Geçenlerde gençleri, 27 Mayıs'ın bir zamanlar bayram ve tatil günü olduğuna inandırmakta epey zorlandım. Nasıl yani? diyorlardı saf saf (ah bu gençlerin saflığı!).
Darbe ve bayram, öyle mi? Öyle, hem de caddelerde rap rap askerler yürürdü. Acıyarak baktıklarını hissettim. Galiba ilk defa Ahmet Haşim'in "Melâli anlamayan nesle aşina değiliz" yakınışı boşlukta yüzüyordu. Bu nesil hakikaten "melali" anlamıyor. Hem "melal" kelimesini bilmiyor, hem de bizim gibi "melalleri" yaşamamış.
Zaten yaşamasın da. Yalnız bu günlere nasıl geldiğimizi iyi öğrensin. Bu günlerin kıymetini bilmek için kayıp yılları tarihin aynasında seyretmeleri şart.
Ancak aynamızı puslandıranlar var, bunları tanımaları gerekiyor. Adam kalkıyor, Hasan Tahsin'den kahraman inşa ediyor. Nasıl oluyor da iri kıyım bir "Türk Devrim Tarihi" kitabının 80. sayfasında "Hukuk-ı Beşer" gazetesinin "sahibi" (ki sahibi değil, başyazarıdır) Hasan Tahsin adlı "yurtsever"in Yunanlılara ateş açtığı yazılırken, 81. sayfasında aynı gazeteyi çıkaran Sulh ve Selamet Cephesi'nin "bölücü" olduğundan söz edilebiliyor?
İnkılap ya da Devrim tarihlerimiz maalesef akıldan yoksun bir üslupla yazılmakta.
Örnekler çok. Mesela 1918 Filistin-Suriye bozgunumuz. Resmi tarihin avukatları Filistin cephesinden çekilen kuvvetler içinde Mersinli Cemal Paşa'nın başında olduğu 4. ve Cevad Çobanlı Paşa'nın komutasındaki 8. orduların hatalarına çok sık değinirler; gelgelelim Mustafa Kemal Paşa'nın komutasındaki 7. Ordu'nun İngilizlerce imha edildiğini yazmazlar. Acar bir Kemalist, 1204 sayfalık bir "Gazi" kitabı yazıyor ama nedense 7. Ordu bozgununu atlıyor (Dersim'i atladığı gibi). Sadece başarılı olduğu yerleri yaz, başarısızlığa tahammül edeme, buna da tarih de.
Öbür tarafta General Allenby 7. ve 8. orduların çekilme yollarını süvari birlikleriyle tıkayarak her iki orduyu da büyük ölçüde imha veya esir ettiğini (ki bunu, Gen. Fahri Belen "20. Yüzyılda Osmanlı Devleti" adlı kitabında nasılsa itiraf etmiştir) savaş raporuna yazmıştır. İşte 19-20 Eylül günleri için yazdıkları:
"36 saat zarfında 8. Ordu'nun büyük kısmı mağlup edildi. 7. Ordu kıtaları da Samariye tepelerinden geri çekilmeye zorlandı. Piyadelerimiz geri çekilen düşmanı süratle takip ederek süvari kıtalarımızın arasına sürdü. Bunun sonucunda 7. ve 8. Türk orduları bütün silah ve malzemeleriyle elimize düştü."
Allenby 24 Eylül'de kalan son birliklerin de esir alınarak her iki ordunun varlığına son verildiğini yazıyor. Toplam 57 bin esir alınmış, bunların 5.500'ü subaymış. Raporda 360 top ve üç Türk ordusunun (4., 7. ve 8. orduların) silah ve malzemelerinin ele geçirildiği de belirtiliyor.
Suskunluğun sebebini anladınız mı?
Amcası Vacid Asena I. Dünya Savaşı'nda İnönü'nün emir subayı olarak görev yapan Duygu Asena'nın vaktiyle şu yazdıkları da çok ilginçtir:
"Suriye cephesinde İnönü'nün atı vuruluyor ve esir düşme tehlikesi doğuyor. Onun üzerine İsmet İnönü, amcamın atına binerek kaçmayı başarıyor. Ama atsız kalan amcam esir düşüyor, acı günler yaşıyor." (Milliyet, 10 Nisan 1993).
Vay efendim, İnönü kaçar mıymış? Bu yazı üzerine kızılca kıyamet kopmuş, merhume Asena neredeyse lince maruz kalmıştı. İnönü'nün Biruseba savaşında sorumluluk almayarak nasıl feci hatalar yaptığını, bu yüzden General Von Kress tarafından suçlanıp Genelkurmay'a şikayet edildiğini ve kendini savunduğunu günün birinde yazarım inşallah.
(Sultan Abdülaziz'i 30 Mayıs'ta tahttan indirildikten sonra iki hizmetkârının arasında gösteren bu fotoğrafı,
ölümünden önceki son görüntüsüdür. Gözlerindeki dehşet ifadesi fark edilmeyecek gibi değil.) Gördüğünüz gibi Cihan Harbi'ndeki hezimetlerin hesabı henüz sorulmamıştır. Tarihî gerçeklerin üzeri kapatılarak, belgeler karartılarak sil baştan bir tarih uydurulmuştur. Sonradan siyaset sahnesine egemen olanlar, tarih kitaplarını kendilerini merkeze koyarak yeniden yazdırdıkları için yakın tarihimizin altüst olduğunu, at izinin it izine karıştığını bilmeden mesafe almamız mümkün değil.
Bizim "melal"imiz bundandır sevgili gençler. 27 Mayıs yerine 30 Mayıs'ın "darbecileri lanetleme bayramı" ilan edilmesini ve 4 Haziran'ın da bir Osmanlı padişahının, Abdülaziz'in kanlı sonunu hatırlatan gün olarak Zorlu, Polatkan ve Menderes'in idam fotoğraflarının sergilendiği gün olmasını istememizin esas sebebi de budur.
Bundan 135 yıl önce, 30 Mayıs 1876'da Abdülaziz'e karşı başlayan uğursuz darbecilik geleneği, Ayışığı'ydı, Balyoz'du, şuydu buydu derken neyse ki, ensemizi sıyırarak geçti ve günümüzde sönmeye yüz tutmuş durumda. Bunda 27 Nisan Muhtırası'na karşı dik bir duruş sergilenmesinin büyük payı olduğu kuşkusuz ama yetmez. Bu duruş devam etmeli. Ta ki, sivil bir demokrasinin, insan haklarının, özgürlüklerin önünü kapatacak gelişmelere son verecek bir anayasal mekanizma ve toplumsal direnç oluşturulabilsin.
Baksanıza, 1 Haziran 2011 günkü "Aydınlık" gazetesinde Yalçın Küçük, Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner'in 19 Mayıs'ta fakir gibi alternatif tarih yazarlarına verdiği "muhtıra"nın yeni bir 27 Mayıs olduğunu iddia edebiliyor. Küçük, "Işık Paşa Hazretlerinin mühim 19 Mayıs Harbiye Nutku ile Deniz Tatbikatına İnen Balyozu biliyoruz" diye el çırpıyor ve "Başta Işık Paşa hazretleri, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 27 Mayıs'ını tebrik ediyorum. İyi olmuştur ve devrim'dir ve bayram'dır. Silivri'de zinde İttihat ve Terakki yelleri var." diye ekliyordu.
Şifreler yerli yerinde: İttihat ve Terakki, 27 Mayıs, TSK, zinde güçler, Balyoz, Harbiye Nutku vs. Unutmuyorlar ve unutturmuyorlar velhasıl.
Fakat şunu da sormadan edemiyor insan: Org. Koşaner acaba kitaplarını okursa Yalçın Küçük'ün yüzü kızaracak mıdır? Sadece birkaç cümlesini yazmama izin verin:
"Kemal Paşa Tarihi, tutarlığını ölümle sağlayan bir yazımdır./ Kemal bir abartma ve Kemalizm bir yabancılaşmadır./ Kemal, kendine güveni olmayan bir kişiliğe sahip görünüyor. / Annesini sevmediği izlenimini veren işaretler var. / Kemal askerler arasında pek az İngiliz yanlısından birisidir. / Kemal ancak güçlü olduğuna kesinkes inandığı zamanda hücuma geçebilen ve acımasız olabilendir." ("Türkiye Üzerine Tezler", c. 5, 1992, s. 15-655.)
Atatürk'e 'abartma kahraman' diyenleri baş tacı edenler iyi düşünsünler derim. Bir de kimse hafızamızla alay etmeye kalkmasın. Artık yutmuyoruz.
Mustafa Armağan
(Zaman, 05.06.2011)
Darbe ve bayram, öyle mi? Öyle, hem de caddelerde rap rap askerler yürürdü. Acıyarak baktıklarını hissettim. Galiba ilk defa Ahmet Haşim'in "Melâli anlamayan nesle aşina değiliz" yakınışı boşlukta yüzüyordu. Bu nesil hakikaten "melali" anlamıyor. Hem "melal" kelimesini bilmiyor, hem de bizim gibi "melalleri" yaşamamış.
Zaten yaşamasın da. Yalnız bu günlere nasıl geldiğimizi iyi öğrensin. Bu günlerin kıymetini bilmek için kayıp yılları tarihin aynasında seyretmeleri şart.
Ancak aynamızı puslandıranlar var, bunları tanımaları gerekiyor. Adam kalkıyor, Hasan Tahsin'den kahraman inşa ediyor. Nasıl oluyor da iri kıyım bir "Türk Devrim Tarihi" kitabının 80. sayfasında "Hukuk-ı Beşer" gazetesinin "sahibi" (ki sahibi değil, başyazarıdır) Hasan Tahsin adlı "yurtsever"in Yunanlılara ateş açtığı yazılırken, 81. sayfasında aynı gazeteyi çıkaran Sulh ve Selamet Cephesi'nin "bölücü" olduğundan söz edilebiliyor?
İnkılap ya da Devrim tarihlerimiz maalesef akıldan yoksun bir üslupla yazılmakta.
Örnekler çok. Mesela 1918 Filistin-Suriye bozgunumuz. Resmi tarihin avukatları Filistin cephesinden çekilen kuvvetler içinde Mersinli Cemal Paşa'nın başında olduğu 4. ve Cevad Çobanlı Paşa'nın komutasındaki 8. orduların hatalarına çok sık değinirler; gelgelelim Mustafa Kemal Paşa'nın komutasındaki 7. Ordu'nun İngilizlerce imha edildiğini yazmazlar. Acar bir Kemalist, 1204 sayfalık bir "Gazi" kitabı yazıyor ama nedense 7. Ordu bozgununu atlıyor (Dersim'i atladığı gibi). Sadece başarılı olduğu yerleri yaz, başarısızlığa tahammül edeme, buna da tarih de.
Öbür tarafta General Allenby 7. ve 8. orduların çekilme yollarını süvari birlikleriyle tıkayarak her iki orduyu da büyük ölçüde imha veya esir ettiğini (ki bunu, Gen. Fahri Belen "20. Yüzyılda Osmanlı Devleti" adlı kitabında nasılsa itiraf etmiştir) savaş raporuna yazmıştır. İşte 19-20 Eylül günleri için yazdıkları:
"36 saat zarfında 8. Ordu'nun büyük kısmı mağlup edildi. 7. Ordu kıtaları da Samariye tepelerinden geri çekilmeye zorlandı. Piyadelerimiz geri çekilen düşmanı süratle takip ederek süvari kıtalarımızın arasına sürdü. Bunun sonucunda 7. ve 8. Türk orduları bütün silah ve malzemeleriyle elimize düştü."
Allenby 24 Eylül'de kalan son birliklerin de esir alınarak her iki ordunun varlığına son verildiğini yazıyor. Toplam 57 bin esir alınmış, bunların 5.500'ü subaymış. Raporda 360 top ve üç Türk ordusunun (4., 7. ve 8. orduların) silah ve malzemelerinin ele geçirildiği de belirtiliyor.
Suskunluğun sebebini anladınız mı?
Amcası Vacid Asena I. Dünya Savaşı'nda İnönü'nün emir subayı olarak görev yapan Duygu Asena'nın vaktiyle şu yazdıkları da çok ilginçtir:
"Suriye cephesinde İnönü'nün atı vuruluyor ve esir düşme tehlikesi doğuyor. Onun üzerine İsmet İnönü, amcamın atına binerek kaçmayı başarıyor. Ama atsız kalan amcam esir düşüyor, acı günler yaşıyor." (Milliyet, 10 Nisan 1993).
Vay efendim, İnönü kaçar mıymış? Bu yazı üzerine kızılca kıyamet kopmuş, merhume Asena neredeyse lince maruz kalmıştı. İnönü'nün Biruseba savaşında sorumluluk almayarak nasıl feci hatalar yaptığını, bu yüzden General Von Kress tarafından suçlanıp Genelkurmay'a şikayet edildiğini ve kendini savunduğunu günün birinde yazarım inşallah.
ölümünden önceki son görüntüsüdür. Gözlerindeki dehşet ifadesi fark edilmeyecek gibi değil.)
Bizim "melal"imiz bundandır sevgili gençler. 27 Mayıs yerine 30 Mayıs'ın "darbecileri lanetleme bayramı" ilan edilmesini ve 4 Haziran'ın da bir Osmanlı padişahının, Abdülaziz'in kanlı sonunu hatırlatan gün olarak Zorlu, Polatkan ve Menderes'in idam fotoğraflarının sergilendiği gün olmasını istememizin esas sebebi de budur.
Bundan 135 yıl önce, 30 Mayıs 1876'da Abdülaziz'e karşı başlayan uğursuz darbecilik geleneği, Ayışığı'ydı, Balyoz'du, şuydu buydu derken neyse ki, ensemizi sıyırarak geçti ve günümüzde sönmeye yüz tutmuş durumda. Bunda 27 Nisan Muhtırası'na karşı dik bir duruş sergilenmesinin büyük payı olduğu kuşkusuz ama yetmez. Bu duruş devam etmeli. Ta ki, sivil bir demokrasinin, insan haklarının, özgürlüklerin önünü kapatacak gelişmelere son verecek bir anayasal mekanizma ve toplumsal direnç oluşturulabilsin.
Baksanıza, 1 Haziran 2011 günkü "Aydınlık" gazetesinde Yalçın Küçük, Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner'in 19 Mayıs'ta fakir gibi alternatif tarih yazarlarına verdiği "muhtıra"nın yeni bir 27 Mayıs olduğunu iddia edebiliyor. Küçük, "Işık Paşa Hazretlerinin mühim 19 Mayıs Harbiye Nutku ile Deniz Tatbikatına İnen Balyozu biliyoruz" diye el çırpıyor ve "Başta Işık Paşa hazretleri, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 27 Mayıs'ını tebrik ediyorum. İyi olmuştur ve devrim'dir ve bayram'dır. Silivri'de zinde İttihat ve Terakki yelleri var." diye ekliyordu.
Şifreler yerli yerinde: İttihat ve Terakki, 27 Mayıs, TSK, zinde güçler, Balyoz, Harbiye Nutku vs. Unutmuyorlar ve unutturmuyorlar velhasıl.
Fakat şunu da sormadan edemiyor insan: Org. Koşaner acaba kitaplarını okursa Yalçın Küçük'ün yüzü kızaracak mıdır? Sadece birkaç cümlesini yazmama izin verin:
"Kemal Paşa Tarihi, tutarlığını ölümle sağlayan bir yazımdır./ Kemal bir abartma ve Kemalizm bir yabancılaşmadır./ Kemal, kendine güveni olmayan bir kişiliğe sahip görünüyor. / Annesini sevmediği izlenimini veren işaretler var. / Kemal askerler arasında pek az İngiliz yanlısından birisidir. / Kemal ancak güçlü olduğuna kesinkes inandığı zamanda hücuma geçebilen ve acımasız olabilendir." ("Türkiye Üzerine Tezler", c. 5, 1992, s. 15-655.)
Atatürk'e 'abartma kahraman' diyenleri baş tacı edenler iyi düşünsünler derim. Bir de kimse hafızamızla alay etmeye kalkmasın. Artık yutmuyoruz.
Mustafa Armağan
(Zaman, 05.06.2011)