01.2012)

"Vahdeddin Atatürk'ü yollamadan önce kendisi dağa çıkacaktı"


"Vahdettin'in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor" kitabı, bilinmeyen bir çok konuyu aydınlığa kavuşturuyor. Ahmet Avni Paşa, Sultan Vahdettin'in ağzından çıkan her cümleyi yazmış ve defteri de ölene kadar yanından hiç ayırmamış. Kendisi vefat ettikten sonra torunlarına intikal eden, dede yadigarı bu defter 90 yıl sonra ilk defa bu kitapla yayınlanıyor.

"Vahdettin'in Sırdaşı Ahmed Avni Paşa Anlatıyor" kitabı gizli kalmış bir dönemi aydınlatıyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun en zor yılları, payitaht işgal altında, tahtta her fırsatta "Keşke padişah olmasaydım" diyen Sultan Vahdettin... Bu dönem ölene kadar padişahı yalnız bırakmayan başyaver Avni Paşa'nın gözünden anlatılıyor. Kitap, imparatorluğun en zor zamanlarında Milli Mücadele'yi başlatması için Mustafa Kemal Atatürk'ü Anadolu'ya gönderen Sultan Vahdettin'in ve bütün hazırlıkları yapan, Bandırma Vapuru'nu imkansızlıklar içinde Paşa'nın emrine sunan Ahmed Avni Paşa'nın gözüyle bir dönem tasviri niteliği taşıyor. Yakın tarihin karanlıklarında kaybolan soruların cevaplarını, yine bu bütün yaşananların muhatapları cevaplıyor.

Devamını okumak için:
http://www.yenisafak.com.tr/Pazar/?t=29.01.2012&i=364611