Dünyanın en önemli şehirlerinden biri olan ve iki büyük imparatorluğa başkentlik yapan İstanbul dünyanın merkezi kabul edilmişti.
İstanbul'un tarihi yüzyıllar öncesine kadar gitse de asıl bugünkü şehrin nüvesini oluşturan Byzantion'un kuruluşu ve gelişmesi hakkındaki bilgiler çoğunlukla efsanelerle örülüdür. Kurucusu Byzas'ın adına izafeten de yeni şehre Byzantion denildi. Şehrin kuruluş tarihi genelde M.Ö. 660 kabul edilir. Her halükârda küçük bir şehir olan Megara kolonisinin eşsiz coğrafi konumu ve stratejik önemi onun gelecekte büyük bir gelişme kaydetmesi ve ihtişama kavuşmasını sağladı.İlk İstanbul
Byzantion'un kapladığı alanı belirleyen ilk surların ise kuzeybatıda liman sınırlarını, Marmara kıyısında, doğuda bugünkü sur çizgisini, Ahırkapı'nın biraz ötesinden karaya dönerek, belki de bugünkü Topkapı Sarayı surlarını veyahut da daha batıdan geçen bir sur çizgisini takip ederek Sirkeci'ye ulaştığı kabul edilir.
Romalılar M.Ö. 146'da Makedonya savaşını takiben Balkanlar'da egemenliklerini pekiştirirken, Ege ve Anadolu'nun bir bölümüne de hâkim olmayı başardılar. Bu sırada Byzantion, Roma'ya bağlı bir şehir devleti statüsüne sahip oldu.
Roma hakimiyetinde Byzantion büyük bir felakete maruz kaldı. 2. yüzyılın sonlarında İmparator Severus ve Niger arasındaki savaşta şehir Niger'in yanında saf tuttu. Bunun üzerine Severus uzun bir kuşatmanın ardından şehri 195/196'da ele geçirerek harabeye çevirdi. Ancak şehrin jeopolitik öneminden dolayı İmparator Severus, Byzantion'u tamir ettirip yeni yapılarla donattı. İmparator Severus'un inşa faaliyetiyle antik dönemin Byzantion'u tarihi misyonunu tamamlamış ve yeni bir Roma şehrinin tarihi başlamıştı.
Dünyanın merkezi
İmparator Diocletianus'tan (284-305) itibaren Roma'nın artık imparatorluk için ideal bir başkent olamayacağı anlaşılmıştı. Ama bunu fiilen ve resmen icraata döken, gerçekleştiren İmparator Konstantinos oldu. Konstantinos, sonunda Asya ile Avrupa'nın birleştiği yerdeki, coğrafi konumu kadar siyasi, askeri ve ticari bakımlardan bir merkez olma özelliğine sahip olan Byzantion'u başkent olarak yeni baştan inşa etmeye karar verdi. 324'te şehrin ilk temelleri atıldı.
İmparator Konstantinos yeni imparatorluk başkentinin inşası için her türlü imkânı seferber etti. Eski surlar yıkıldı. Yerine daha geniş ve daha batıdan geçen müstahkem surlar inşa edildi. Eski şehrin ana caddesi genişletilip düzenlendi ve Mese (Divanyolu) adını aldı. Cadde, Milion adı verilen anıt ile başlıyordu. Bu dünyanın merkezi sayılan bir nokta, imparatorluğun sıfırıncı kilometresiydi.
Nihayet 11 Mayıs 330'da görkemli bir törenle başkentin açılışı yapıldı. Bundan sonra Byzantion'a Nova Roma Constantinopolitana denecekti yani Yeni Roma Konstantinos'un şehri. Yeni başkent resmi olarak Nova Roma (Yeni Roma) olarak anılsa da Konstantinopolis adı günlük dilde başlangıçtan beri yer aldı.
İsyan İstanbul'u yakıp yıktı
Şehrin nüfusu sürekli arttı ve 5. yüzyılda yaklaşık 300 bin kişilik nüfusuyla Roma'dan daha kalabalık bir şehir oldu. Konstantinopolis'in imar ve inşa edilmesinde farklı ve önemli bir dönem de Jüstinyenos'un (527-565) hükümdarlık yıllarıdır. Jüstinyenos'un imparatorluk dönemine restorasyon ve ihtişamın yanında tarihte 532'de meydana gelen "Nika" adıyla anılan isyan da damgasını vurdu. İsyan bastırıldı fakat başkent baştanbaşa yakılmış, harap olmuştu.
Jüstinyenos, Nika ayaklanması sonrasında şehri eskisinden de görkemli biçimde yeniden inşa etmeye karar verdi. Konstantinopolis adeta yeni baştan imar ve inşa edildi. Jüstinyenos'un adı "kâinatın gözbebeği" sayılan Ayasofya'nın inşasıyla ölümsüzleşmişti.
867-1056 tarihleri arasında Bizans'ın askeri-siyasi üstünlüğü ekonomik alanda gelişme takip etti ve İstanbul uluslararası büyük bir ticaret merkezi hâline geldi. Artan refah Balkanlar veya Anadolu'daki eyaletlerden önemli sayıda göçmeni İstanbul'a çekti. 9. ve 11. yüzyıllar arasında yıkıcı birçok deprem ve doğal afet yaşanmasına rağmen şehrin nüfusu 500 bin civarındaydı.
Ancak 1204'te İstanbul'u zapt eden Haçlılar, şehri korkunç biçimde yağmalayıp, yakıp, yıktılar. 1261'de Latinleri kovarak kente tekrar hâkim olan Bizanslılar bıraktıkları muhteşem şehrin yerinde adeta bir harabe bulmuşlardı. Bunun için, Bizans'ın ikinci kurucusu olarak adlandırılan Sekizinci Mikhail Palaiologos elinden gelen gayreti gösterdi. Ancak bütün gayretlerine rağmen İstanbul 1453'te fethedildiğinde hâlâ 1204'te yediği darbeyi üzerinden atamamıştı.
Böyle zengin şehir nasıl olur?
1204'te İstanbul'u işgal eden Haçlılar'ın şaşkınlığı kaynaklarda şöyle anlatılır: "Konstantinopolis'i daha önce hiç görmeyenler, şehre büyük bir arzu ile baktılar çünkü dünyada böylesine zengin bir şehir olacağını hiç düşünmemişlerdi. Bu şehir büyüklüğüyle diğerlerinden çok üstündü."
Ölüleri bile soydular
Tarihçi Khoniates, 1204'te İstanbul'un yağmalanmasını şöyle anlatır: "Ortaya koydukları yeni yağmalama yöntemi, imparatorluk şehrini soyup soğana çevirenlerin bile gözünden kaçmıştı. Havariyyun Kilisesi'ndeki imparator mezarlarını gece açarak talan ettiler. Bu Batılılar'ın elinden ne canlılar ne de ölüler kurtulabilmişti."
Haçlılar'ın İstanbul'u yağmalamaları
Dördüncü Haçlı Seferi Müslümanlar üzerine değil Bizans'ı hedef alarak İstanbul'a yönelmişti. 13 Nisan 1204'te Konstantinopolis'i zapt eden Haçlılar, şehri korkunç biçimde yağmalayıp, yakıp yıktılar. Tarihçi Runciman "Tarihte İstanbul'daki yağmanın örneği yoktur" diyerek hadisenin boyutuna işaret eder. "900 yıl boyunca Hristiyan dünyasının merkezi olan İstanbul bu yağma sonunda bütün ihtişamını, zenginliğini, sanat eserlerini, her şeyini bir daha yerine gelmeyecek şekilde kaybetti. Kiliseler, manastırlar, saraylar ve kütüphaneler yağma edildi. Paha biçilmez sayısız ikon, kutsal emanet ve değerli eşya ya üzerlerindeki altın, gümüş ve kıymetli taşlar sökülüp alınmak maksadıyla parçalandı veya çalınıp götürüldü. Hristiyanlığın en kutsal kilisesi Ayasofya'ya atlarıyla dalan Haçlı savaşçıları duvarları süsleyen ikonları, ipek halıları çaldılar veya yırtıp parçaladılar. Venedikliler imparatorluk merkezindeki kültür ve sanat eserlerinin birçoğunu toplayıp kendi şehirlerinin kiliselerini, saraylarını, meydanlarını süslemek üzere alıp götürdüler."
Yağmanın son bulduğu üçüncü günün bitiminde "Şehirlerin Kraliçesi" kabul edilen Konstantinopolis, yanmış, yıkılmış, halkının çoğu kaçmış olduğu hâlde Latinler'in denetimi altına girmişti.
Yağmalanan bu eşyaların büyük bir kısmı İtalya ve Fransa gibi ülkelerde dindar insanlara fahiş fiyatlarla satıldı ve zaman içinde ortadan kaybolurken, bir kısmı da Vatikan'da veya diğer büyük dini merkezlerde koruma altına alındı.
Erhan Afyoncu
(Bugün, 15.04.2011)