Bundan tam 22 yıl önce "Zaman" gazetesinin manşeti gündemi sarsıyordu: "Atatürk, Samsun'a İngiliz vizesiyle gitti."
Nezih Uzel'in haberine göre, 1972 yılında görüştüğü İngilizlerin istihbarat dairesi başkanı Yüzbaşı Bennett, İngilizlerin, "millî hareketi" başlatmak üzere Anadolu'ya gittiğinin farkına varmalarına rağmen Mustafa Kemal'e engel olmadıklarını söylemiştir. Hemen itirazlar gelir: Madem İngilizler vize verdi, öyleyse belgesi nerede?
Bunun cevabını Türkiye 2 yıl sonra yine gazetemizden öğrenecektir. 19 Mayıs 1991 tarihli "Zaman"ın manşeti bu defa "Samsun'a İngiliz vizesi" şeklindedir ve tam 6 belge ilk kez görücüye çıkmaktadır. (Sonradan bazı hokkabazlar kitaplarında bu belgeleri ilk defa kendilerinin yayınladığını yazarak pay kapmaya çalışacaktır ama nafile.) Haberi yapan Vehbi Vakkasoğlu, belgelerin kendisine, kimliğini bilmediği "Bir dost"un gönderdiğini yazmıştır. Bu benim de tanıma şansına eriştiğim "dost"un kimliğini 20 yıl sonra açıklıyorum: Kâzım Karabekir'in damadı merhum Prof. Faruk Özerengin.
Böylece Türkiye, o zamana kadar dümeni kırık, pusulası bozuk, eski bir vapurla İstanbul'dan kaçarak Samsun'a çıktığını söyledikleri Mustafa Kemal Paşa'nın, aslında resmi bir görevlendirmeyle ve en önemlisi de, İngilizlerin onayıyla Anadolu'ya gönderildiğini öğrenmiş oldu.
Bu arada başka şaşırtıcı ayrıntılar da çıktı karşımıza. Genelkurmay ATASE Arşivi'ndeki bir belge bize Mustafa Kemal Paşa'nın yanında hiç de azımsanmayacak büyüklükte bir "karargâh" götürdüğünü göstermektedir. Bu belgeye göre Bandırma vapuruna 20 subay, 5 memur, 50 küçük subay ve 51 de silahsız küçük subay bindirilecek, yanlarına 17 binek hayvanı, 49 katır vs. ile 4 tane de otomobil verilecektir. (Aktaran: Z. Türkmen, "Mütarekeden Milli Mücadele'ye Mustafa Kemal Paşa", Bengisu Yay., 2010, s. 146.)
Lakin bütün bunlar ortaya çıksa da, Türkiye'de İnkılap tarihlerinin zırhını delip içine giremez. Giremez, çünkü İnkılap tarihleri bu tavırlarıyla bilim olma niteliklerini yitirmişler, bir retoriğe, coşkulu nutuklar atma tavrına gömülmüşlerdir. Bütün bu çalışmalarda anlı şanlı profesörlerin, "Ulu Önder Atatürk'ün dediği gibi..." diye başlayan makalelerini okuyunca tarih bilimi adına hüzünlenmemek elde değil. Bir kişiyi tarih üstü bir şahsiyet yapmaya, onu her bakımdan haklı çıkarmaya çalışmaya çalışan bir anlayışın, 1945 öncesi İtalya ve Almanya'sındaki tarihçilikten pek farkı kalmıyor.
İşte Şark Fatihi Kâzım Karabekir Paşa'nın kitapları, 1933'ten beri resmi tarihe bayrak açmasına, Ali Fuat Cebesoy'un hatıraları 1950'lerden itibaren yayınlanmasına, onca belgeye rağmen geldiğimiz nokta 1927'deki anlayışı aşabilmiş değil.
Kâzım Karabekir, yakın tarihi deşifre ettiği kitaplarında bize Milli Mücadele'nin farklı bir anlatısını veriyor. Lakin kimsenin tındığı yok. Peki bu adam hain mi? Değil. Hırsız mı? Asla. Namussuz mu? Haşa. Genelkurmay Başkanlığı anma toplantısı düzenlediğine göre resmen benimseniyor da. Öyleyse neden söyledikleri kaale alınmıyor?
Mesela Karabekir, Milli Mücadele'nin farklı bir öyküsünü anlatmaya şöyle başlıyor:
"19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım. Doğu'daki askeri vaziyet şöyleydi..."
İstanbul'a döndüğümde herkesi çok umutsuz gördüm. Arkadaşım İsmet (İnönü) "Bu iş bitti Kâzım, gidip çiftlik satın alalım, sen Kâzım Ağa ol, ben İsmet Ağa olayım." diyordu. Mustafa Kemal'le Şişli'deki evinde görüştük. Hastaydı. İstanbul'da kalmanın tehlikeli olduğunu ve bir an önce Doğu'ya gidip oranın hırpalanmamış kolordusuyla ve mert halkıyla el ele verip istiklal mücadelesini başlatalım dedim. Fakat o sırada Paşa'nın aklı İstanbul'da kalıp kabineye bakan olarak girmekteydi. Bana "Bu da bir fikirdir" dedi. Ben de ona "Fikir değil, karardır" dedim. Ve en kısa zamanda bir yolunu bulup Doğu'ya gideceğimi, gelmesi halinde kendisini başkomutan olarak karşılayacağımı söyledim. Bana "İyi olayım, düşünürüz" diye cevap verdi. Ben de tayinimi Erzurum'a çıkartarak 12 Nisan 1919 günü "Gülcemal" vapuruyla İstanbul'dan vapurla yola çıktım. 17 Nisan'da Samsun'a, 19 Nisan'da da Trabzon'a çıktım. Oradaki Muhafaza-i Hukuk ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleriyle görüşerek Erzurum Kongresi'nin yapılmasına karar verdik ve Mustafa Kemal Paşa'yı davet ettik. Başlangıçta Erzurumlular Mustafa Kemal'e güvenmedikleri için onu kongreye almak istemediler ve benden güvence istediler. Ben de hem kendilerine güvence verdim hem de huzurumda Paşa'ya yemin ettirdim. M.Kemal Paşa'nın Erzurum Kongresi'ne katılmasının önünü açtım.
Karabekir Paşa'nın sözleri bu şekilde sürüyor. Ancak anlattıklarının bizi çok farklı bir yakın tarih resmiyle karşı karşıya getirdiği kesin.
Şöyle de düşünebilirsiniz:
Eğer Karabekir Paşa savaştan sonra iktidarı ele geçirmiş olsaydı belki de biz 19 Mayıs yerine 19 Nisan'ı İstiklal Savaşı'nın başlangıç tarihi olarak okuyacak, Bandırma vapuru yerine Gülcemal'i hatırlayacak, kutlamaları ise Samsun yerine Trabzon'da yapacaktık. Ya da Ali Fuat Cebesoy'un hatıralarını esas alsaydık onu Milli Mücadele'nin başlatıcısı olarak görecektik.
Ne demek istediğimi şöyle netleştireyim:
Tek odaklı bir tarih, tarihin ancak bir kısmını aydınlatabilir. Bir konak düşünün. Biz sadece bir odasını aydınlatmışız, diğerleri karanlık. Elektrik bağlatmıyoruz, bağlatılmasına da karşı çıkıyoruz. Bu durumda o konağın tamamını temsil ettiğimizi nasıl iddia edebiliriz?
Biz de diyoruz ki, konağın bütün odalarına elektrik bağlansın, herkes konuşsun, içini döksün. Çocuklarımız da bu farklı tarih anlatılarını okuyup tartışarak tarihin aynı zamanda demokrasinin de öğretmeni olduğunu öğrensinler. Zaten ne geldiyse tartışamamaktan gelmedi mi başımıza? "19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım" sözünü bir de bu ışık altında okumaya ne dersiniz?
Mustafa Armağan
(Zaman, 15.05.2011)
Nezih Uzel'in haberine göre, 1972 yılında görüştüğü İngilizlerin istihbarat dairesi başkanı Yüzbaşı Bennett, İngilizlerin, "millî hareketi" başlatmak üzere Anadolu'ya gittiğinin farkına varmalarına rağmen Mustafa Kemal'e engel olmadıklarını söylemiştir. Hemen itirazlar gelir: Madem İngilizler vize verdi, öyleyse belgesi nerede?
Bunun cevabını Türkiye 2 yıl sonra yine gazetemizden öğrenecektir. 19 Mayıs 1991 tarihli "Zaman"ın manşeti bu defa "Samsun'a İngiliz vizesi" şeklindedir ve tam 6 belge ilk kez görücüye çıkmaktadır. (Sonradan bazı hokkabazlar kitaplarında bu belgeleri ilk defa kendilerinin yayınladığını yazarak pay kapmaya çalışacaktır ama nafile.) Haberi yapan Vehbi Vakkasoğlu, belgelerin kendisine, kimliğini bilmediği "Bir dost"un gönderdiğini yazmıştır. Bu benim de tanıma şansına eriştiğim "dost"un kimliğini 20 yıl sonra açıklıyorum: Kâzım Karabekir'in damadı merhum Prof. Faruk Özerengin.
Böylece Türkiye, o zamana kadar dümeni kırık, pusulası bozuk, eski bir vapurla İstanbul'dan kaçarak Samsun'a çıktığını söyledikleri Mustafa Kemal Paşa'nın, aslında resmi bir görevlendirmeyle ve en önemlisi de, İngilizlerin onayıyla Anadolu'ya gönderildiğini öğrenmiş oldu.
Bu arada başka şaşırtıcı ayrıntılar da çıktı karşımıza. Genelkurmay ATASE Arşivi'ndeki bir belge bize Mustafa Kemal Paşa'nın yanında hiç de azımsanmayacak büyüklükte bir "karargâh" götürdüğünü göstermektedir. Bu belgeye göre Bandırma vapuruna 20 subay, 5 memur, 50 küçük subay ve 51 de silahsız küçük subay bindirilecek, yanlarına 17 binek hayvanı, 49 katır vs. ile 4 tane de otomobil verilecektir. (Aktaran: Z. Türkmen, "Mütarekeden Milli Mücadele'ye Mustafa Kemal Paşa", Bengisu Yay., 2010, s. 146.)
Lakin bütün bunlar ortaya çıksa da, Türkiye'de İnkılap tarihlerinin zırhını delip içine giremez. Giremez, çünkü İnkılap tarihleri bu tavırlarıyla bilim olma niteliklerini yitirmişler, bir retoriğe, coşkulu nutuklar atma tavrına gömülmüşlerdir. Bütün bu çalışmalarda anlı şanlı profesörlerin, "Ulu Önder Atatürk'ün dediği gibi..." diye başlayan makalelerini okuyunca tarih bilimi adına hüzünlenmemek elde değil. Bir kişiyi tarih üstü bir şahsiyet yapmaya, onu her bakımdan haklı çıkarmaya çalışmaya çalışan bir anlayışın, 1945 öncesi İtalya ve Almanya'sındaki tarihçilikten pek farkı kalmıyor.
İşte Şark Fatihi Kâzım Karabekir Paşa'nın kitapları, 1933'ten beri resmi tarihe bayrak açmasına, Ali Fuat Cebesoy'un hatıraları 1950'lerden itibaren yayınlanmasına, onca belgeye rağmen geldiğimiz nokta 1927'deki anlayışı aşabilmiş değil.
Kâzım Karabekir, yakın tarihi deşifre ettiği kitaplarında bize Milli Mücadele'nin farklı bir anlatısını veriyor. Lakin kimsenin tındığı yok. Peki bu adam hain mi? Değil. Hırsız mı? Asla. Namussuz mu? Haşa. Genelkurmay Başkanlığı anma toplantısı düzenlediğine göre resmen benimseniyor da. Öyleyse neden söyledikleri kaale alınmıyor?
Mesela Karabekir, Milli Mücadele'nin farklı bir öyküsünü anlatmaya şöyle başlıyor:
"19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım. Doğu'daki askeri vaziyet şöyleydi..."
Bu sert cümle, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın "Nutuk"una başlarken kullandığı "19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktım" cümlesine bir tür meydan okumadır. Arkasından da özetle şunları der:
İstanbul'a döndüğümde herkesi çok umutsuz gördüm. Arkadaşım İsmet (İnönü) "Bu iş bitti Kâzım, gidip çiftlik satın alalım, sen Kâzım Ağa ol, ben İsmet Ağa olayım." diyordu. Mustafa Kemal'le Şişli'deki evinde görüştük. Hastaydı. İstanbul'da kalmanın tehlikeli olduğunu ve bir an önce Doğu'ya gidip oranın hırpalanmamış kolordusuyla ve mert halkıyla el ele verip istiklal mücadelesini başlatalım dedim. Fakat o sırada Paşa'nın aklı İstanbul'da kalıp kabineye bakan olarak girmekteydi. Bana "Bu da bir fikirdir" dedi. Ben de ona "Fikir değil, karardır" dedim. Ve en kısa zamanda bir yolunu bulup Doğu'ya gideceğimi, gelmesi halinde kendisini başkomutan olarak karşılayacağımı söyledim. Bana "İyi olayım, düşünürüz" diye cevap verdi. Ben de tayinimi Erzurum'a çıkartarak 12 Nisan 1919 günü "Gülcemal" vapuruyla İstanbul'dan vapurla yola çıktım. 17 Nisan'da Samsun'a, 19 Nisan'da da Trabzon'a çıktım. Oradaki Muhafaza-i Hukuk ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleriyle görüşerek Erzurum Kongresi'nin yapılmasına karar verdik ve Mustafa Kemal Paşa'yı davet ettik. Başlangıçta Erzurumlular Mustafa Kemal'e güvenmedikleri için onu kongreye almak istemediler ve benden güvence istediler. Ben de hem kendilerine güvence verdim hem de huzurumda Paşa'ya yemin ettirdim. M.Kemal Paşa'nın Erzurum Kongresi'ne katılmasının önünü açtım.
Karabekir Paşa'nın sözleri bu şekilde sürüyor. Ancak anlattıklarının bizi çok farklı bir yakın tarih resmiyle karşı karşıya getirdiği kesin.
Şöyle de düşünebilirsiniz:
Eğer Karabekir Paşa savaştan sonra iktidarı ele geçirmiş olsaydı belki de biz 19 Mayıs yerine 19 Nisan'ı İstiklal Savaşı'nın başlangıç tarihi olarak okuyacak, Bandırma vapuru yerine Gülcemal'i hatırlayacak, kutlamaları ise Samsun yerine Trabzon'da yapacaktık. Ya da Ali Fuat Cebesoy'un hatıralarını esas alsaydık onu Milli Mücadele'nin başlatıcısı olarak görecektik.
Ne demek istediğimi şöyle netleştireyim:
Tek odaklı bir tarih, tarihin ancak bir kısmını aydınlatabilir. Bir konak düşünün. Biz sadece bir odasını aydınlatmışız, diğerleri karanlık. Elektrik bağlatmıyoruz, bağlatılmasına da karşı çıkıyoruz. Bu durumda o konağın tamamını temsil ettiğimizi nasıl iddia edebiliriz?
Biz de diyoruz ki, konağın bütün odalarına elektrik bağlansın, herkes konuşsun, içini döksün. Çocuklarımız da bu farklı tarih anlatılarını okuyup tartışarak tarihin aynı zamanda demokrasinin de öğretmeni olduğunu öğrensinler. Zaten ne geldiyse tartışamamaktan gelmedi mi başımıza? "19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım" sözünü bir de bu ışık altında okumaya ne dersiniz?
Mustafa Armağan
(Zaman, 15.05.2011)