28 Haziran 2011 Salı

Seçimin bilmecesi MHP


Seçimlerde yüzde 13 oy alan MHP’nin bugünkü toplumsal tabanı tam bir bilmece, bu bilmeceyi de ancak partinin kendi çözebilir.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin son devir Osmanlı tarihindeki İttihat ve Terakki gibi Türkçü bir parti ile doğrudan ilişkisini kurmak mümkün müdür? Hemen cevap verelim; Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti, İttihatçıların son dönemdeki Türkçülüğü ile ne kadar ilgili ise MHP’ninki de o kadar olabilir. MHP dün ve bugün İttihat ve Terakki mirası ile kadrolarının oluşumu ve devraldığı kişilerle değil, ancak bu tarihi mirası bilincine yerleştirerek bağ kurmuştur. Ama 1944 yılı 3 Mayıs olayları ve ardından gelen tutuklamalar, 20’nci yüzyılın ikinci yarısında MHP’yi oluşturan kadroların doğduğu bir ortam olarak nitelendirilebilir.

Türkeş partiyi ele geçirdi
1950’lerde Türkçü kadroların CHP ile soğukluğu hatta husumeti malumdur. Ama DP iktidarı ve zihniyetine de çok yakın oldukları söylenemez. 27 Mayıs darbesini hazırlayan Milli Birlik Komitesi içinde Alpaslan Türkeş, Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ gibi subayların konumu da bu durumu belirler. Sivil ve akademik çevrede bu biganelik (aldırmazlık) daha barizdi.
İstanbul ve Ankara muhitinin gelecekteki MHP’yi oluşturacak okumuş kadroları DP’den uzaktı. Onlar 1950’lerde iktidara uzak, kendilerini kenara itilmiş okumuşlar olarak görürlerdi. 1946 seçimlerinden sonra TBMM’de oluşan Demokrat Parti grubu içinde bazı huzursuz milletvekilleri Millet Partisi’ni teşkil ettiler. Bunların içinde göze batan, DP listesinden bağımsız giren Mareşal Fevzi Çakmak ve Osman Bölükbaşı’ydı. Millet Partisi, CHP-DP çizgisinin yarattığı yabancılaşmaya karşı çıkan, muhafazakar bir kuvvetti. Ama cılız kaldı. Bir ara Remzi Oğuz Arık’ın Köylü Partisi ile birleşerek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi adını aldı. Bu partinin 1960’lı yılların başında önce aralarına davet ettiği, sonra çığ gibi bendini aşarak teşkilatı ele geçiren MHP’lilerle birebir kimlik aynileşmesi de olamaz.
Milli Birlik Komitesi’nin sürgündeki 14’leri, başta Alpaslan Türkeş olmak üzere partiyi ele geçirdiler. Arkalarındaki kadrolar onları oraya taşıdı. 8-9 Şubat 1969’da Adana’da yapılan büyük kongrede partinin adı MHP oldu. Türk siyasi tarihinde ilk defa görülen bir niteliği vardı, gençlik kolları çok ağırlıklıydı. Parti hiyerarşisi çağdaşı olan Adalet Partisi hatta CHP’ye bile benzemeyecek kadar katıydı.

Demirel’i rahatlattılar
Buna rağmen partinin gördüğü siyasi ilgi hep sınırlı kaldı. Milli bakiye sisteminin getirdiği destekle 1965 seçimlerinde 11 kişi parlamentoya girerek grup kurmuştu ama etkili bir politika yapamadılar ve 1969 seçimlerinde lider Alpaslan Türkeş tek başına Meclis’e girebildi. Bu dönemde çok etkin oldukları söylenemezdi.

Lakin 14 Ekim 1973 seçimlerinde yüzde 3,5 oyla meclise üç kişi girdiler. Türkiye demokrasisinin bu çalkantılı döneminde üç milletvekilinin ikisi Süleyman Demirel’in Milliyetçi Cephe koalisyonunda yer aldı. Doğrusu Milli Selamet Partililerin ve hatta Güven Partililerin aksine, Demirel’i çok rahatlatan ılımlı bir ortaklık sergilediler. MHP bu dönemde bürokrasiye yerleşti. Bunu zamanın yorumcuları çok aşırı betimlemelerle ortaya koyarlar. Oysa tipik Adalet Partili bürokratla MHP taraftarı olanın farkı neydi? Türkiye bürokrasisi MHP kanadından sunulan üyelerini de fazla sorun çıkarmadan kabul etmeye hazırdı.

1970’li yıllar boyunca çatışma CHP ile MHP arasında geçti. Aslında CHP’nin arkasındakiler de bir ölçüde CHP’ye sığınan çeşitli politik gruplardı. 1980 darbesi solcuları da MHP’lileri de cezalandırdı. Bu müşterek mağdurluk ileride kısmen bir uzlaşma ve sulh ortamı yaratabildi mi? Belki evet ama onu da fazla abartmamak gerekir.
Sözde liberal gruplar
Türkeş’in ölümünden sonra MHP kadrolarından ülkücüleri atmasa da kenara iteledi. Karşılıklı şüphelere rağmen Ecevit’in son başbakanlığı döneminde MHP münafereti oldukça azaldı. Hatta bazıları çoktandır MHP seçmenini de ele alan Ecevit’i MHP başkanı olarak görmek istediklerini fısıldıyorlardı. Türkiye’nin eski genç kadroları şiddeti bir kenara koymuşlardı.

Bugün ise o zamanki kadrolar, bazı AKPliler ve solcularla da bir araya gelerek sözde “liberal” gruplar bile kuruyorlar. Bunun niteliği üzerinde durmak gerekir. Hırs her şeyi yaptırır. Son seçimlerde bazı protestocu gruplar hayatları boyu uzlaşma belirtisi göstermedikleri hatta nefret ettikleri MHP’ye rey verdiler. MHP yüzde 13 oranındaki oyla TBMM’de grubunu kuracak. Nasıl bir muhalefet yapacağını ve başarısını kadrolaşma, söylem ve planlama faaliyeti gösterecek. Şu anda toplumsal tabanı itibarıyla hâlâ bir bilmece, bu bilmeceyi ise bu parti ancak kendi çözer ve rengini ortaya koyar.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 19.06.2011)

Osmanlı nereye Kürdistan derdi?


Tarihi kayıtlarda Kürdistan denilen asıl bölge Güneybatı İran, Osmanlı döneminde ise Güneydoğu Anadolu'nun çok az bir kısmıdır.

Osmanlı idare sisteminde eyaletler (beylerbeyilikler), sancaklara; sancaklar da kazalara ayrılmıştı. Eyaletlere merkezden beylerbeyi adıyla bir yönetici tayin edilirdi. Osmanlı yönetimi beylerbeyi eyalette tam hakim konumda olmasın diye bölgenin mali işlerine bakan vilayet defterdarları ile yargılamaya bakan kadıları beylerbeyinin emri altına vermemişti. Kadılar, İstanbul'daki Anadolu veya Rumeli kadıaskerine; eyalet defterdarları da merkezdeki başdefterdara tabiydiler.

YURTLUK-OCAKLIK SİSTEMİ

Osmanlı döneminde bunlardan farklı olarak bir de yurtluk-ocaklık adı verilen bir idari sistem vardı. Bu sancakların diğerlerinden farkı yönetimin ırsi olarak bir ailenin elinde olmasıydı. Arap bölgelerinde, Gürcü topraklarında ve Güneydoğu Anadolu'daki bazı sancaklarda idare bu şekildeydi. Bu şekilde yönetimin tercih edilmesinin en önemli sebebi bu bölgelerde bulunan büyük aşiret beylerinin nüfuzlarından faydalanılmak istenmesiydi. Ancak bu sancaklar muhtar bir idare tarzına sahip değillerdi. Herhangi bir disiplinsizlikte sancakbeyi azledilir, yerine başkası tayin edilirdi. Ahaliye kötü davranan, devlete sadakatten ayrılan, uygunsuz davranışlarda bulunan yöneticiler görevden uzaklaştırılırlardı. Eğer devlete sadakatten ayrılmazlar ve kanunlara uyarlarsa, kayd-ı hayat şartıyla, yani ömür boyu o sancağın yöneticiliğini yaparlardı.

KÜRDİSTAN BEYLERİ

Osmanlı döneminde Kürdistan beyleri diye anılan aşiret reislerinin bölgeleri çok geniş bir coğrafya değildir. Kanunî'nin içinde Kürdistan ifadesi geçen fermanından bir yıl sonraya ait imparatorluğun idari taksimatını gösteren arşiv kayıtları elimizdedir. Metin Kunt tarafından yayınlanan ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında 1527'de Osmanlı İmparatorluğu'nun idari taksimatını gösteren defterde (Topkapı Sarayı Arşivi, D 5246) Vilayet-i Kürdistan denilen ve Kürt aşiret reisleri tarafından yönetilen sancaklar şunlardı: Cizre, Bitlis Hısnkeyf (Hasankeyf), Siverek, Çemişgezek, İmadiye, Mir Zahid Bey tarafından yönetilen sancak, Hizan, Sason, Palu, Çapakçur (Bingöl), Eğil, Sincar, Atak (Silvan'ın kuzeyi), Çermik, Hazzo, Zirkî (Metin Kunt, Sancak'tan Eyalete, s. 130-131.).

Bu beylerden Cizre, Bitlis Hısnkeyf, Siverek, Çemişgezek, İmadiye beyleri ile Mir Zahid Bey'in Kürdistan beylerinin büyükleri olduğu zikredilir. Vilayet-i Kürdistan diye kastedilen yer de tek bir idari bölgeyi değil Kürd beyleri tarafından yönetilen sancakları ifade etmek için kullanılmıştır.

Osmanlı'nın Kürdistan diye nitelendirdiği coğrafya görüldüğü gibi daha ziyade bir kalesi olan aşiret beylerinin yönetimindeki bölgelerdir. Osmanlı döneminde Diyarbekir, Urfa, Mardin gibi bölgeler merkezden gönderilen valiler tarafından yönetilmiştir.

KÜRDİSTAN

Kürdistan'ın Sultan Sencer döneminde idarî bölge olduğu söylenir. Bu bilgiyi veren 14. yüzyılda yaşayan Hamdullah Müstevfî'dir. Ancak Müstevfî, Sultan Sencer'den yaklaşık iki asır sonra yaşamıştır. Sultan Sencer dönemine ait kaynaklarda ise Kürdistan idarî bir bölge olarak geçmez.

Kürdistan ismi Arapça "Arz-ı Ekrad" olarak ilk defa 10. yüzyılın ikinci yarısında İbn Havkal'ın "Suretül-Arz" isimli eserinde geçer. İbn Havkal'ın Kürtler'in yaşadığı yer olarak zikrettiği bölge ise İran'ın Cibal bölgesidir. Yani Hemedan'ın doğusu, Urumiye'nin güneyidir. Bugünkü Irak sınırındaki İran Kürdistan'ından Süleymaniye'ye kadar uzanan bir bölgedir. Kürdistan isimlendirmesi idarî bir ad değil, coğrafî bir isimlendirmedir. Bu konuda Adnan Çevik geniş bir araştırma hazırlamaktadır.

İbn Havkal'dan sonra 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud'un haritasında da "Arz-ı Ekrad" isminin geçtiği görülür. Kastedilen yine İran'dır.

OSMANLI DÖNEMİNDE KÜRD BEYLERİ MERKEZİN KONTROLÜ ALTINDA DEĞİL MİYDİ?

Osmanlı döneminde ocaklık terimi çeşitli şekillerde geçer. En yaygın şekilde idari teşkilat içerisinde rastlanan ocaklık statüsündeki sancakları ifade eder. Ocaklık sancaklar hükümet ve yurtluk-ocaklık sancaklar olmak üzere iki çeşittir. Fetih sırasında hizmeti görülen aşiret reislerine, beylere çoğunlukla kendi toprakları olmak üzere bırakılan yerlerdir. Orhan Kılıç'ın bu konuda araştırmaları vardır.

Hükümet sancaklarda timar sistemi uygulanmaz. Sancak gelirinin tamamı idareci olan beylere aittir. Yurtluk-Ocaklık sancaklarda ise timar sistemi uygulanabilir.

Ocaklık sancaklar, Bosna, Anadolu, Çıldır, Şam, Rakka, Bağdat, Basra, Tunus ve Şehrizor gibi bölgelerde görülür. Bu sistem görüldüğü gibi sadece Güneydoğu Anadolu'daki Kürd beylerine mahsus değildir. Ocaklık sancakların sayısı zamana göre değişmektedir. Özellikle savaş dönemlerinde aşiretlerin devlete bağlılığını artırmak için ocaklık sancakların sayısı artırılmıştır.

Orhan Kılıç, araştırmalarında ocaklık veya hükümet tipi sancakların devletin merkezi kontrolünden uzak müstakil birimler olduğu kanaatinin yanlış olduğunu söyler. Merkezi idare imparatorluğun diğer kısımlarında olduğu gibi burada da ağırlığını her zaman hissettirmiştir. Bu sancakların her biri merkezden atanan bir beylerbeyinin emri altındadır.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 19.06.2011)

Kanuni'nin fermanı


İspanya Kralı Şarlken, Fransa Kralı Fransuva'yı 24 Şubat 1525'te Kuzey İtalya'da Pavia Muharebesi'nde mağlup edip, esir almıştı. Fransızlar, Şarlken karşısında aciz kalınca Osmanlılar'dan yardım istediler. Kanunî, 1526 Ocak'ında Fransuva'nın yardım isteğine gönderdiği fermanında kendi haşmetini belirtip, imparatorluğunun vilayetlerini sayarken Fransa'yı sıradan bir vilayet, kralını da hiç ünvan zikretmeden sıradan bir hükümdar olarak nitelendiriyordu:

"Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç veren Allah'ın yeryüzündeki gölgesi Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Karaman'ın ve Rum'un (Sivas ve civarı) ve Dulkadir Vilayeti'nin (Maraş ve civarı), Diyarbekr'in ve Kürdistan'ın ve Azerbaycan'ın ve Şam'ın ve Halep'in ve Mısır'ın ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen'in ve büyük babalarım ecdadımın kahredici kuvvetleriyle fethettikleri, büyüklüğün sığınağı olan zatımın ateş yağdıran ve zafer nakşeden kılıcıyla fethettiği nice memleketlerin sultanı ve padişahı Sultan Bâyezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han'ım..."


Fransa'nın yardım isteği

Fransa'nın yardım isteyen mektubunu getiren elçi Almanlar'ı doğudan sıkışması için Kanunî'yi Macaristan üzerine bir sefer açmasını rica etmişti. Macaristan Kralı İkinci Layoş, Kutsal Roma-Cermen İmparatoru Şarlken ile Avusturya Kralı Ferdinand'ın kızkardeşleri Anna ile evliydi.

Macar Krallığı yıkıldı

Osmanlı yönetimi bu gelişmelerle birlikte Macaristan seferini gündeme aldı. Kanunî, Macaristan'a sefer yaparak Şarlken'e bir mesaj vermek istiyordu. 1526'daki Mohaç Savaşı'nda Macar Kralı Layoş öldü ve Macar Krallığı yıkıldı. Birinci Dünya Savaşı'na kadar önce Osmanlı, sonra da Avusturya yönetiminde kaldı.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 19.06.2011)

Hollandalılar lale yüzünden intihar bile etmişlerdi


Hollandalılar 17. yüzyılın başlarında lale çılgını olmuşlar, bu yüzden intiharlar ve iflaslar yaşanmıştı.
Sadece Erzurum Karayazı'da yetişen bir tür ters lale olan çiçeğin son kalan 57 adet soğanını sökerek yurtdışına götürmeye çalışan 2 Hollandalı birkaç gün önce sınırda yakalandı. İşin ilginç tarafı bugün dünyanın en büyük lale üreticisi olan Hollanda'ya lale 16. yüzyılda İstanbul'dan gitmişti.

Her yerde lale kullanıldı
Lale ilk olarak Asya'da ortaya çıktı. Kervanlarla ticaret yolları boyunca Batı'ya doğru yayıldı. Selçuklular'la birlikte Anadolu'ya geldi. Osmanlı Devleti'nin kurulmasından sonra lale hayatın her safhasını süslemeye devam etti. Padişahların kaftanlarında, gömleklerinde, askerlerin miğferlerinde, at başlıklarında lale motifleri kullanıldı. Lale yalnız bahçeleri değil Osmanlı sanatının her türünü süsledi. Çinileriyle ünlü Rüstem Paşa Camii'nde 40'tan fazla lale motifi kullanılmıştı.

1453'te fetihten sonra lalenin yeni gözde mekânı İstanbul'du. İstanbul'un her tarafında padişahlar için düzenlenmiş hasbahçeler vardı. Avrupa'da bahçe nedir bilinmezken padişahlar göz alıcı hasbahçelerde devlet işlerinin yorgunluğunu üzerlerinden atarlardı.

Laleyi pişirip yediler
1562'de lale Avrupa topraklarına çok ilginç bir şekilde ayakbastı. İstanbul'dan kumaş getiren bir gemi Anvers limanına yanaştığında şehrin tüccarlarından birine gelen kumaş balyaları arasında lale soğanları da vardı. Anversli tüccar, kumaşların yanındaki lale soğanlarını Osmanlı soğanı zannetti. Soğanların çoğunu kızartıp, zeytinyağı ve sirke dökerek yedi. Kalanlarını da bahçesindeki lahana ve kabakların yanına ekti. 1563'te bahar geldiğinde bahçedeki sebzelerin arasında göz alıcı laleler fışkırmıştı. Lale'nin ilginç hikâyesi Mike Dash'ın Lale Çılgınlığı isimli kitabı ve Kültür A.Ş'nin hazırlattığı "Lale, Doğu'nun Işığı" isimli DVD'den teferruatlı olarak öğrenilebilir.
Laleyi Avusturya Elçisi Busbecq götürdü

Flaman kökenli Ogier Ghiselin de Busbecq, 1554-1555, 1555-1562 tarihlerinde Avusturya elçisi olarak Osmanlı ülkesinde bulundu. Viyana'ya dönerken yanında götürdüğü birçok bitkinin arasında lale soğanları da vardı. Busbecq, bu soğanları imparatorluk bahçeleri sorumlusu arkadaşı Carolus Clusius'e verip, Türkler'in yetiştirdiği laleleri ona anlattı. Clusius, Busbecq'in getirdiği soğanlarla Avusturya'da lale üretmeye başladı.

Clusius, Protestan'dı. Katolik baskısının artması üzerine 1593'te lale soğanlarını da yanına alarak Leiden'e gitti. Üniversitenin bahçesinde lale yetiştirdi. Bu dönemde Hollanda siyasi ve ekonomik olarak büyümekteydi. Doğu ticaretinden zenginleşen Hollandalılar lüks evlerini bahçelerle süslediler.

Lale çılgınlığı

17. yüzyılın ilk çeyreğinde Hollanda'yı lale çılgınlığı sardı. Nadir bulunan laleler inanılmaz fiyatlara satılıyordu. 1629'da bir lale Amsterdam'da bir malikânenin fiyatına 12 bin guldene satılınca herkesin gözü bu çiçeğe çevrildi. Fakir insanlar bile lale yetiştirmeye başladı. Yetiştirilen laleler satılınca, daha pahalı lale soğanlar alınıyor ve ticaret hayatın her tarafını sarıyordu.

1636 sonbaharında çılgınlık iyice hat safhaya vardı ve lale ticareti kumara dönüştü. Laleler, bar ve batakhanelerde kendisinin yerine kime ait olduğunu belirten kâğıtlarla alınıp satılıyor, bir lale bir günde 10 kez el değiştiriyordu. Bu yüzden sıradan laleler bile inanılmaz fiyatlara ulaştı. Laleler açtığında fiyatların inanılmaz yüksekliği yüzünden tüccarlarda laleyi alacak para yoktu. Hollandalılar, artık lale almak yerine satmaya başladılar. Fiyatlar bir haftada yüzde 95 düştü. Büyük paralar kazananların yanı sıra battıkları için Amsterdam kanallarına atlayarak intihar edenler bile oldu. 1637'de devlet bu duruma el koyarak yeni bir düzenleme yapıp, lale ticaretini daha küçük ölçekli ve kontrol edilebilir bir duruma getirdi.

Gül yapraklarının Hz. Muhammed'in terinden olduğuna inanırlar

Yıllar önce bir köşe yazarı, Fatih'in Hristiyan olduğunu iddia etmiş, buna delil olarak da minyatürlerinde İkinci Mehmed'in elinde gül olmasını göstermişti. Bizim köşe yazarlarımızın bir kısmı milletimizi tanımadıkları ve Müslümanlığı da bilmedikleri için gülün Peygamberimiz'in simgesi olduğundan da haberleri yoktur.

Avusturya Elçisi Busbecq, 16. yüzyılda Türkler'in gülde Hz. Muhammed'i gördüklerini şöyle anlatır: "Edirne'den geçerken nergis, sümbül ve lale gibi çiçekleri gördük. Bunların kış ortasında açmış olduğunu görmek bizi hayretler içinde bıraktı. Lalenin kokusu çok azdır ya da hiç yoktur. Fakat güzelliği ve renginin çeşitliliği insanı hayran bırakır. Türkler çiçeğe çok düşkündürler. Ayrıca gül yapraklarının da yere düşmesine hiç razı olmazlar. Bunların Hz. Muhammed'in terinden olduğuna inanırlar."

Türk mektupları

Kanunî Sultan Süleyman döneminde, 16. yüzyılın ortalarında Avusturya elçisi olarak İstanbul'a gelen Ogier Ghiselin de Busbecq, Flaman asıllı bir diplomattır. İstanbul'daki iki elçiliği 1562'ye kadar yaklaşık sekiz yıl sürdü. Busbecq, Alman İmparatorluğu ile Osmanlı Devleti arasındaki bozuk siyasî ilişkileri tekrar düzeltmek amacıyla gönderilmişti. Türkiye'ye geldiği sırada İran seferinde olan Kanunî ile görüşmek için Amasya'ya gitti. Hem bu seyahatinde, hem de İstanbul'da gördüklerini dostu Nikolaus Michault'ya yazdığı dört Latince mektupta anlattı. Sekiz yıl içinde, bir taraftan elçilik vazifesini yerine getirirken bir taraftan da bazı bitkilerle, eski sikke ve özellikle nadir 200'den fazla elyazması kitabı götürmüştü.

Busbecq, İstanbul'u, Türkler'in örf ve âdetlerini, Osmanlı devlet ve ordu düzenini, saray hakkında gördüklerini, duyduklarını mektuplarında anlatır. Özellikle Şehzade Mustafa'nın öldürülmesi ve Şehzade Bâyezid vak'ası hakkında geniş malumat verir.

Latince olarak yazdığı mektupları günümüze kadar başta İngilizce olmak üzere birçok Batı diline çevrilmiş, Türkçe'ye ilk tercümesi 1939'da Hüseyin Cahit Yalçın tarafından "Türk Mektupları" adıyla yapılmıştır.
Lale Devri

Hollanda'da 17. yüzyıl başlarında yaşanan lale çılgınlığı yaklaşık bir asır sonra İstanbul'da canlanıp, bir döneme adını verdi. 1703'te Osmanlı tahtına çıkan Üçüncü Ahmed tam bir lale tutkunuydu. Hükümdarlığı döneminde lale ön plana çıktı. 1718-1730 yılları arasına bu yüzden "Lale Devri" denildi.

Lale fiyatları arttı

Lale Devri'nde süslü bahçeler ön plana çıktı. Bu devirde bahçecilikle ilgili bilgiler bir sır gibi saklanırdı. Bu dönemde lale hakkında birçok kitap yazıldı. Şairler, yeni ortaya çıkan laleleri methettiler. Lale yetiştirme bir hastalık haline gelmişti. Laleye talebin aşırı artması fiyatları da yükseltti. Bunun üzerine devlet lalelerin türlerine göre fiyatlarını belirledi.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 22.06.2011)

Yeni Osmanlıcılık


Bazı ülkelerde Türkiye’nin abartılı şekilde “neo Osmanlı” diye tanımlanması anlaşılabilir ama imparatorluk hülyaları kurabilecek durumda değiliz.

Yeni Osmanlıcılık bir müddettir Türkiye dış siyaset değerlendirmelerinde, daha çok orta şekerli vatandaşın ruhunu okşayan bir kavram olarak geziniyor. Azınlıkta kalan ve tarihi radikal bir biçimde “laik ve cumhuriyetçi” olarak niteleyenler bu gibi eğilimlerden pek hazzetmezdi. Şimdi ise etnik milliyetçiler de bu gibi kavramlardan rahatsız olduklarını söylüyorlar. Ama şurası bir gerçek, yeni-Osmanlıcılık sözü bu çevrelerde dahi bir endişe ve heyecandan çok laklakiyat konusudur.

Türkiye halkı henüz yaşam standartları itibarıyla imparatorluk hülyası kurabilecek bir kitle değildir. Kaldı ki, bu gibi hülyaların karşısında engel teşkil edenler bazılarının zannettiği gibi alışılmış klasik sol ve laik çevrelere girenler değildir çünkü muhafazakâr çevreler imparatorluk hülyası kuranların gereksinim duyacağı kurumları herkesten daha süratle yıpratmaktadırlar. Üstelik Türkiye coğrafyası şu anda tarihte en çok tartışıldığı bir döneme girmiştir. Tartışmayı yapan grupların, kavramları ne kadar bilinçle ve hatta samimiyetle ele aldıkları malum değildir.

Fakat Yeni Osmanlıcılık kavramı Batı Avrupa’nın basın çevrelerinde sık sık ele alınmaktadır. Hiç şüphesiz ki büyüyen Türkiye’nin büyümeyen yönleri ve sıkıntıları, dışarıdan bakanlara içindekiler kadar açık değildir. Bugünün Türkiye’sini değerlendiren yabancı uzmanlar 19’uncu asır uzmanları gibi değildir. İçlerinde Alman Karl Krüger yoktur, Avusturyalı askeri ateşe von Pomiakowski yoktur, başkonsolos August von Kral yoktur. Sonraların büyük tarihçisi Arnold Toynbee ve hatta zamanımızın Britanyalı gazeteci tarihçisi David Bartchard müteveffa Jan Pier Tec gibileri de bulunmaz. Maalesef beynelmilel medya bazı arkadaşlardan aldığı bilgilere dayanmaktadır.

Sert etnik yapılanmalarYeni Osmanlıcılık safdil bir milliyetçiliğin değil, tahakküm kurmak isteyen dar bir muhalefetin kullandığı mızmız bir ifadedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun eski topraklarının böyle bir gelişimi kaldırması mümkün değildir. Bir kere “maşrık” dediğimiz doğu Akdeniz’deki Arap âlemi ve İsrail’in konumu, çatışmaların buzdolabına girip dondurulacağı bir yapıda değildir. Gelecekte Arap alemi ve İsrail arasında ancak yorgunluktan ileri gelen bir uzlaşma dönemi söz konusu olabilir.

Balkanlar ise II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Soğuk Savaş döneminde buzdolabına konmuştur. Kutuplaşan dünyanın yarattığı sözde dinginlik bugün çözülmüştür. Gerçi Arap Ortadoğu’sunun ve İsrail’in aksine nüfusu ihtiyarlayan, iktisaden üretim ve tüketim eğrileri düşüş gösteren bu dünyanın aynı şiddette ve kronik bir çatışma ortamına girmesi beklenemez. Ama değil sözde dirilecek Osmanlı, hiçbir kuvvet Balkanları bir iktisadi, siyasi ve askeri çatı altında monolit güçlünün nüfuz alanına çeviremez. Yunanistan’ın içine düştüğü iktisadi kriz geçici değildir. Hele temelden çözümlenebilir gibi hiç değildir ve durumun bir göstergesi olmalıdır.

Arap Ortadoğu’su birincisinden çok farklı bir yapıdadır. Nüfus gençtir ama öbürü ile karşılaştırılamayacak derecede eğitimsizdir. Etnik yapılanmalar çok serttir. Bu ülkelerin aydın sınıfları Balkanlardakinden daha renklidir ama kurumsal etkileri çok zayıftır. Yanı başlarındaki İsrail ile mukayese edilemeyecek bir nitelikli çalışan grup, açık toplum kurumlaşması, hukuki yapılanma farkı içerisindedirler. Üstelik İsrail üretir, Arap Ortadoğu’su üretemeyen bir dünyadır; sorunlar bundan ileri gelir.

Olaylı bir dünyada yaşıyoruz
Türkiye olaylı bir dünyada yaşıyor. Güney sınırlarımızda kısa bir süre önce Saddam rejimi Kürtleri katletti, binlercesi bize sığındı. İranlı göçmenlerin buraya sığınması gerekiyor. Şimdi ise iyi ilişkiler kurmak için gayret ettiğimiz ve hatta müşterek iktisadi projeler üretmeye başladığımız Suriye halkı bir felaket yaşıyor, bütün bunlar şimdilik bir göçmen dalgası getiriyor. Gelecekte bir zaaf anında nasıl müdahalelerin geleceği de bilinemez.

Üreten, yapısı değişen ve demokratik açılımları bazı iddiaların aksine sadece son sekiz yılla sınırlı olmayan Türkiye’nin hem siyasi konumu hem de yerküreye açılan iktisadi yatırımlarının yeryüzünde bazı noktalarda “neo Osmanlıcılık” olarak abartılması anlaşılır. Ama galiba böyle bir geleceği program olarak benimseyen grupların dahi mevcudiyetinden söz edilemez. Türkiye’nin kendini eriten bazı sorunları var. Bu sorunları, imparatorluğumuzu dağıtan 19’uncu asır ulusalcı akımlarıyla da kaba bir şekilde mukayese edemeyiz.

Panzehir Niall Ferguson
Batı Avrupa ve özellikle Britanya düşüncesinde Osmanlı gücünün Ortadoğu dünyasında bir üstünlük sahibi olduğu sıkça tekrarlandı. 1962’de ortalığı sarsan “Arabistanlı Lawrence” filmi çarpıcı ve üstelik de yer yer Arapları küçültücü bir biçimde emperyal bir kuvvet olarak Türk imparatorluğunun çöküş ve çekilişini anlatır. Bence yönetmen David Lean filminde bizdeki bazı çevrelerin düşündüğünün aksine Türkü değil Arabı küçümsüyordu. Britanya tarihçilerinin en seçkinleri Marksist ve sosyalisttir. Rodney Hilton ve Eric Hobsbawm gibi anıtsal adamlarla bugün aykırı duran ama hiç de küçümseyemeyeceğimiz tarihçiler adeta panzehir olarak ortaya çıkmıştır. Niall Ferguson bunların başında geliyor. İngiltere’nin seçkin kurumlarında okumuş bu tarihçi okuldan beri Thatcher’cı ve muhafazakâr tutumlu gruplar içindedir. Yeni muhafazakâr tarihçi ve Osmanlı imparatorluk sistemini beynelmilel bir muhafazakârlığın parçası olarak düşünüyor. İncelenmesi ve bilinmesi gerekli ama tatbik ve hayali lüzumsuz ve imkansız.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 26.06.2011)

16 Haziran 2011 Perşembe

Çay, II.Abdülhamid zamanında Türkiye'ye gelmişti


Sayın Kılıçdaroğlu çayı Rize'ye İsmet İnönü'nün getirdiğini iddia etti. Ancak çay Türkiye'ye İkinci Abdülhamid zamanında İsmet Paşa hayata gözlerini açmadan önce gelmişti.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Rize mitinginde "Rusya'dan şemsiyesinin içinde çayı getiren rahmetli İsmet İnönü'dür" dedi. Bu ifade tartışma başlattı. Ancak bu meselenin tartışılacak bir yanı yoktur. Çay İsmet Paşa'nın doğumundan önce Türkiye'ye gelmiştir.

Doç. Dr. Kemalettin Kuzucu
çayın Türkiye'ye girişi üzerine arşivlere dayalı yaptığı araştırmalarıyla bu konuyu aydınlatmış ve Türkiye'de çayın tarihiyle ilgili bilinenleri değiştirmiştir. Kuzucu'nun araştırmalarından çayın Türkiye'ye geliş hikâyesini naklediyoruz.

İlk çayımız Artvin'de yetiştirildi

Osmanlı döneminde 16. yüzyıldan itibaren çay yaprağına rastlanıyor. Ancak çay bu dönemlerde çok az kişi tarafından ve ıtriyat olarak kullanılmıştı. 1839'da Tanzimat'ın ilanından sonra başlayan dönemde çay yavaş yavaş kahvaltılarda boy gösterdi. Çay tarımı ise Sultan İkinci Abdülhamid döneminde başladı.

Her alanda modernleşmenin başladığı İkinci Abdülhamid döneminde tarımda da Avrupai tarza geçilmeye çalışılmıştı. Bir taraftan asırlardır ekilen ürünlerin rekoltesi artırılmaya çalışıldı. Diğer taraftan ise Osmanlı topraklarında bulunmayan ürünler yetiştirilmeye çalışıldı. Çay da bu ürünlerden biriydi. Uzakdoğu'dan ithal edilen çay tohum ve fidanları İstanbul, Bursa ve Selanik gibi yerlerde tarlalara ekilerek yetiştirilmeye çalışıldı.

Türkiye'de çay ilk defa çiftçiler tarafından 1870'lerin sonlarında Artvin bölgesinde yetiştirildi. Kemalettin Kuzucu'nun araştırmalarına göre 1878'de, Hopa'da ve Arhavi'de çay ekimi başarılı olmuştu. Çalışmak için Rusya'ya giden yöre erkekleri, oradan getirdikleri çay fidanlarını evlerinin bahçelerine ekmeleri sonucu çay Türkiye'ye girmişti.

Çay kısa bir süre sonra kazanç kapısı haline gelince, devlet çaya vergi koydu. Çiftçilerin bu durumdan şikâyetçi olmaları üzerine Trabzon Valisi Yusuf Ziya Paşa vergi koymak yerine çay üretiminin teşvik edilmesi gerektiğini hükümete bildirdi. Valinin bu müracaatı üzerine vergiler kaldırıldı.

Çay ekmediğimiz yer kalmadı

Doğu Karadeniz'de bu gelişmeler yaşanırken Osmanlı yönetimi Uzakdoğu'dan çay tohum ve fidanı ithal edip, çay ekimini geliştirmeye çalıştı. 1880'li yılların sonunda Bursa Valisi İsmail Hakkı Paşa zamanında Japonya'dan getirtilen çay fidanları Bursa'da dikildi. Ancak Bursa ikliminin çay ziraatına elverişli olmaması yüzünden netice alınamadı.

1894'te İstanbul'da çay yetiştirilmeye çalışıldı. Bu teşebbüs de neticesiz kaldı. Bu teşebbüslerin neticesiz kalması üzerine Osmanlı yönetimi vilayetlere ziraat müfettişleri göndererek arazi yapısı ve iklim özelliklerinin incelenmesini istedi.
Hazırlanan raporlar incelendikten sonra İkinci Abdülhamid'in emriyle 1894'te çay ekimi için yeniden teşebbüse geçildi. Japonya'ya çay fidan ve tohumları sipariş edildi. Türkiye'de yetiştirilen çaylar inceletildi.


Çayın ekimi ve bakımı için bir talimat hazırlandı. Ardından imparatorluğun dört bir tarafında çay yetiştirilmesi için faaliyete geçildi. Erzurum, Sivas, Ankara, Bursa, Aydın, Adana, Halep ve Suriye'nin değişik bölgeleri ve İstanbul'da çay ekimine başlandı. Ancak bu teşebbüs çay ekimi için seçilen şehirlerin ikliminin elverişsizliğinden dolayı bir netice vermedi. İşin ilginç tarafı Doğu Karadeniz'de çay yetiştiği bilinmesine rağmen bölgede üretimin artırılması yoluna gidilmemesiydi.

İkinci Abdülhamid çayın üretimine önem verip, konuyla ilgili her türlü gelişmeyi yakından takip etti. 1896'da Buharalı Yusuf Trabzon'da yetişen çay yapraklarını henüz genç filizler halinde iken ağaçtan toplayarak işlemiş ve beyaz çay elde etmişti. Padişaha bir paket çay hediye etti. Bundan memnun olan İkinci Abdülhamid, Trabzon ve çevresinde çay ekimini inceletti. Çay ve kahve ziraatı hakkında bir kitap yazan Hollandalı Hobbis'i de saraya çağırıp, ödüllendirmişti.
Kahvenin Türkiye'deki macerası

Kahve ilk olarak Habeşistan'da ortaya çıktı. Başlangıçta içecek olarak değil, yiyecek olarak kullanılıyordu. 15. yüzyılda Yemen'e geldi. 16. yüzyılın başlarında Arabistan Yarımadası'nda ve Mısır'da tanındı. Kahve Müslüman toplumlarda kahvehane isimli yeni bir toplanma mekânını da ortaya çıkardı. İlk kahvehane 1511'de Mekke'de bir caminin yanında kuruldu.

İstanbul'a 16. yüzyılın ortalarında gelen kahve de kısa sürede benimsendi ve İstanbul'da birçok kahvehane açıldı. İstanbul'da tüketilen kahve Mısır üzerinden Yemen'den geliyordu. Kahvenin yoğun ilgi görmesi ticaretini de cazip kılıyordu. Bir süre sonra İstanbul'da 100 kadar kahve toptancısı 55 civarında dükkânda satış yapar hale geldi.

17. yüzyılın başlarında kahve Avrupa'da tanınmaya başladı. Kahve Avrupa'da ilk olarak Venedik'te tanındı. İkinci Viyana kuşatmasından sonra önce Viyana'da Mavi Şişe isimli kahvehane açıldı. Ardından bütün Avrupa'da kahvehaneler açılmaya başlandı. Kahve Avrupa'da Türk kahvesi adıyla tanındı.

Rize'ye çayı 1912'de Hulusi Karadeniz getirdi

Rize'ye çayı getiren kişi 1910'larda Rize Ziraat Odası reisliğini yürüten Hulusi Karadeniz'dir. Hulusi Bey, Rusya'nın işgali altında olan Batum ile Rize'nin iklim şartlarının benzediğinden hareket ederek, 1912'de oradan Rize'ye tohum getirdi. Bahçesine ektiği çay tohumları kısa bir süre sonra netice verdi ve çay filizleri yükseldi. Ancak Birinci Dünya Savaşı'nın çıkması ve Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa girmesi çay tarımı teşebbüsünü akim bıraktı. Rize'nin Ruslar tarafından işgali üzerine Hulusi Bey göç etti. Rize'nin işgalden kurtulmasından bir süre sonra 1919'da Rize'ye geri döndüğünde çay meselesine tekrar el attı.

Cumhuriyetten sonra Karadeniz soyadını alan Hulusi Bey, çay ile ilgili tecrübelerini Dışişleri Bakanlığı'na ve Halkalı Ziraat Mektebi hocalarından Ali Rıza Bey'e (Erten) bildirdi. Ali Rıza Bey çay konusunda inceleme yaptı ve bu konuda raporlar hazırladı. Hulusi Karadeniz ve Ali Rıza Erten'in gayretleri modern çaycılığın kurucusu Zihni Derin ile cumhuriyet hükümetinin çay politikasının ilham kaynağı oldu.

İmparatorun fincanı

Çayın bulunuşunun ilginç bir hikâyesi vardır. Milattan Önce 2737'de Çin İmparatoru Shen Nung, sarayının bahçesinde su içerken, iki yeşil yaprak imparatorun fincanının içine düştü. Suyun tadının değişmesi üzerine bu durum araştırıldı ve çay vazgeçemediğimiz bir içecek oldu.

Çinliler'den sonra Japonlar

Çinliler'den sonra 9. yüzyılda Japonlar çay yetiştirdi. 1800'lü yıllarda Hollandalılar'ın sömürgeleştirdiği Cava adası ile İngilizler'in sömürgesi Kuzey Hindistan'da çay ekimine başlandı. Seylan'da 1870'de Batum'da ise 1897'de çay yetiştirildi.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 01.06.2011)

Kâzım Karabekir'in Gözüyle Yakın Tarihimiz


Milli Mücadele’yi başlatıp sonuca ulaştıran paşalar Cumhuriyetin ilanından sonra neden tasfiye edildiler?
Cumhuriyet’in ilanına meclisteki milletvekillerinin yarısı neden katılmamıştı?
Cumhuriyet’in ilk muhalefet partisi kim tarafından kuruldu ve nasıl kapatıldı?
Halkın ve ordunun çok sevdiği Kazım Karabekir Paşa neden ve nasıl önemsizleştirildi?
Kazım Karabekir Paşa İstiklal mahkemelerinde idamla neden yargılandı; davası beraatle neden sonuçlandı?
1926’dan 1939’a kadar ev hapsinde neden tutuldu?
İstiklal Harbimizin Esasları adlı kitabı baskıya girdiği anda toplatılarak neden yakıldı?


Mustafa Kemal Paşa Milli Mücadele öncesi hangi düşüncelere sahipti?
Kazım Karabekir mücadele için kendisini nasıl ikna etti?
İsmet Paşa Milli Mücadeleye neden karşıydı?
Kazım Karabekir’in Milli Mücadele planı uygulansaydı Cumhuriyet’in ilanı 1 yıl önce mi olacaktı?
Atatürk Cumhuriyet’in ilanından sonra Kazım Karabekir’i neden yıllarca ev hapsinde tutturdu?

İsmet Paşa Suriye'den kimin atıyla kaçmıştı?


Geçenlerde gençleri, 27 Mayıs'ın bir zamanlar bayram ve tatil günü olduğuna inandırmakta epey zorlandım. Nasıl yani? diyorlardı saf saf (ah bu gençlerin saflığı!).

Darbe ve bayram, öyle mi? Öyle, hem de caddelerde rap rap askerler yürürdü. Acıyarak baktıklarını hissettim. Galiba ilk defa Ahmet Haşim'in "Melâli anlamayan nesle aşina değiliz" yakınışı boşlukta yüzüyordu. Bu nesil hakikaten "melali" anlamıyor. Hem "melal" kelimesini bilmiyor, hem de bizim gibi "melalleri" yaşamamış.

Zaten yaşamasın da. Yalnız bu günlere nasıl geldiğimizi iyi öğrensin. Bu günlerin kıymetini bilmek için kayıp yılları tarihin aynasında seyretmeleri şart.

Ancak aynamızı puslandıranlar var, bunları tanımaları gerekiyor. Adam kalkıyor, Hasan Tahsin'den kahraman inşa ediyor. Nasıl oluyor da iri kıyım bir "Türk Devrim Tarihi" kitabının 80. sayfasında "Hukuk-ı Beşer" gazetesinin "sahibi" (ki sahibi değil, başyazarıdır) Hasan Tahsin adlı "yurtsever"in Yunanlılara ateş açtığı yazılırken, 81. sayfasında aynı gazeteyi çıkaran Sulh ve Selamet Cephesi'nin "bölücü" olduğundan söz edilebiliyor?

İnkılap ya da Devrim tarihlerimiz maalesef akıldan yoksun bir üslupla yazılmakta.

Örnekler çok. Mesela 1918 Filistin-Suriye bozgunumuz. Resmi tarihin avukatları Filistin cephesinden çekilen kuvvetler içinde Mersinli Cemal Paşa'nın başında olduğu 4. ve Cevad Çobanlı Paşa'nın komutasındaki 8. orduların hatalarına çok sık değinirler; gelgelelim Mustafa Kemal Paşa'nın komutasındaki 7. Ordu'nun İngilizlerce imha edildiğini yazmazlar. Acar bir Kemalist, 1204 sayfalık bir "Gazi" kitabı yazıyor ama nedense 7. Ordu bozgununu atlıyor (Dersim'i atladığı gibi). Sadece başarılı olduğu yerleri yaz, başarısızlığa tahammül edeme, buna da tarih de.

Öbür tarafta General Allenby 7. ve 8. orduların çekilme yollarını süvari birlikleriyle tıkayarak her iki orduyu da büyük ölçüde imha veya esir ettiğini (ki bunu, Gen. Fahri Belen "20. Yüzyılda Osmanlı Devleti" adlı kitabında nasılsa itiraf etmiştir) savaş raporuna yazmıştır. İşte 19-20 Eylül günleri için yazdıkları:

"36 saat zarfında 8. Ordu'nun büyük kısmı mağlup edildi. 7. Ordu kıtaları da Samariye tepelerinden geri çekilmeye zorlandı. Piyadelerimiz geri çekilen düşmanı süratle takip ederek süvari kıtalarımızın arasına sürdü. Bunun sonucunda 7. ve 8. Türk orduları bütün silah ve malzemeleriyle elimize düştü."

Allenby 24 Eylül'de kalan son birliklerin de esir alınarak her iki ordunun varlığına son verildiğini yazıyor. Toplam 57 bin esir alınmış, bunların 5.500'ü subaymış. Raporda 360 top ve üç Türk ordusunun (4., 7. ve 8. orduların) silah ve malzemelerinin ele geçirildiği de belirtiliyor.

Suskunluğun sebebini anladınız mı?

Amcası Vacid Asena I. Dünya Savaşı'nda İnönü'nün emir subayı olarak görev yapan Duygu Asena'nın vaktiyle şu yazdıkları da çok ilginçtir:

"Suriye cephesinde İnönü'nün atı vuruluyor ve esir düşme tehlikesi doğuyor. Onun üzerine İsmet İnönü, amcamın atına binerek kaçmayı başarıyor. Ama atsız kalan amcam esir düşüyor, acı günler yaşıyor." (Milliyet, 10 Nisan 1993).

Vay efendim, İnönü kaçar mıymış? Bu yazı üzerine kızılca kıyamet kopmuş, merhume Asena neredeyse lince maruz kalmıştı. İnönü'nün Biruseba savaşında sorumluluk almayarak nasıl feci hatalar yaptığını, bu yüzden General Von Kress tarafından suçlanıp Genelkurmay'a şikayet edildiğini ve kendini savunduğunu günün birinde yazarım inşallah.


(Sultan Abdülaziz'i 30 Mayıs'ta tahttan indirildikten sonra iki hizmetkârının arasında gösteren bu fotoğrafı,
ölümünden önceki son görüntüsüdür. Gözlerindeki dehşet ifadesi fark edilmeyecek gibi değil.)
Gördüğünüz gibi Cihan Harbi'ndeki hezimetlerin hesabı henüz sorulmamıştır. Tarihî gerçeklerin üzeri kapatılarak, belgeler karartılarak sil baştan bir tarih uydurulmuştur. Sonradan siyaset sahnesine egemen olanlar, tarih kitaplarını kendilerini merkeze koyarak yeniden yazdırdıkları için yakın tarihimizin altüst olduğunu, at izinin it izine karıştığını bilmeden mesafe almamız mümkün değil.
Bizim "melal"imiz bundandır sevgili gençler. 27 Mayıs yerine 30 Mayıs'ın "darbecileri lanetleme bayramı" ilan edilmesini ve 4 Haziran'ın da bir Osmanlı padişahının, Abdülaziz'in kanlı sonunu hatırlatan gün olarak Zorlu, Polatkan ve Menderes'in idam fotoğraflarının sergilendiği gün olmasını istememizin esas sebebi de budur.

Bundan 135 yıl önce, 30 Mayıs 1876'da Abdülaziz'e karşı başlayan uğursuz darbecilik geleneği, Ayışığı'ydı, Balyoz'du, şuydu buydu derken neyse ki, ensemizi sıyırarak geçti ve günümüzde sönmeye yüz tutmuş durumda. Bunda 27 Nisan Muhtırası'na karşı dik bir duruş sergilenmesinin büyük payı olduğu kuşkusuz ama yetmez. Bu duruş devam etmeli. Ta ki, sivil bir demokrasinin, insan haklarının, özgürlüklerin önünü kapatacak gelişmelere son verecek bir anayasal mekanizma ve toplumsal direnç oluşturulabilsin.

Baksanıza, 1 Haziran 2011 günkü "Aydınlık" gazetesinde Yalçın Küçük, Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner'in 19 Mayıs'ta fakir gibi alternatif tarih yazarlarına verdiği "muhtıra"nın yeni bir 27 Mayıs olduğunu iddia edebiliyor. Küçük, "Işık Paşa Hazretlerinin mühim 19 Mayıs Harbiye Nutku ile Deniz Tatbikatına İnen Balyozu biliyoruz" diye el çırpıyor ve "Başta Işık Paşa hazretleri, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 27 Mayıs'ını tebrik ediyorum. İyi olmuştur ve devrim'dir ve bayram'dır. Silivri'de zinde İttihat ve Terakki yelleri var." diye ekliyordu.

Şifreler yerli yerinde: İttihat ve Terakki, 27 Mayıs, TSK, zinde güçler, Balyoz, Harbiye Nutku vs. Unutmuyorlar ve unutturmuyorlar velhasıl.

Fakat şunu da sormadan edemiyor insan: Org. Koşaner acaba kitaplarını okursa Yalçın Küçük'ün yüzü kızaracak mıdır? Sadece birkaç cümlesini yazmama izin verin:

"Kemal Paşa Tarihi, tutarlığını ölümle sağlayan bir yazımdır./ Kemal bir abartma ve Kemalizm bir yabancılaşmadır./ Kemal, kendine güveni olmayan bir kişiliğe sahip görünüyor. / Annesini sevmediği izlenimini veren işaretler var. / Kemal askerler arasında pek az İngiliz yanlısından birisidir. / Kemal ancak güçlü olduğuna kesinkes inandığı zamanda hücuma geçebilen ve acımasız olabilendir." ("Türkiye Üzerine Tezler", c. 5, 1992, s. 15-655.)

Atatürk'e 'abartma kahraman' diyenleri baş tacı edenler iyi düşünsünler derim. Bir de kimse hafızamızla alay etmeye kalkmasın. Artık yutmuyoruz.

Mustafa Armağan
(Zaman, 05.06.2011)

Vaka-i Hayriye (15 Haziran 1826)


(IV. Murat'ın yeniçerileri)

Vaka-i HayriyeYeniçeri Ocağı'nın kaldırılması hâdisesi için kullanılan tabir.

Yeniçeri Ocağı'nın, kuruluş yılları sonrasında, Osmanlı Devleti'nin Yükselme Devrinde seferde ve hazarda pek çok hizmetleri görüldü. Büyük zaferlerin kazanılmasında hizmeti geçti. Fakat, hizmeti devamlılık arz etmedi. On beşinci yüzyılda Fatih’e itaatsizlikleriyle başlayan disiplin bozukluğu 16. yüzyılda daha açık görüldü. Sultan Üçüncü Murad Han (1574-1595) zamanında genel olarak bozulmaya başladı. Devşirme Kanunu bütünüyle tatbik edilmeyince, Yeniçerilerle hiç alâkası olmayanlar, Ocağa kaydedilmeye başlandı. Disiplin bozuldu. Hâdise çıkarma âdet hâline geldi. Seferden kaçma, muharebeye katılmama, kumandanları, devlet adamlarını ve hattâ sultanı dahi azl, katl etmek fiillerinde bulundular. Islah teşebbüsleri kâr etmediği gibi, bunu kabul de etmiyorlardı. Tâlime yanaşmadıklarından devrin silahlarını kullanmıyor, muharebe taktiklerini kabul etmiyorlardı. Zamanla aslî vazifelerinden tamamen uzaklaştılar. Esnaflık ve ticaretle meşgul olmaya başladılar. Osmanlının yüzyıllarca üç kıtada hâkim kılmaya çalıştığı İslâm ahlâkını terk ettiler. Kadın ve erkeklere sarkıntılık, birbirleriyle kavga, odaları arasında mücadele, tüccar, esnaf ve diğer çalışanları haraca bağlama veya kazançlarına ortak olma, tüccar gemilerine balta asma gibi kanunsuz hareketler önü alınmaz hâle geldi. Harpten kaçma, ağalarını öldürme, reâyaya her türlü zulüm ve işkence gibi zorbalıkları da, ahâlinin Yeniçeriler aleyhine dönmesine sebep oldu.

Yeniçerilerin katlettiği büyük ıslahatçı Sultan Üçüncü Selim Han'ın şehadeti günü, 28 Temmuz 1808 tarihinde, padişah olan Sultan İkinci Mahmud Han, Yeniçeri Ocağı kalkmadıkça zamanın ihtiyaçlarına uygun askerî teşkilâtın ve diğer ıslahatların yapılamayacağını açıkça görmüştü. Yeniçeri Ocağı mensuplarını şüphelendirmeden uzun vadeli plânlar yaptı. Güvenilir adamlarını devlet ve askerî teşkilât kadrolarına tayin etti. Benderli Mehmed Selim Sırrı Paşa'yı sadrâzamlığa, Kadızâde Tâhir Efendi'yi Meşihat makamına getirdi. Sultan Mahmud Han'ın, âlimlere hürmet ve iltifatları bunların da halîfenin safında yer almasına sebep oldu. Topçu Ocağı mensuplarına rütbe verip, kıymetlendirdi; onlarla gizli müzakerelerde bulunup, bazı tedbirler aldı. Sultanın emri üzerine, yüksek devlet memurları uzun süren müzakereler sonunda muntazam ordu teşkiline karar verdiler. Eski Yeniçeri ağalarından Boğazlar Muhâfızı Ağa Hüseyin Paşa'nın teklifiyle, isteyen Yeniçerilerin de girebileceği “Eşkinci” adıyla bir teşkilât kuruldu. Yeniçeri Ağası Celâleddîn Ağa vasıtasıyla, Kul Kethüdâsı Hasan ve Ocağın ileri gelenlerine rütbe ve diğer makamlar verilmesi vaadiyle tasvipleri alındı. Şeyhülislâm Kadızâde Mehmed Tâhir Efendinin konağında, 25 Mayıs 1826 tarihinde; Sadrâzam Mehmed Selim Paşa, Rumeli Kazaskeri, İstanbul Müftüsü, Sadâret Kethüdâsı, Defterdar, Darphâne Nâzırı, Tophâne Nâzırı, Yeniçeri Ağası ve Ocağın ileri gelenleri toplandı. Yüksek devlet ricâli ve âlimlerin katıldığı bu toplantıda, devletin iç ve dış durumu müzakere edildi. Burada talimli asker yetiştirilmesi hususunda ittifakla fikir birliğine varıldı. Âlimler, harp talimi yapılmasının gerekli olduğuna dair fetva verdiler. Toplantıdan sonra, vezirler, âlimler ve ocağın ileri gelenleri, Ağa Kapısında toplanarak verilen kararlar gereğince çalışacağını belirten senet imzaladılar. Eşkinci Lâyihası denilen bu senede göre; İstanbul’da bulunan elli bir Yeniçeri Ortasından her biri asker olmaya müsait yüz elli kişi çıkaracak, Eşkinci Sınıfının her odasında, Yeniçeri Odasındaki kadar subay bulunacak, yani, birer tane Çorbacı, Odabaşı, Vekilharç, Bayraktar, Usta Başkarakullukçu, Saka bulunacaktı. Subaylar, tayinlerinde Yeniçeri Ağasına câize vermeyeceklerdir. Yeniçeri Ağası, vazifesine başlarken, sadrâzama hiçbir para vermeyecekti. Eşkincilerin eğitimlerine itina edilecekti. Talim, subayların nezaretinde Etmeydanı’nda, atış Kâğıthâne yahut Davutpaşa’da yapılacaktı. Eşkinci nezaretine, Matbah ve Gümrük Emini Hacı Sâib Efendi tayin edildi.

Eşkinci Lâyihasının yayınlanmasıyla, Yeniçerilerin taahhüdü altında, projenin tatbikatına başlandı. Eşkinci Ocağına birkaç gün içinde beş yüz kişi müracaat etti. Eşkincilere üniforma ve silâhları dağıtılıp, 11 Haziran 1826 tarihinde Etmeydanı’nda talim başladı. Fakat, padişah ve devlet ricâli, Yeniçerilerden emin olmadıklarından ihtiyatî tedbir aldılar. Topçu, Humbaracı, Lâğımcı ve Tersane Ocaklarının ileri gelenleri hükümet safına alındı. Boğaziçi’nin Rumeli Sâhil Muhâfızı Ağa Hüseyin Paşa ve Anadolu Sâhil Muhâfızı İzzet Mehmed Paşa'nın maiyetlerindeki üç bin kadar sekban askeri, lüzumunda derhal müdahale için hazır kuvvet olarak ayrıldı. Devlet ricâli, her ihtimale karşı Boğaziçi’ndeki yalılara çekildi.

Yeniçeriler, Eşkinci Ocağının talime başladığı gün, aleyhte propagandaya başladılar. Yeniçeri Ocağının kaldırılacağı etrafa yayıldı. Yeniçeriler, Eşkinci Ocağını istikballeri için zararlı görerek, isyan bayrağını açtılar. 15 Haziran 1826 tarihinde kazanları alıp, Etmeydanı’nda toplandılar. Âsiler, etrafa tellâllarını gönderip, “Sadrâzamın, Yeniçeri Ağasının, Ağa Hüseyin Paşanın öldürüldüğünü” ilan ederek, halka “Etmeydanı’nda toplanma” daveti yaptılar. Serseriler, Yeniçeri menfaatkârları, davete katıldılar. Yağma, soygun, halka tecavüz, anarşi başladı. Harp talimine fetva veren âlimler hakarete uğrayıp, tehdit edildi.

Yeniçerilerin isyanı üzerine Sadrâzam, Şeyhülislâm ve diğer devlet adamları, Topkapı Sarayı'na gittiler. Sadrâzam, Topçu, Humbaracı, Top Arabacı, Tersâne Ocaklarına, Şeyhülislâm ise müderrislere, şeyhlere ve talebelere, saraya gelmeleri için haber gönderdi. Sultan Mahmud Han da, Beşiktaş Sarayından Topkapı Sarayına geldi. Padişah, önce Sadrâzam ile Şeyhülislâmı, sonra da devlet ricâli ve âlimleri kabul etti. Onlara, Yeniçerilerin dayanılmaz hâle gelen isyan hareketlerinden bahsetti. İsyanın dinî hükmünü sorunca âlimler, isyancıların katlinin meşrûluğuna cevaz (izin) verdiler. Sultanahmed Camii harekât üssü kabul edildi. Sancak-ı şerîf çıkarıldı. Müslümanlar Sancak-ı şerîf altında Sultanahmed Camiinde toplandılar. Sancak-ı şerîf, tekbirlerle minbere dikildi. Silâhsızlara içcebehâne açılarak, silâh dağıtıldı. Âsiler, Sancak-ı şerîf altında toplanılmasını engellemek için, Sultanahmed ve Beyazıt meydanlarında cana tecavüz ederek, terör havası estirdilerse de muvaffak olamadılar. Âsiler, Divanyolu ile Beyazıt çevresini, Uzunçarşı ile o tarafın yollarını tutmuşlardı. Devlete sadık kuvvetlerin kumandanlarından Ağa Hüseyin Paşa, Topçu askeriyle Divanyolu’ndan, İzzet Mehmed Paşa, Humbaracı, Lâğımcı, Tersâne askerleriyle Saraçhâne tarafından, Etmeydanı istikametine hareket ettiler. Silâhlandırılmış ahaliyse askerin gerisinden geliyordu. Âsiler, tahminlerinin üstünde mukavemetle karşılaşınca geri çekildiler. Ağa Hüseyin Paşa kuvvetleri, Horhor Çeşmesi yakınlarında âsi müdâfîlerin mukavemetiyle karşılaştı. Topçu Yüzbaşı İbrahim Ağa'nın gayretiyle mukavemet kırıldı. Âsiler devamlı gerileyip, Etmeydanı’nda Yeni Odalar denilen Yeniçeri kışlalarına çekildiler. Âsilerin kışlası çembere alındı. İbrahim Ağa, topçu ateşiyle, kışla kapısını tahrip etti. Topçu İmamı Hacı Hafız Ahmed Efendi önde olmak üzere askerlerle kışlaya girdi.

Kışla yakıldı. Şiddetli bir taarruzla âsilerin çoğu kılıçtan geçirildi. Kaçıp da yakalananlar idam edildi. Yeni Odalardan sonra Eski Odalar denilen kışlaya kaçanlar da yakalandı. Kaçaklardan yakalananlar idam edildi. Serseriler ve zararlı fiillerde bulunan şahıslar, İstanbul’dan uzaklaştırıldı. İsyanın bastırılmasıyla Sadrâzam ve Şeyhülislâm, Sancak-ı şerîfi Sultanahmed Camiinden alarak tekbir ve tehlîl ile Topkapı Sarayına getirdiler. Sultan Mahmud Han, Sancak-ı şerîfi karşıladı. Sancak-ı şerîfi Bâbüssaâde çatısı altında kurulan taht yerine dikti. Muhteşem merasim yapıldı. Sancak-ı şerîf yerine konduktan sonra, Sultan Mahmud Han, harekâtı muvaffakiyete götürenlere, merasime katılanların huzurunda teşekkür etti. Devlet ricâli, meseleleri görüşmek üzere sarayda kalıp, diğerleri dağıldı.

Yeniçeri Ocağının imha edildiği 15 Haziran 1826 tarihine Osmanlılar ve tarihçiler “Vak’a-i Hayriyye” (hayırlı vaka) dediler. Yeniçerilerin imha edilişi, her tarafta sevinçle karşılandı. Yeniçeri Ocağı, resmen, 17 Haziran 1826 tarihinde kaldırıldı. Sultan Mahmud Han, bir Hatt-ı Hümâyun yayınlayarak, Yeniçerilerin devlet ve millete yaptıkları kötülükleri saydı ve ocağın kaldırıldığını belirtti. Sadrâzam, valilere özel talimat göndererek, vilâyetlerdeki Yeniçeri Ocaklarının söndürülmesini istedi. Yeniçeri Ocağı kurulurken dua eden Hacı Bektaş-ı Velî hazretlerinin yolundan ayrılan sapık Hurufîlerin tekkeleri kapatıldı; Hurufî babaları sürüldü.

Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla, “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adıyla devrin usulüne göre yeni bir ordu teşkilâtı kuruldu. Seraskerliğine Ağa Hüseyin Paşa tayin edildi. Osmanlı şairleri geleneğe uyarak Vak’a-i Hayriyye için tarih düşürdüler. En meşhuru Keçecizâde İzzet Molla’nın şu mısralarıdır:

“Tecemmü' eyledi meydân-ı lahme,
İdüb küfrân-ı ni’met nice bâğî,
Koyup kaldırmada ikide birde,
Kazan devrildi söndürdü ocağı.”

5 Haziran 2011 Pazar

Hitit Devrinde Anadolu (Ahmet Ünal)

Ahmet ünal Hitit Devrinde Anadolu 1 2002 İstanbul/ext/belgeler_v_e.swf">

Kıbrıs’taki sorunlar


Kötü politikacı, kötü bir büyücü çırağı gibi çozülmez sorunlar yaratır

Ben 1970’lerden önce adaya gitmedim, fakat Ankara’da okuduğum okullarda Kıbrıslı arkadaşlarım vardı. Bütün taşradan gelenler gibi içlerine kapanıktılar, ilk anda başkalarının arasına kolay karışmıyorlardı ama dost olduğumuzda bu buzlar çok çabuk eriyordu ve hayatımız boyunca devam eden Mülkiye arkadaşlığı kaldı. Kendilerine özgü şivelerini kullanırlardı. Ama okul bittiğinde ve Türkiye’deki oturma uzadıkça İstanbul şivesini de kusursuz benimsediler.
Perşembe akşamı gene Kıbrıs televizyonunda bir program seyrettim. Konu hassastı, adaya gelip yerleşen Türkiyelilerle yerli Kıbrıslılar arasında artık herkese malum gerilim söz konusuydu. Londra ve Zürih antlaşmalarıyla kurulan Kıbrıs cumhuriyetinin ne iki toplumlu statüsü ne de bayrağı benimsenmiştir. Bu bayrağı hararetli biçimde sallayarak meydana dökülenleri dinlemek istedim. Konuşmacı bütün Kıbrıslıların yakından bildiği öğretmen kökenli bir Kıbrıs Türk aydınıdır. Tartışmadaki muhatabı Kıbrıs’ın tarihe geçen şehitlerinden Ecved Yusuf’un oğluydu. Konuşma Türkiyelilerin Kıbrıslılarla olan sorunları üzerineydi.

Kıbrıs’ta yaptığımız hataları Kafkasya'da da tekrarlıyoruz

Şu noktayı belirtmem gerekir. Öğretmenin Türkçeyi kullanımı ve ifade gücü Türkiye’deki öğretmenlerin çoğunda rastlanmayacak kadar mükemmele yakındı.

Kıbrıslılar laik tavırlıdır; Toroslardan 16. yüzyılda adaya yerleştirilen Türkmenlerin çocukları ve torunlarıdırlar. Din konusundaki tutumları daha özgürce ve belki de daha az bilgililer. Gerilimin nedenleri 1974’ten sonraki iskan politikalarında ve adayı ziyaret edenlerin dikkatsiz tutumlarında aranmalı.

II. Cihan Harbi’nde Britanya adalarına konuşlandırılan müttefik Amerikan kuvvetlerine İngilizler ve İskoçlarla nasıl temas edeceklerini öğreten talimatname kitabını okudum. İlginçti, dikkatli davranış ve üslup tavsiye ediyor ve bilgilendiriyordu; oysa ben Kıbrıs’a gidenler için böyle bir talimname hazırlandığını hatırlamıyorum.

Çağımız Türk bürokrasisinin laubalilik ve yalapşap iş görme sorunları ve yüzeyden tedbirler almak, baştan savma iş görmek alışkanlığı malum. Politika ise gerçekten zor ve yaratıcı bir sanat; kötü politikacı ise kötü bir büyücü çırağı gibi onulmaz sorunlar yaratıyor. Kültürel birlik içinde olduğumuz Kıbrısla Avusturya-Almanya ikileminden daha sorunlu bir ortama girdik ve benzer hataları Kafkasya’da da tekrarlıyoruz. Sorunları sadece bayraklı sokağa çıkan ve nahoş sloganlar atanlarda aramamak lazım.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 08.05.2011)

Fatih'in oğlu İkinci Bâyezid'e suikast teşebbüsü



(Sultan II. Bayezid Kırım Hanı Mengli Giray Hanı huzurunda kabul ederken.)

Başbakanımızın konvoyuna bir saldırı düzenlendi.

Devlet başkanlarımıza tarihte birçok saldırı olmuştur. Bunlardan biri de 1492'de İkinci Bâyezid'e akıl hastası bir Kalenderî dervişinin suikast teşebbüsüydü.

Fatih Sultan Mehmed'in ölümünden sonra devlet ileri gelenlerinin desteğiyle tahta çıkan İkinci Bâyezid'in saltanatının ilk yılları kardeşi Cem Sultan'la mücadeleyle geçti. Daha sonra Mısır'daki Memluk Devleti'yle Osmanlı İmparatorluğu arasında beş yıl süren savaşın sonunda 1491'de barış antlaşması imzalanınca İkinci Bâyezid, 1492'de Arnavutluk üzerine sefere çıktı. Arnavutluk'ta İskender Bey'in ölmeden önce başlattığı isyan Papalık ile Napoli Krallığı'nın da duruma karışmasıyla büyümüştü.

Sultana saldırdı

İkinci Bâyezid, 1492 Nisan'ında Manastır'a vardı. Daha sonra Kalkandelen'e geçti ve burada bir ay kadar konakladı. Kış mevsimi yaklaştığı için sefer mevsimi bitiyordu. Bu yüzden Osmanlı ordusu İstanbul'a geri dönmek için yola çıktı. Ancak dönüş yolunda Pirlepe'ye girilmek üzereyken hiç beklenmedik bir hadise gelişti.

Deriler içerisinde, berduş kılıklı, Kalenderî tipli bir derviş dar bir geçitte padişaha pusu kurmuştu. İkinci Bâyezid, geçitten geçerken derviş hırkasının altından sakladığı kılıcı çıkararak, "Ben zamanın mehdisiyim" diyerek sultana saldırdı. Kılıcıyla padişahın yanındaki korumaları dağıttı. Tam padişaha kılıcını vurmak üzereyken, Vezir İskender Paşa, topuzla dervişin kafasını parçaladı. Ardından yetişen askerler de suikastçıyı paramparça ettiler. Tarihçiler, dervişin kulağı gibi parçalara ayrıldığını söyler.

Kalenderîler sürüldü

Eğer İskender Paşa yetişmeseydi, İkinci Bâyezid ölecekti. Padişahın ölmesi ise Osmanlı İmparatorluğu'nu tam bir kaosa sürükleyebilirdi. İkinci Bâyezid'in birçok oğlu ve torunu olduğu için Osmanlı İmparatorluğu büyük bir taht kargaşasına sürüklenecekti. Avrupa'da fırsat bekleyen Cem Sultan'ı kullanacak olan Hristiyanlar da bir Haçlı Seferi açabilirlerdi.

Sultana yapılan suikast teşebbüsü araştırılınca hadisenin Kalenderî dervişlerinin işi olduğu anlaşılmıştı. Pirlepe'deki suikastçı, Kalenderî bir zümre olan Otman Baba dervişlerindendi.
Osmanlı İmparatorluğu'nda devlet yönetimi ile zaman zaman problemler yaşamalarına rağmen Kalenderî zümrelerine fazla karışılmıyordu. İkinci Bâyezid'e yapılan suikast teşebbüsü her şeyi değiştirdi. Sultana saldıran dervişin mensup olduğu Otman Baba dervişlerinden ele geçirilenler idam edildi. Kalenderîleri sevmeyen devlet adamlarının da tesiriyle İkinci Bâyezid, Rumeli'deki bütün Kalenderî dervişlerini Anadolu'ya sürdürttü.

Endülüs Müslümanları'nı kurtardı

Fatih Sultan Mehmed'in en büyük oğlu olan İkinci Bâyezid 1448'de Dimetoka'da doğdu. Yedi yaşındayken Amasya Sancakbeyi oldu. Babasının 1481'de ölümü üzerine devlet ileri gelenlerinin desteğiyle Osmanlı tahtına çıktı. İkinci Bâyezid'in hükümdarlığının ilk yılları kardeşi Cem Sultan ile mücadeleyle geçti.

1484'te sefere çıkan İkinci Bâyezid Karadeniz hakimiyeti için iki önemli kilit noktayı Kili ve Akkirman'ı fethetti. Fatih döneminde başlayan gerginliğin Cem Sultan döneminde artmasıyla 1485-1491 yılları arasında Mısır Memluklu Devleti'yle savaşıldı.

Sultanın bizzat çıktığı ikinci seferi 1492'de Arnavutlar'ın çıkardığı isyanın yayılması üzerine Arnavutluk'a oldu. 1498'de Akdeniz'deki en büyük deniz gücü olan Venedik'le dört yıl sürecek bir savaşa girildi. Mora'nın Fatih döneminde fethedilmemiş stratejik noktaları olan Modon ve Koron'u fethetti. Türk akıncıları Venedik önlerine kadar ilerlediler.

İkinci Bâyezid döneminde ilk defa Rusya ile ilişki kuruldu. İspanya'da zor durumda kalan Endülüs Müslümanlar'ı kurtarıldı. Ayrıca İspanya'da Müslümanlar ile birlikte Engizisyon'un baskısı altında bulunan Yahudiler de kurtarılarak Osmanlı topraklarına yerleştirildi.

Hükümdarlığının son yılları İkinci Bâyezid için zor geçti. 1511'de çıkan Şahkulu İsyanı Anadolu'yu kana buladı. Safeviler'e karşı yaptığı askeri faaliyetler yüzünden ordunun gözdesi olan Şehzade Selim, babasına karşı ayaklandı ancak mağlup oldu. İkinci Bâyezid'in, Şehzade Ahmed'i tahta çıkarma teşebbüsü üzerine yeniçeriler isyan etti. Bu gelişme üzerine Şehzade Selim'i İstanbul'a çağıran İkinci Bâyezid, 24 Nisan 1512'de Osmanlı tahtından çekildi. Dimetoka'ya gitmek üzere yola çıkan İkinci Bâyezid yolda hastalanarak 21 Mayıs 1512'de öldü.

Bâyezid-ı Veli

Yaklaşık 31 yıl Osmanlı tahtında kalan İkinci Bâyezid'in hükümdarlığı Fatih Sultan Mehmed ve Yavuz Sultan Selim gibi iki büyük padişahın saltanatları arasında kaldığı için fazla parlak olarak değerlendirilmez. Padişahlığı döneminde ibadet ve hayır işlerine önem veren İkinci Bâyezid, Osmanlı tarihinde Bâyezid-i Veli diye anılır.

Kolonizatör Türk dervişleri

Geyikli Baba, Postinpuş Baba, Duğlu Baba, Abdal Mehmed, Abdal Murad, Abdal Musa gibi şeyhler Osmanlı fetihlerinde önemli roller oynamışlardı. Özellikle Rumeli'nin fethinde ve fethedilen yerlerin Türkler tarafından iskânında önemli rol oynayan dervişleri, iktisat tarihçisi Ömer Lütfi Barkan "Kolonizatör Türk dervişleri" olarak niteler.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 08.05.2011)

Hanedanın büyük kabusu



Geçen hafta, II. Osman’ın katledilişinin ölüm yıldönümüydü. Onunki gibisi bir daha yaşanmasa da tahttan indirilme korkusu ondan sonraki tüm padişahları etkiledi.

II. Osman veya Genç Osman 19 yıllık kısa ömrüyle Osmanlı tahtının en genç padişahıdır. Dramatik ve utanç verici bir olayla tahtı ve hayatını kaybetti. 19 Mayıs’ta payitahtın çığırından çıkmış yeniçerileri ve sipahileri, önlerinde gayri memnun ulema ile saraya saldırdı.

Genç padişah bu hassas anda bile inadından vazgeçemedi. Genç insan en dürüst, en idealist ve en inatçı zamanlarını yaşıyordu. Tahtını önünde durulmaz bir iktidar anıtı olarak görüyordu.
II. Osman zamanın getirdiği tecrübeleri yaşayacak, hamlığını düzeltecek, aşınmalara uğrayacak kadar yaşayamadı.

15 Kasım 1603’te genç padişah I. Ahmed’in Kösem Sultan’dan evvelki hasekisi Mahferuz’un oğlu olarak dünyaya geldi. I. Ahmed öldüğünde üç aylık bir süre için amcası I. Mustafa tahta çıkmıştı. Osmanlı hanedanının deli denebilecek dimağ hastası tek üyesi budur, öbürleri yakıştırmadır. Nihayet şeyhülislam Esad Efendi’nin fetvası ile sadaret kaymakamı Sofu Mehmet Paşa’nın onay ve talebiyle 26 Şubat günü 1618’de 14,5 yaşındaki padişah tahta oturdu.

Sır saklamayı beceremedi

Genç ve zekiydi, birçok yetişkinin fark etmediği şeylerin kokusunu alıyordu, bazı şeylerin değişmesi gerektiğini anlamıştı. Haremin yapısından, saltanat veraseti sisteminden rahatsızlık duyduğu açıktı. Asıl önemlisi, imparatorluğu zaferlerden zafere götüren kapıkulu askerinin yani yeniçeriler ve sipahilerin artık çürümeye başladığının farkındaydı.

Kanuni’den sonraki yazarların hepsinde bozulan kurumlar söz konusu olmuştur. 16’ncı asrın Mustafa Ali’si, Peçevi daha sonra Selaniki, Koçi Bey gibileri... Genç padişah bazı çağdaşı vakanüvislerin ve bugün bizim çağdaşımız olan bazı ezbercilerin aksine ortalığı koklamayı biliyordu. Bilmediği şey ise davranış, gizli plan, adamlarını tanıyıp örgütleme ve uygun zamanı kollamaktı.

Dört yıllık saltanatının içine çok şey sığdırdı. Lehistan’la savaş, mali reform denemeleri, boşalan hazineyi doldurmak için bazı tedbirler... Ama asıl önemlisi; kapıkulu sınıfını ortadan kaldırmak ve bunun yerine Anadolu’dan asker toplamak için hiçbir padişahın yapmadığı bir işe sözde niyetlendi, Hacc’a gitmek fikri anında ortalığı karıştırdı. Bu sırrı saklamayı bilmemişti.

Evliya Çelebi’ye sansür girişimi!

Padişahın Lehistan’da başlattığı Hotin Seferi bir yenilgi değildi fakat bir nafilelikti. Uçsuz bucaksız coğrafyada, kuzeyin çölü sayılan steplerde hiçbir zafer ve seferin kesin netice sağlaması mümkün değildir. II. Osman kendine yazılan kasidelere rağmen bir tarafın şiddetli hücumuna maruz kaldı. İsrafa karşı tevazuu ve sade giyimi denedi; birtakım sivriler kendisine “Padişahlık böyle mi olur? Bu adeta Osman Çelebi” dediler.

16 Mayıs 1622’de, 17’nci asır tipi ayaklanmalardan biriyle karşı karşıyaydı; kul taifesine kellelerini istedikleri şeyhülislam Ömer Efendi, defterdar ve etrafındakilerin hiçbirini teslim etmedi. Ayak divanınında karşısına çıkanları hapsettirdi. Sonuç hazindir, tahttan indirildi. Rezilane bir nümayiş ile beygir üzerinde Yedikule’ye götürdüler, katlettiler ve hükümdarlık iffetini ayaklar altına aldılar. Evliya Çelebi’de tasvir edilen bu sahneleri 20’nci yüzyılın milliyetçi tarihçisi Necip Asım o sayfayı yırtarak örtmeye kalktı. Oysa güneş balçıkla sıvanır da tarihi gerçek gizlenemez.

II. Osman’ın hazin akıbeti Osmanlı hanedanının bütün üyelerinin kâbusudur. Padişah Genç Osman’ın uğradığı hal vakası gibisi bir daha görülmez ama tahttan indirilmeler hiç de eksik olmadı. Bu bir yapı meselesidir. Ve bu yapı ise bazılarının sözde tanımladıkları kadar kolay anlaşılamaz.
İlber Ortaylı
(Milliyet, 22.05.2011)

İstanbul dünyanın merkezi olarak kabul edilmişti


Dünyanın en önemli şehirlerinden biri olan ve iki büyük imparatorluğa başkentlik yapan İstanbul dünyanın merkezi kabul edilmişti.
İstanbul'un tarihi yüzyıllar öncesine kadar gitse de asıl bugünkü şehrin nüvesini oluşturan Byzantion'un kuruluşu ve gelişmesi hakkındaki bilgiler çoğunlukla efsanelerle örülüdür. Kurucusu Byzas'ın adına izafeten de yeni şehre Byzantion denildi. Şehrin kuruluş tarihi genelde M.Ö. 660 kabul edilir. Her halükârda küçük bir şehir olan Megara kolonisinin eşsiz coğrafi konumu ve stratejik önemi onun gelecekte büyük bir gelişme kaydetmesi ve ihtişama kavuşmasını sağladı.

İlk İstanbul
Byzantion'un kapladığı alanı belirleyen ilk surların ise kuzeybatıda liman sınırlarını, Marmara kıyısında, doğuda bugünkü sur çizgisini, Ahırkapı'nın biraz ötesinden karaya dönerek, belki de bugünkü Topkapı Sarayı surlarını veyahut da daha batıdan geçen bir sur çizgisini takip ederek Sirkeci'ye ulaştığı kabul edilir.
Romalılar M.Ö. 146'da Makedonya savaşını takiben Balkanlar'da egemenliklerini pekiştirirken, Ege ve Anadolu'nun bir bölümüne de hâkim olmayı başardılar. Bu sırada Byzantion, Roma'ya bağlı bir şehir devleti statüsüne sahip oldu.
Roma hakimiyetinde Byzantion büyük bir felakete maruz kaldı. 2. yüzyılın sonlarında İmparator Severus ve Niger arasındaki savaşta şehir Niger'in yanında saf tuttu. Bunun üzerine Severus uzun bir kuşatmanın ardından şehri 195/196'da ele geçirerek harabeye çevirdi. Ancak şehrin jeopolitik öneminden dolayı İmparator Severus, Byzantion'u tamir ettirip yeni yapılarla donattı. İmparator Severus'un inşa faaliyetiyle antik dönemin Byzantion'u tarihi misyonunu tamamlamış ve yeni bir Roma şehrinin tarihi başlamıştı.
Dünyanın merkezi

İmparator Diocletianus'tan (284-305) itibaren Roma'nın artık imparatorluk için ideal bir başkent olamayacağı anlaşılmıştı. Ama bunu fiilen ve resmen icraata döken, gerçekleştiren İmparator Konstantinos oldu. Konstantinos, sonunda Asya ile Avrupa'nın birleştiği yerdeki, coğrafi konumu kadar siyasi, askeri ve ticari bakımlardan bir merkez olma özelliğine sahip olan Byzantion'u başkent olarak yeni baştan inşa etmeye karar verdi. 324'te şehrin ilk temelleri atıldı.
İmparator Konstantinos yeni imparatorluk başkentinin inşası için her türlü imkânı seferber etti. Eski surlar yıkıldı. Yerine daha geniş ve daha batıdan geçen müstahkem surlar inşa edildi. Eski şehrin ana caddesi genişletilip düzenlendi ve Mese (Divanyolu) adını aldı. Cadde, Milion adı verilen anıt ile başlıyordu. Bu dünyanın merkezi sayılan bir nokta, imparatorluğun sıfırıncı kilometresiydi.
Nihayet 11 Mayıs 330'da görkemli bir törenle başkentin açılışı yapıldı. Bundan sonra Byzantion'a Nova Roma Constantinopolitana denecekti yani Yeni Roma Konstantinos'un şehri. Yeni başkent resmi olarak Nova Roma (Yeni Roma) olarak anılsa da Konstantinopolis adı günlük dilde başlangıçtan beri yer aldı.

İsyan İstanbul'u yakıp yıktı
Şehrin nüfusu sürekli arttı ve 5. yüzyılda yaklaşık 300 bin kişilik nüfusuyla Roma'dan daha kalabalık bir şehir oldu. Konstantinopolis'in imar ve inşa edilmesinde farklı ve önemli bir dönem de Jüstinyenos'un (527-565) hükümdarlık yıllarıdır. Jüstinyenos'un imparatorluk dönemine restorasyon ve ihtişamın yanında tarihte 532'de meydana gelen "Nika" adıyla anılan isyan da damgasını vurdu. İsyan bastırıldı fakat başkent baştanbaşa yakılmış, harap olmuştu.

Jüstinyenos, Nika ayaklanması sonrasında şehri eskisinden de görkemli biçimde yeniden inşa etmeye karar verdi. Konstantinopolis adeta yeni baştan imar ve inşa edildi. Jüstinyenos'un adı "kâinatın gözbebeği" sayılan Ayasofya'nın inşasıyla ölümsüzleşmişti.
867-1056 tarihleri arasında Bizans'ın askeri-siyasi üstünlüğü ekonomik alanda gelişme takip etti ve İstanbul uluslararası büyük bir ticaret merkezi hâline geldi. Artan refah Balkanlar veya Anadolu'daki eyaletlerden önemli sayıda göçmeni İstanbul'a çekti. 9. ve 11. yüzyıllar arasında yıkıcı birçok deprem ve doğal afet yaşanmasına rağmen şehrin nüfusu 500 bin civarındaydı.
Ancak 1204'te İstanbul'u zapt eden Haçlılar, şehri korkunç biçimde yağmalayıp, yakıp, yıktılar. 1261'de Latinleri kovarak kente tekrar hâkim olan Bizanslılar bıraktıkları muhteşem şehrin yerinde adeta bir harabe bulmuşlardı. Bunun için, Bizans'ın ikinci kurucusu olarak adlandırılan Sekizinci Mikhail Palaiologos elinden gelen gayreti gösterdi. Ancak bütün gayretlerine rağmen İstanbul 1453'te fethedildiğinde hâlâ 1204'te yediği darbeyi üzerinden atamamıştı.
Böyle zengin şehir nasıl olur?

1204'te İstanbul'u işgal eden Haçlılar'ın şaşkınlığı kaynaklarda şöyle anlatılır: "Konstantinopolis'i daha önce hiç görmeyenler, şehre büyük bir arzu ile baktılar çünkü dünyada böylesine zengin bir şehir olacağını hiç düşünmemişlerdi. Bu şehir büyüklüğüyle diğerlerinden çok üstündü."

Ölüleri bile soydular

Tarihçi Khoniates, 1204'te İstanbul'un yağmalanmasını şöyle anlatır: "Ortaya koydukları yeni yağmalama yöntemi, imparatorluk şehrini soyup soğana çevirenlerin bile gözünden kaçmıştı. Havariyyun Kilisesi'ndeki imparator mezarlarını gece açarak talan ettiler. Bu Batılılar'ın elinden ne canlılar ne de ölüler kurtulabilmişti."

Haçlılar'ın İstanbul'u yağmalamaları

Dördüncü Haçlı Seferi Müslümanlar üzerine değil Bizans'ı hedef alarak İstanbul'a yönelmişti. 13 Nisan 1204'te Konstantinopolis'i zapt eden Haçlılar, şehri korkunç biçimde yağmalayıp, yakıp yıktılar. Tarihçi Runciman "Tarihte İstanbul'daki yağmanın örneği yoktur" diyerek hadisenin boyutuna işaret eder. "900 yıl boyunca Hristiyan dünyasının merkezi olan İstanbul bu yağma sonunda bütün ihtişamını, zenginliğini, sanat eserlerini, her şeyini bir daha yerine gelmeyecek şekilde kaybetti. Kiliseler, manastırlar, saraylar ve kütüphaneler yağma edildi. Paha biçilmez sayısız ikon, kutsal emanet ve değerli eşya ya üzerlerindeki altın, gümüş ve kıymetli taşlar sökülüp alınmak maksadıyla parçalandı veya çalınıp götürüldü. Hristiyanlığın en kutsal kilisesi Ayasofya'ya atlarıyla dalan Haçlı savaşçıları duvarları süsleyen ikonları, ipek halıları çaldılar veya yırtıp parçaladılar. Venedikliler imparatorluk merkezindeki kültür ve sanat eserlerinin birçoğunu toplayıp kendi şehirlerinin kiliselerini, saraylarını, meydanlarını süslemek üzere alıp götürdüler."

Yağmanın son bulduğu üçüncü günün bitiminde "Şehirlerin Kraliçesi" kabul edilen Konstantinopolis, yanmış, yıkılmış, halkının çoğu kaçmış olduğu hâlde Latinler'in denetimi altına girmişti.

Yağmalanan bu eşyaların büyük bir kısmı İtalya ve Fransa gibi ülkelerde dindar insanlara fahiş fiyatlarla satıldı ve zaman içinde ortadan kaybolurken, bir kısmı da Vatikan'da veya diğer büyük dini merkezlerde koruma altına alındı.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 15.04.2011)

İstanbul, Fatih sayesinde Avrupa'nın en büyük şehri olmuştu


İstanbul'a yeni iki şehir daha ilave edilmesi ve çılgın projelerle donatılması gündemde.

Fatih, fetihten önce ölü bir şehir olan İstanbul'u Osmanlı İmparatorluğu'na layık bir başkent yapmıştı.

Fetihten önce İstanbul ölü bir şehirdi. Şehir, 1204'te Latinler tarafından işgalinden sonra uzun bir gerileme dönemine girmişti. İşgal süresince adeta köye dönmüş, şehir bağlar ve tarlalarla dolmuştu. İstanbul, "büyük bir kısmı boş, yoksullukla perişan olmuş harabe bir şehir" olarak tasvir edilir.

İstanbul'un imarı

Fatih Sultan Mehmed müstakbel başkentinin, ellerine harabe bir şehir olarak düşmesini istemediğinden, son hücumu yapmaya karar verdiğinde Bizans imparatoruna, şehri yağmadan korumak için teslim etmesi gerektiğini teklif edip buna karşılık kendisine Mora despotluğunu vadetti. Ancak Bizanslılar şehri teslim etmeye niyetlenseler bile müdafaaya iştirak eden Latinler karşı çıktılar.

Fetih öncesi, şehirde yaşayanların bir kısmı İstanbul'u terk etmiş ve kaçmış, geri kalanlar da ordu tarafından esir alınmıştı. Fatih, fetihten sonra ilk iş olarak, şehri sadece eski hâline getirmek için değil, fakat mümkün olduğunca daha mükemmel bir şekilde imar ve iskân etmek için harekete geçti. İstanbul'u tekrar siyasî ve iktisadî bir imparatorluk merkezi yapmak için büyük bir enerjiyle çalıştı. Araştırmalarıyla İstanbul'un imarını aydınlatan Halil İnalcık hocamızın deyimiyle bütün hükümdarlığı süresince Fatih'in yegâne zihnî meşguliyeti, İstanbul'u imparatorluğunun hakikî merkezi yapmak olmuştu.

Sultan, esir alınan çok sayıda Rum'un, sahiplerine fidyelerini ödemeleri şartıyla serbest bırakıldıklarını irade etti. Fidye parasını kazanmalarına imkân sağlamak için, inşaatlarda çalışmalarına izin verdi. Şehirden kaçanların geri dönmeleri hâlinde, evlerinin kendileri için tamir edileceğini bildirdi.

İstanbul'dan ayrılmadan önce surların restorasyonunu ve Yedikule'de müstahkem kale yapılmasını emretti. Aynı zamanda şehrin merkezinde, şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu yerde bir saray inşa edilmesini buyurdu.

İstanbul'a göç
Şehrin yeniden imar ve iskânı için derhal Anadolu'dan ve Rumeli'den insan getirtti. Anadolu'dan 4.000 ve Rumeli'den yine 4.000 ailenin getirilmesini emretti. Boş evler yeni yerleşenlere bedava dağıtıldı. Silivri ve Galata halkı İstanbul'a nakledilerek buraya yerleştirildi.

Fatih, seferleri müddetince, fethettiği şehirlerin zenginlerinden, sanatçılarından ve tüccarlarından bir kısmını sürgün olarak İstanbul'a getirdi. Savaş esirleri arasındaki çiftçiler sultanın kulları olarak, İstanbul'a gıda maddeleri temin etmek için şehir etrafında kurulan kasaba ve köylere yerleştirildi. Seferleri sırasında Eski ve Yeni Foça, Argos, Amasra, Trabzon, Mora, Midilli, Eğriboz, Taşoz, Semadirek, Kefe ve Mengüp'ten Hristiyanlar, Konya, Larende, Aksaray ve Ereğli'den ise çok sayıda Müslüman ve Hristiyan nakledildi. Her grup, İstanbul'a gelişlerinde başka bir mahalleye yerleştirildi ve çoğu zaman bu mahalleye eski memleketleri olan şehrin ismi verildi.

Fatih'in, malî teşvikleri ve Osmanlı'nın dini müsamahası sayesinde Almanya ve İtalya'dan çok sayıda Yahudi göç etti. Ermeni Patrikliği İstanbul'a taşındı.

Avrupa'nın en büyük şehri
Köprüler ve yollar tamir edildi. Kaldırımlar yapıldı. Su kanalları ve kemerleri tamir edilerek şehrin yeterli suya kavuşturulması sağlandı.

Eski Saray 1464'te tamamlandı. Daha sonra Topkapı Sarayı ismiyle anılan Yeni Saray'ın inşasına başlandı. Fatih, şehrin merkezine bina edilen Yeni Saray'ın yanına küçük bir çarşı yapılmasını buyurdu. Bu Büyük Bedesten olarak adlandırılan Kapalı Çarşı'nın inşasıyla İstanbul, hâlâ önemini koruyan bir ticaret merkezine kavuştu.

1459'da Fatih, İstanbul yakınında Hz. Muhammed'in sahabesi olan Ebu Eyyüb el-Ensârî'nin şehit düştüğü yerde bir cami ile bir türbe, bir medrese ve bir imaret yaptırdı ve Bursa'dan getirilen göçmenler buraya yerleştirildi. Eyüp, Mekke, Medine ve Kudüs'ten sonra İslâm dünyasının en önemli bölgesi oldu.

İstanbul'un Türk kimliği Fatih döneminde oluştu. Fatih'in izinden giden diğer vezirler ve ileri gelen şahıslar, şehrin her bölgesinde vakıflar yoluyla çeşitli müesseseler meydana getirdiler. İstanbul, kamu hizmeti ve dinî gayelerle hareket eden devlet adamları, nüfuzlu ve zengin şahıslar eliyle kurulan vakıf müesseselerinin meydana getirdiği külliyelerle büyüyüp gelişti. Bu dönemde sur içinde 163, Kasımpaşa'da 5, Galata'da 5, Boğaziçi'nde 6 ve Üsküdar'da 5 cami yapıldı. Medrese sayısı ise 21'dir. Ayrıca 32 hamam, 4 saray, 7 aşhane, 10 han ve kervansaray, 28 çarşı inşa edildi.

İstanbul, Fatih hayatta iken saraylar, hanlar, kervansaraylar, çarşılar, pazarlar, hamamlar ve medreselerle kaplanarak mamur bir Türk şehri hâline geldi. Nüfusu artan, imar faaliyetleri ve ticareti canlanan İstanbul eski parlaklığına kavuştu ve 16. yüzyılda Avrupa'nın en büyük şehri oldu.

İstanbul'un mahalleleri
Fatih döneminde bize kalan birçok semt ve mahalle adı vardır. Vefa, Akşemseddin, Kovacı Dede, Kocamustafapaşa, Defterdar Sinan, Akbıyık, Tokludede, Ya Vedûd, Hızırbey, Saraçhane, İshakpaşa, Kasımpaşa, Mahmutpaşa, Molla Fenari, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Mercanağa, Nişancı, Tahtakale...

Birçok semtimiz Fatih dönemi devlet adamlarının ismini taşır. Gedikpaşa, Fatih'in veziriazamı Gedik Ahmed Paşa'nın yaptırdığı hamamdan; Hocapaşa, Fatih'in hocası Hoca Sinanüddin Yusuf Paşa'nın konağından; İshakpaşa, Fatih'in veziriazamlarından İshak Paşa'nın Ahırkapı civarında yaptırdığı camiden; Mahmutpaşa, Fatih'in veziriazamlarından Mahmud Paşa'nın Kapalıçarşı civarında yaptırdığı camiden; Muratpaşa, Fatih'in vezirlerinden Murad Paşa'nın Aksaray civarında yaptırdığı camiden; Nişanca, Fatih'in son veziriazamı Nişancı Karamanî Mehmed Paşa'nın Kumkapı civarında yaptırdığı camiden; Rûmî Mehmed Paşa, Fatih'in veziriazamlarından Rum Mehmed Paşa'nın Üsküdar'da yaptırdığı imaret, medrese ve hamamdan esinlenerek ismi verilen semtlerdir.

İstanbul'daki birçok yer Fatih zamanından izler taşır. İstanbul'a onun zamanında getirtilerek yerleştirilen Türkler, kendi geldikleri bölgelerin isimlerini iskân edilen bölgelere vermişlerdi: Aksaray, Çarşamba gibi.

Ayasofya'yı kurtardı

Fetih'ten sonra şehre giren Fatih ilk olarak Ayasofya'ya gitti. Bu sırada bir askerin kilisenin mermerlerini sökmeye çalıştığını gördü. Askere kızarak, bunların ganimet olmadığını söyledi. Bu yapılar padişahındı.

Ayasofya'nın kubbesinde şiir

Namaz kıldıktan sonra bu zaferi için dua edip ayrılmadan önce Ayasofya'nın kubbesine çıkan Fatih'in Farsça şu mısraları söylediği duyulmuştu: "İmparatorun sarayında örümcek perdedarlık ediyor, Efrasiyab'ın kulelerinde baykuş nevbet vuruyor."

Erhan Afyoncu
(Bugün, 18.05.2011)

Rumlar Latin külahı yerine Türk sarığı tercih etmişlerdi


Bizans Türk tehlikesini uzaklaştırmak için Batı'dan yardım istemiş ancak papalık kiliselerin birleşmesini şart koşmuştu. Kiliselerin birleşme teşebbüsünü ise Rumlar şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğleriz diye karşılamışlardı.

Bizans, Yıldırım Bayezid döneminden itibaren ağır bir baskı altına alınmıştı. Bizanslı devlet adamları, Osmanlı baskısından kurtulmak için Avrupa'daki Hristiyanlar'dan gelecek yardımdan başka çareleri olmadığını düşündüler. Fakat bu yardım karşılıksız olmuyordu. Papa, Bizans'a kiliselerin birleşmesi şartını ileri sürdü. Başka çıkar yol bulamayan Bizanslılar, 1439'da Floransa Konsili'nde Papa'nın isteklerini kabul ettiler.

Dini törensiz gömülen imparator
Sekizinci Ioannes bu antlaşmayı imzalamıştı ama Bizans halkı ve din adamları kiliselerini kaybetmek istemiyordu. Papa'nın desteği ile oluşturulan Haçlı ordusu 10 Kasım 1444'te Varna Meydan Muharebesi'nde Osmanlılar karşısında büyük bir mağlubiyete uğradı. Bunun üzerine İstanbul'da dinî çekişmeler arttı. Durum o kadar karışıktı ki, 1448'de İmparator Sekizinci Ioannes öldüğünde, kargaşa çıkar korkusuyla bir imparatorun cenazesi ilk defa dini tören yapılmadan kaldırıldı.

İmparator ölünce yerine kardeşi Konstantin geçti. Ancak Ioannes'in yerine geçen kardeşi Konstantin'in tahta çıkışında da bir ilk gerçekleşti. İmparatorun, kiliselerin birleşmesi taraftarı olan Patrik Gregorios Mammas'ın elinden taç giymesi büyük tepkilere yol açabilir endişesiyle tören düzenlenmedi. Gregorios Mammas, Bizans'ın önde gelenlerinden Lukas Notaras'ın baskısından dolayı Ağustos 1451'de Roma'ya kaçtı. Böylece kilise İstanbul'un fethine kadar başsız kaldı.

Bizans İmparatoru ve Avrupalı Hristiyanlar, Rumelihisarı'nın yapılmasından ve ardından Boğaz'dan geçen gemilerin durdurulmasından İstanbul'un ciddi bir tehdit altında bulunduğunu anlamışlardı. İmparator Konstantin halkın tepkisine rağmen adım adım yaklaşan tehlikeye karşı Avrupa'dan yardım almak için son çare olarak Papa'ya Ortodoks Kilisesi'ni Katolik Kilisesi'yle birleştirmeye hazır olduğunu bildirdi.

Kiliselerin birleşmesi
Saint Dimitrios Manastırı'nın eski başpapazı ve Saint Sabina Kardinali Isidoros, 12 Aralık 1452'de Ayasofya'daki ayini bizzat yönetti. Roma usulünde yapılan ayinde Papa'nın ve kaçan Patrik Gregorios'un adları birlikte zikredildi.

Bazı Bizans ileri gelenleri ve din adamları kiliselerin birleştirilmesi kararını destekliyordu. Fakat halkın ve din adamlarının büyük çoğunluğu buna karşı olmalarına rağmen, Türk tehlikesi yüzünden seslerini çıkaramıyorlardı. Ümitleri, kuşatma tehlikesi geçtikten sonra kararın tekrar gözden geçirilmesiydi.

Halk ve din adamlarının çoğu olup biteni protesto ettiler. Meyhanelere dolan Bizanslılar kadehler dolusu şarap içerek birlikçilere lanet okuyup, Meryem'in ikonasına kadeh kaldırdılar. "Biz ne Latinler'in yardımına ne de birliğe muhtacız. Katolik tarzında ibadet bizden uzak olsun" diye bağırdılar.

O dönemin tarihçilerinin ifadesiyle birleşmeden sonra Bizanslılar sanki bir Yahudi havrasıymış gibi Ayasofya'ya girmekten kaçındılar. Eğer bir Yortu gününde gitme durumunda kaldılarsa ayin düzenlendiğinde, kurbanlarını sunar sunmaz kadın erkek, rahip ve rahibe hepsi hemen oradan ayrılıyorlardı. Kiliseyi inançsızların mihrabı olarak görüyorlar ve kurbanın ise Apollon için kesildiğini düşünüyorlardı.

Bu esnada Georgios Skolarios (Gennadius) birleşme aleyhine vaazlar vermeye, risaleler yazmaya devam ediyor ve Aquinalı Thomas'ın şahsı ve eserleriyle 14. yüzyılda Katolikler'le birleşmeyi savunmuş olan ilahiyatçı Dimitrius Cydones aleyhine reddiyeler düzerek, onların zındık olduklarını ispata çalışıyordu.
Latinler yerine Osmanlı'yı tercih ederiz
En güç koşullarda bile Ortodoksluk'tan vazgeçmeyen Bizans halkı, Latinler'e borçlu kalmaktansa Osmanlılar tarafından yönetilmeyi tercih ediyorlardı. Nitekim Gennadius'un müttefikleri arasında en başta geleni Grandük Notoras Bizanslılar'ın duygularını "Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim" diye en veciz biçimde ifade etmişti.

Bu sözü Notaras'a, Ortodokslar'ın 150 yıldır şahit oldukları ve dönemine göre çok ileri bir anlayış olan Osmanlı tecrübesi söyletmişti. Osmanlı Beyliği kurulduktan sonra fethettiği bölgelerdeki halkın dinine karışmamış, onlara ibadet özgürlüğü vermişti. Osmanlılar, Ortodoks Kilisesi'ni ve manastırlarını himaye ederek, vergilerden muaf tutup, onların dinî vakıflarına dokunmamışlardı.

Balkanlar'da Ortodoks bölgeleri ele geçiren Venedik ve Macarlar ise Katolikliği de yanlarında getirmişler, Ortodokslar'ı katletmiş, göçle Katolikliği benimseme tercihi arasında bırakmışlardı. Bu yüzden Balkanlar'daki Ortodoks halklar Osmanlı yönetimini Katolik Macar ve Venedikliler'e tercih etmişlerdi. Aynı durum Bizans'ta da gerçekleşmişti.

Ortodoks muhalefetin lideri
Pantokrator Manastırı da birçok papaz ve vatandaş tarafından ziyaret ediliyordu. Kiliselerin birleşmesine karşı çıkanlar "ne yapacağız" diye yanına gittikleri Pantokrator Kilisesi'ne kapanan Ortodoks muhalefetin lideri ünlü Bizanslı âlim Papaz Georgios Skolarios'dan şu yazılı cevabı aldılar: "Ey zavallı Bizanslılar, neden yoldan çıktınız ve Tanrı'nın güvenini kaybettiniz? Frenkler'in gücüne güvenerek hem dininizi hem de tahrip edilmek üzere olan şehrinizi kaybettiniz. Bana merhamet et, ey Tanrım! Senin varlığında, seni şahit olmaya çağırıyorum ki ben bunun gibi bir hatadan münezzehim. Ey zavallı yurttaşlar, ne yaptığınızın farkında olun. Siz kendinizi sadece gelmesi mukadder olan köleliğe mahkûm etmiyorsunuz. Ayrıca babalarınızın size teslim ettiği imanınızı kaybediyorsunuz ve Tanrı'ya karşı saygısızlığa razı oluyorsunuz. Yargılandığınızda yazık olacak size."

Georgios Skolarios birleşme aleyhine vaazlar verip, risaleler yazdı. Fatih, fetihten sonra Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesine karşı çıkan Georgios Skolarios'u saklandığı köyden getirterek patrik olarak atadı. Georgios Skolarios, Gennadius lakabı ile patriklik yaptı.

Akşemseddin ve fetih

Oldukça sıkıntılı geçen İstanbul kuşatması sırasında Akşemseddin zaferin yakın olduğunu söyleyerek askeri teşvik etmiş, kuşatmanın devamını sağlayarak fethin gerçekleşmesinde büyük rol oynamıştı.

Fatih atını denize sürdü

20 Nisan 1453'te İstanbul'a yiyecek ve yardım getiren üç Ceneviz gemisi ve bir Bizans nakliye gemisi lodosun da yardımıyla Osmanlı gemilerini kolayca yararak Haliç'e girdi. Zeytinburnu civarından deniz savaşını izleyen Fatih düşman gemilerinin durdurulamaması yüzünden atını denize sürmüştü.

Erhan Afyoncu
(Bugün, 29.05.2011)