30 Mayıs 2009 Cumartesi

Siyasi Tarih 1914-1994

Giriş:
Herkesin yaşam, kişi özgürlüğü ve güvenlik hakki vardır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi Madde 3
Fransız devrimi öncesinin en büyük savaşı olan "30 yıl savaşları"nın, Westphalia (1648) barış antlaşması ile son bulması sonucu Almanya parçalanmış, Avrupa karışmış ve Fransa bu savaştan en karlı çıkan devlet olmuştur. Dünya siyasetine yön verecek üstünlüğünü ele geçirmiştir. Şüphesiz Fransa’nın bu güce ulaşmasında en büyük rol oynayan kral 14. Louis’tir. 5 yaşında iken tahta geçmiş ama yaşı nedeniyle ülkenin yönetimini 23 yaşına kadar Kral Naibi Kardinal Marazin’e bırakmıştır. Marazin’nin yanlış tutumu isyanlara neden olmuş ve başkaldıran toprak aristokratlarının sesi 14. Louis başa geçmesi ile son bulmuştur. Ülke başında bulunan 14. Louis (1643–1715) dengeli bir iç ve dış politikası uyguladı. 14. Louis, içte müthiş bir ordu kurmuş ve ülke içindeki toprak aristokratlarının üstünlük iddialarına karşı, kralın yönetimini aristokratların yönetimine tercih eden halkı arkasına alarak merkeziyetçi otorite ile bütünlüğü sağladı. 14.Louis'in dış politika uygulamarında ise İspanya’ya veraset yolu ile sahip olmak istediği vardı. Bu sebeple İspanya Kralı 2. Charles’ın vücutça ve kafaca özürlü olan kız kardeşi ile evlenmiştir ama 2. Charles ölürken bırakmış olduğu akıllı vasiyet ile İspanyayı 14. Louis’ nın toruna bırakmış ve Fransa ile İspanya'nın birleşmesini engellemiştir. Çaresiz bunu kabul eden 14. Louis daha sonra kıyameti koparmış ve "İspanya Veraset Savaşı" nı başlatmıştır. Savaştan yenik ayrılan Fransa Utrecht antlaşmasını (1713) imzaladı. Her ne kadar Amerika kıtasındaki Newfondland ve Nova Scotıa kolonilerini İngiltere'ye kapırsada, Almanya'nın karmaşa içinde olması, İtalyan'ın parçalanması ve İspanya'nın etkisi altında olması Fransa'yı savaş sonrası güçlü bir devlet yaptı. Avrupa da Fransa'ya tek rakip devlet İskoçya ile birleşen ve Amerika da iki koloni elde eden İngiltere idi. Fransa'nın bu güçlenmesi ekonomisindeki iyileşme Fransa içinde burjuva ve tüccarların gücünün artmasına neden oldu.
14. Louis'nın 1715 yılında ölümü ile Fransa askeri gücünü yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Her ne kadar 14. Louis Avrupa güç dengesini bozmaya çalışsada İngiltere'nin 1689 yılında "Büyük İttifaka" girmesi ile güçlenmesini engelleyemedi. Diğer bir olay ise (1756–1763) 7 yıl savaşlarında İngiltere’nin kesin bir galibiyet kazanmasıdır. İngiltere Hindistan ve Amerika’da ki Fransız topraklarını ele geçirdi. 7 yıl savaşları sonrası imzalanan Paris antlaşmasın da İngiltere dünyanın tek gücü haline gelirken Fransa kan kaybetmiş ve deniz aşırı topraklardaki sömürgelerini kaybetmeştir.
7 yıl savaşlarının bir diğer etkisi Amerika kıtası üzerinde olmuştur. Fransa'nın yenilgisi ile Kuzey Amerika’daki koloniler güçlü bir devlet istilası korkusundan kurtulmuş ve bu güven duygusu bağımsızlık ruhunun gelişmesinde etkili olmuştur. Dünyanın en büyük deniz ve sömürge gücü olan İngiltere’nin sömürgelerinden savaş giderlerini çıkarmak istemesi ve bunu vergi aracılığı ile yapmak istemesi tepkiye neden oldu. Savaştan yenik çıkan Fransa ise İngiltere'den intikamını alabilmek için 13 koloninin bağımsızlık hareketini destekledi ve Fransa'nın cömert yardımları ile Amerika 1776 resmen bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Devrim öncesi Cumhuriyet yönetimine karşı çıkacak Avrupa’nın, Fransalılara devrimde örnek teşkil edecek Amerika’nın, Fransa’nın karşısına dünya devleti olarak çıkacak olan İngiltere’nin ve devrimin gerçekleşeceği Fransa’ nın durumu kısaca böyle idi.
14. Louis zamanında elde edilen zaferler ile Fransa ekonomisi ilerleme kaydetmiş ve burjuvalar güç kazanmaştır. 14. Louis ' in ölümü ve 7 yıl savaş yenilgisi ile de Fransa Krallığı yavaş yavaş güç kaybetmeye neden başlamıştır. Çözüm olarak savaş giderlerini halktan almaya başlamış alınan bu ağır vergilere rağmen vergi muaf sınıfının çokluğu nedeniyle bu vergiler lüks sarayı giderlerinden bile karşılayamaz duruma geldi. Bu iç bunalıma çare bulmak için 1789 yılında 1614 yılından beri toplanmayan parlamento toplandı. Parlementoya katılan tüccar ve burjuvalar soyluların ayrıcalarına tepki gösterdiler. Vergilerin düzene konması ve azaltılması ayrıca gümrük duvarının indirilmesini açıkça söylediler. Bir anayasa isteyen halk kurucu meclis kurdu ve tepti çekmek istemeyn 18. Louis bu karara boyun eğdi ama meclisi dağıtmak için asker topladı. Kralın bu tutumuna karşı halk ayaklanarak despotizme olan tepkilerini 14 Temmuz 1789 da ıÜüKrallığın baskıcı rejiminin simgesi ve siyasi suçluların bulunduğu Bastille hapishanesini yakıp yıktılar. Amerika’yı örnek alan devrimciler öncelikle "İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi" yayınlandı. Sonra kurucu meclis bir ananaysa hazırladı Kralın yetkileri sınırlandırıldı ve siyasal iktidarı kral ile halkın seçtiği bir parlamento arasında paylaştırıldı. Anayasa 1792 de kabul edildi ve kurucu meclis kendini feshetti.
Cumhuriyet Dönemi;
Fransa’dan diğer ülkelere kaçıp mülteci duruma düşen soylular ve devrimcilere karşı kutsal bir savaş açma hazırlığına girdiler ve sadece Fransa değil bütün Avrupa devrimcilere ve eski rejimciler olarak ikiye ayrıldı. Bu sırada Fransa’da siyasi sahnede egemen olan burjuvalar 11 yıl boyunca Fransa’nın mülki askeri ve dini kuruluşlarını yeniden düzenledi. Ülke içi yapılanma yanında ülke dışı yapılanmayı göz ardı etmeyen burjuvalar istilalara karşı Avustralya ve Prusya’ya savaş ilan ettiler. Savaş iyice büyüdü ve Fransa kısa bir zaman sonra birçok ülke ile savaşır hale geldi. Bütün Avrupaya karşı yapılan bu savaşın götürüsü büyük oldu ve bu ekonomik bunalıma çıkış yolu öneren ve mallara el koyma yasasını onaylayan 16. Louis tahtan indirilerek idam edildi. Yenilgiler yönetimi zayıflattı.
Terör dönemi;
20 Eylül 1792de Fransa da Ulasal kovanıyon dönemi başladı (1792–1795) bu dönemde ülke başına radikal devrimci olan ve iktidarı daha demokratik bir zemine oturtmayı planlayan ve muhaliflere karsı şiddet uygulayan jakobenler geçti ve önderleri Maximillien Robespierre idi. Alman prensliklerinin orduları doğudan ve kuzeyden Fransa’ya girmiştir. İngilizler hem güneyden hem batıdan Fransa ya saldırmışlardır. Ülke çaresiz ve tükenmiş bir haldedir ve tam bu tarihten 14 hafta sonra bütün Fransa da denetim jakobenler tarafından sağlanmış ve düzen kurulmuştur, işgalciler kovulmuştur ve Ulasal bir savaş seferberliği başlatan Robesspierre kısa zamanda istilayı püskürtmekle kalmadı ve taarruza gererek Hollanda, İsviçre ve Kuzey İtalya’yı topraklarına kattı. Arık tek rakip İngiltere idi.diştaki bu başarılar ülke sınırlarını garanti altına alırken giderler yine halktan karşılandı. ıÜüKitle halinde askere almalar, el koymalar, tutuklamalar, idamlar, hayat pahalılığına karşı kararnameler, zenginlerin mallarına vergi koymalar gibi bir dizi sert tedbirler alındı. Artık büyük terör dönemiydi ve Robespierre'in Terör Rejimine olan tepkiler arttı. Toprak reformunu askıya alınması siyasal istikrarsızlık savaş koşullarının getirdiği olumsuzlukları (paranın değer kaybetmesi gibi) konvansiyon yönetimi aşırı baskı ile örtbas etmeye çalıştı ve terör rejiminin önüne geçilemedi. Bilânço bu 3 yılık terör boyunca giyotinde öldürülenlerin %8'i soylu, %14' ü burjuva , %6 'sı din adamı ve %70' i köylülerdi. Devrimin en kanlı dönemi bu 3 yıllık süredir. Sonuç olarak tamamen amacını aşan jakobenler 1795 de yıkıldı ve 27 Temmuz 1794 Robespierre idam edildi. Yerini Direktuvarlar yönetimi devraldı ( Anayasal Cumhuriyet Dönemi ).
Direktuvar Dönemi;
1799 yılına kadar süren Direktuvar yönetimi savaş alanındaki başarılarını devam ettirdi. Fethettiği yerlerde kralları yıkarak Cumhuriyet rejimleri kurdu. ama ekonomisi kotu olan Fransa durumunu düzeltmek için kurtarılan devletlerin yağmalanmasına engel olmadı ve bu savaşlar gittikçe eski rejimin saldırılarına benzemeye başladı. Yanı dırektuvarlarda kendilerinden isteneni yapmadı ve köylü ve işçilerin yükünü hafifletmedi. Bu da Napolyon’un işine yaradı.
İmparatorluk dönemi;
Savaşlarda kazandığı başarılar ile ünlenen ve halkın güvenini kazanan Napolyon halkın desteğini arkasına alarak dırektuar yönetimini yıkarak kendisinin büyük yetkiler içinde olduğu bir konsül yönetimi kurdu.1799’dan 1815’e kadar artarak güçlenen ve kıtada egemenlik için savaşlar yapan Bonapart, 1804’te kendisini imparator ilan etmiş ve kendi öz monarşisini yaratmıştı. Bunu gerçekleştiren anayasa üç milyona karşı bin beş yüz oyla kazanmıştır bu da Napolyon’un halk desteğini açıkça göstermektedir. Ayrıca Napolyon sadece bir kesime değil her bireye hitap eden reformlar yapmıştır. Napolyon bir çok galibiyet kazanmasına rağmen Rusya’ya yaptığı sefer Napolyon’un sonunu hazırlamış 600 000 lık büyük ordusu ile çıktığı seferden 1500 kişi dönmüş ve 1814 yılındaki son askeri kampanyası ile Fransa işgal edildi ve Napolyon Elbe ye sürgün gönderildi. Napolyon’un yenilmesi ve 1815 viyana kongresi ile eski düzenin getirilmeye çalışıldı.
Ve yine Monarşi;
Fransa tahtına oturan 18.Louis 1824 yılına kadar basta kaldı. Louis belli bir miktarda devrimi anlamış ve monarşi yerine anayasalı meclisli bir yönetim kurmuştur ama gücün yozlaştırıcı etkisinde kalan 18. Louis kısa bir zaman sonra yeniden mutlak yönetimi seçti özgürlükleri kısıtladı ve üniversiteleri denetim altına aldı basına sansür koydu. Fransa uzun bir zaman sonra yine başa döndü ve Sonunda Napolyon'un yenilmesiyle son bulan İmparatorluk dönemi yerini krallık yönetimine bıraktı. Fransa devrim sözcüğü altında kavram mücadelesi verirken başa geçen her lider bir öncekini aratan eylemlerde bulunmuş ve Fransa’nın 26 yıllık devrim serüveni giyotin bıçağı altındaki terör eylemlerinden ileri gidememiştir ve bütün bu idamlar insan hakları adı altında yapılmıştır.

3 Mayıs 2009 Pazar

ermeni raporu

















'ERMENİ
RAPORU'


 


    
1915 olaylarının 90'ıncı
yılında Ermeniler'in çıkış
yapacağından hareket eden Türkiye her alanda karşı
atakta. Devlet arşivleri açılıyor. Genelkurmay
ise farklı bir çalışma başlattı.


    
Genelkurmay Başkanlığı,
Ermeni diasporasının girişimleriyle gündeme yoğun
bir şekilde getirileceği söylenen Ermeni konusu ile
ilgili bir rapor hazırladı. Genelkurmay Başkanlığı'nın
sitesinde yer alan dosya:


    
1960'lı yılların ikinci
yarısından itibaren, çeşitli ülkelerde
yerleşik olan Ermeni grupların, Türkiye aleyhine
başlattıkları karalama kampanyaları ile varlığını
hissettiren sözde Ermeni sorunu, 1973'den sonra "Kanlı
Ermeni Terörizmi"ne dönüşmüştür.


    
Bu tarihten itibaren Türkiye'ye
yönelik Ermeni faaliyetleri, "Dört T" planı
çerçevesinde uygulamaya konulmuştur. bu plan,
sözde Ermeni sorununun tüm dünyada tanıtılması
(terörizm ile), tanınması (soykırımın
kabulü aşaması), tazminat alınması
(Türkiye'den) ve toprak elde edilmesi (Türkiye'den)
aşamalarını içermektedir.


    
Bugün, maksatlı olarak
gündemde tutulmaya çalışılan sözde
Ermeni sorununun ne derece mesnetsiz olduğunu ve ne tür
çıkar kaygıları ile ortaya atıldığını
daha iyi anlayabilmek için tarihsel gelişiminin
incelenmesinde fayda görülmektedir.


 


2.
ERMENİ KİMLİĞİ VE TARİHTE TÜRK-ERMENİ
İLİŞKİLERİ:


 


    
Tarihte, "Ermenistan neresidir?
nerede başlar? ve nerede biter?" sorularına cevap
vermek çok güçtür. ansiklopedik kaynaklarda;
Erivan, Gökçegöl, Nahçıvan, Rumiye gölü
kuzeyi ve Mako bölgesine, yukarı memleket anlamına
gelen Armenia, bu yörelerde yaşayan halka ise Ermeni
denildiği yer almaktadır.


    
Ermeni tarihçilerin bir kısmı,
M.Ö. altıncı yüzyılda kuzey Suriye ve
Kilikya Bölgesi'nde yaşayan Hititlerden olduklarını,
bir diğer kısmı ise Nuh'un oğullarından
Hayk'a dayandıklarını iddia etmektedir. Bunun yanında,
Ermenistan denilen coğrafyada yerleşen ve bugün Ermeni
diye adlandırılan toplumun, bölgenin kesin olarak
neresinde yaşadıkları, sayıları ve aynı
yörede ikamet eden diğer unsurlara kıyasla nüfus
oranları bilinmemektedir.


    
Görülüyor ki, Ermeni
tarihçileri bile kökenleri konusunda fikir birliği
içinde değildir. O halde tarih boyunca millet ve bağımsız
bir devlet olma vasfını yakalayamayan bu toplumun, herhangi
bir bölgeye "vatanımızdır" demeleri
mümkün görülmemektedir. "Büyük
Ermenistan" hayalinin de, tamamen yayılmacı bir
düşüncenin ürünü olduğu
değerlendirilmektedir.


    
Tarihsel olarak bakıldığında,
Ermenilerin sırasıyla, Pers, Makedon, Selefkit, Roma, Part,
Sasani, Bizans, Arap ve Türkler'in hakimiyeti altında
yaşadıkları görülür. Ermeni
derebeyliklerinin bir çoğu, bölgeye hakim olan
ve/veya Ermenileri kendi saflarına çekerek kullanmak
isteyen devletler tarafından kurdurulmuştur.


    
1071'de Türk hakimiyetine giren
Ermeniler'i, Bizans'ın zulüm idaresinden kurtaran ve onlara
insanca yaşama hakkını bahşeden, Selçuklu
Türkleri olmuştur. Fatih döneminde ise, Ermenilere din
ve vicdan hürriyeti verilmiş, Ermeni cemaati için
dini ve sosyal faaliyetlerini yönetmek üzere Ermeni
patrikliği kurulmuştur.


    
Ermeni patriği, kendi yetkisiyle
ruhani reisleri azlediyor, dini ayinleri yasaklıyor, kendi
adamlarından haraç toplayabiliyor, nikah işlerini
yürütebiliyor ve hapis cezaları verebiliyordu.


    
Ermeniler, 19 uncu yüzyılın
sonlarına kadar Osmanlı idaresinde, Türk insanının
hoşgörüsünden de yararlanarak, adeta altın
çağlarını yaşamışlardır.
Askerlikten muaf tutulan ve kısmen vergi muafiyeti tanınan
Ermeniler, ticaret, zanaat ve tarım ile idari mekanizmalarda
önemli görevlere yükselme fırsatını
elde etmişlerdir. Rum isyanından sonra boşalan Osmanlı
hariciyesine yerleştirilen Ermeniler'e Osmanlı Devleti'ne
hizmetlerinden dolayı "milleti sadıka" adı
verilmiştir.


    
Bu nedenle 19 ncu yüzyılın
son çeyreğine kadar Osmanlılar'ın bir Ermeni
sorunu olmadığı gibi, Ermeni tebaa'nın da Türk
yöneticileriyle halledemedikleri bir mesele mevcut değildir.


 


3.
ERMENİ SORUNU NEDİR?


 


    
Osmanlı devleti zayıflamaya
başlayıp, hemen her konuda Avrupa'nın müdahalesine
maruz kalınca, Türk - Ermeni ilişkilerinde de bir
bozulma devri başlamıştır. Batılı
ülkeler Osmanlı Devleti'ni bölerek bölgesel
çıkarlarına ulaşabilmek için Ermeniler'i
Türk toplumundan koparmayı hedeflemişlerdir.


    
Özellikle Avrupa'nın bazı
büyük devletleri "ıslahat" adı altında
bir yandan Osmanlı Devleti'nin iç işlerine
karışırken, bir yandan da Ermeniler'i, Osmanlı
Yönetimi'ne karşı teşkilatlandırmışlardır.


    
Böylece ülke içinde
ve dışında teşkilatlanan ve silahlanan Ermeni
komiteleri ile Ermeni kiliseleri'nin kışkırtıcı
faaliyetleri sonucunda, Ermeni toplumu yavaş yavaş
Türkler'den uzaklaşmaya başlamıştır.


    
Türkler'in iyi tutumuna karşın,
yabancı devletlerle ittifak etmek suretiyle Türkler'le
mücadeleye başlayan Ermeniler, Batı'nın desteğini
alabilmek için kendilerini "ezilen bir toplum"
olarak göstermeye ve "Anadolu üzerindeki egemenlik
haklarını Türkler'in gasp ettiği"ni dile
getirmeye başlamışlardır.


    
Islahat fermanı ile müslümanlar
ve gayri müslimler eşit statüye getirilince
ayrıcalıklarını kaybeden Ermeniler, 1877 - 1878
Osmanlı - Rus Savaşı sonunda, Rusya'dan "işgal
ettiği doğu Anadolu topraklarından çekilmemesini,
bölgeye özerklik verilmesini veya Ermeniler lehine ıslahat
yapılmasını" talep etmişlerdir. Bu
isteklerle birlikte Ermeni sorunu ilk kez ortaya çıkmaya
ve uluslar arası bir şekil almaya başlamıştır.


    
Ermeniler, bu kez Ruslar ve İngilizler
tarafından kullanılmaya başlanmış ve
İngiltere'nin elinde, Rus yayılmacılığına
karşı bir ileri karakol vazifesi görmüşlerdir.
İngiltere ve Rusya tarafından tarih sahnesine sunulan
Ermeni sorunu, aslında emperyalizmin Osmanlı
İmparatorluğu'nu yıkma ve paylaşma politikasının
bir uzantısıdır.


 


4.
ERMENİ İSYAN VE KATLİAMLARI:


 


    
Ermeniler'e sırasıyla,
Anadolu'da; "Armenakan ve Vatan Koruyucuları",
Cenevre'de; "Hınçak Tiflis'te; Taşnak"
komiteleri kurdurulmuştur. bu komitelere hedef olarak doğu
Anadolu toprakları, amaç olarak ise Osmanlı
Ermenileri'nin birliği gösterilmiştir.


    
Bu amaçla kışkırtılan
Ermeni komiteleri, ilk olarak 1890 Erzurum isyanı olmak üzere,
Kumkapı gösterisi, Kayseri, Yozgat, Çorum ve
Merzifon olayları, Sason isyanı, Bab-ı ali gösterisi,
Zeytun ve Van isyanı, Osmanlı Bankası'nın işgali,
Abdulhamit'e suikast taşebbüsü ve 1909 Adana
isyanlarını çıkartmışlardır. Bu
isyanlar sırasında, 1914'de Zeytun'da 100, 1915 van
olaylarında 3000 ve 1914-1915 muş olaylarında 20.000
Türk,Ermeni mezalimi sonucu hayatlarını kaybetmiştir.


    
Ermeniler, Türk halkına en
büyük zararı, Birinci Dünya Savaşı
sırasında giriştikleri katliamlarla vermiştir. Bu
dönemde Ermeniler;Türk köylerine baskınlar
düzenlemek suretiyle sivil halka büyük zarar
vermişlerdir. Örneğin Van�ın Zeve Köyü�nün
bütün halkı, kadın, çocuk ve yaşlı
demeden, Ermeniler tarafından öldürülmüştür.


 


5.
TEHCİR KANUNU, UYGULAMASI VE SÖZDE ERMENİ SOYKIRIM
İDDİASI:


 


    
Osmanlı Hükümeti�nin
bütün iyi niyetine rağmen, ülkede Ermeni
olaylarının giderek yoğunlaşması, savunmasız
kalan Türk kadın ve çocuklarına Ermeni
saldırılarının artması ve ordunun bir çok
cephede savaş halinde bulunması nedeniyle mahalli
isyanların topyekun bir ihanete dönüşmemesi için,
cephe gerisinin emniyete alınması ihtiyacı doğmuştur.


    
Bu maksatla, 24 Nisan 1915'de Ermeni
Komiteleri kapatılmış ve yöneticilerinden 235
kişi, "devlet aleyhine faaliyette bulunmak" suçundan
tutuklanmıştır. Ermenilerin her yıl "sözde
soykırım anma günü" olarak andıkları
24 Nisan, bu tarih olup tehcirle alakalı değildir.


    
Komitelerin kapatılması, ele
başlarının ve bazı teröristlerin
tutuklanması, olayları yatıştıracağına
daha da şiddetlendirmiştir. Osmanlı Hükümeti
son insani çare olarak; savaş bölgelerindeki halk
ile Osmanlı Devleti'ne karşı casusluk ve hıyanetleri
görülenlerin, ayrı ayrı -veya birlikte savaş
alanlarından uzak yerlere "sevk ve iskanı" için
27 Mayıs 1915'de "Tehcir Kanunu"nu çıkarmıştır.


    
Göçe tabi tutulanlar,
imparatorluk sınırları içinde Ordu-Kastamonu,
Ankara-Niğde, Malatya-Maraş, Diyarbakır-Urfa-Adana ve
Suriye-Irak bölgelerine gönderilmiş olup, 1916 Ekim
sonuna kadar toplam 702.900 kişinin göç ettirildiği
belgeleriyle sabittir.


    
1914 yılı resmi verilerine
göre Osmanlı Devleti'nde 1.234.671 Ermeni nüfusu
bulunmaktadır. bu sayı Ermeni Patrikhanesi'ne göre 2.5
milyon, Lozan Konferansı Ermeni Heyeti'ne göre 2.2 milyon,
Fransız Sarı Kitabı'na göre 1.5 milyon,
Britannica'ya göre 1.5 milyon, ve İngiliz yıllığına
göre 1 milyon olarak belirtilmektedir.


     Buna
göre en fazla 700.000 kişinin göçe tabi
tutulduğu bir yer değiştirme olayında,
Ermenilerin iddia ettiği gibi 2-3 milyon kişinin
öldürülmesi mümkün değildir. çünkü,
zaten Osmanlı devleti içinde 1.230.000 civarında
Ermeni bulunmaktadır. bunun da ötesinde eğer Osmanlı
devleti Ermeni tebaasından kurtulmak isteseydi, bunu asimilasyon
yoluyla halledebilirdi. oysa açıklandığı
üzere Ermeniler, imparatorluk içerisinde Türklerden
bile rahat bir yaşam sürdürmüşlerdir.


     O
halde sözde Ermeni soykırım iddiası tamamen
uydurma olup, hiç bir belge ve kanıta dayanmayan, hukuki
zeminden yoksun olan ve Türk düşmanlığı
üzerine bina edilen, gerçek dışı, bir
hayal ürünüdür.


    
Asoghik ve Mateos'dan Voltaire,
Lamartine, Claide Farrere, Pierre Loti, Nogueres, İlone Caetani,
Philip Mashall Brown, Michelet, Sir Charles Wilson, Politis, Arnold,
Bronsart, Roux, Grousset, Edgar Granville, Garnier, Toynbee, Price,
Bombaci'ya kadar uzanan ve bazılarına hiç de Türk
dostu damgası vurulmayacak pek çok tarihçi ve
yazar Türklerin bu konudaki hakkını teslim
etmişlerdir.


    
Nitekim ABD'li Ermeni profesör
Hovannısıan, 1982 yılında Münih'te yapılmış
olan "Dünya Ermenilerinin Problemleri Kongresi'nde bu
gerçeği, "Ermeni soykırımı
ispatlanamamıştır. Soykırım hukuken
geçersizdir ve zaten zaman aşımına da
uğramıştır" şeklinde dile getirmiştir.


    
Ayrıca, 1998 Haziran ayı
içerisinde İngiliz Hükümeti, lordlar
kamarasında Ermeni soykırımına ilişkin
sorulara maruz kalmış ve bunlara yazılı olarak,
"Türk Hükümeti'nin Ermeni tebasını yok
etmeye dair bir kararının mevcudiyetine ilişkin bir
kanıt bulunamadığından, İngiliz Hükümeti,
1915 olaylarını soykırım olarak tanımamıştır"
yanıtını vermiştir.


    
ABD'li Prof. Bernard Lewis ve Prof.
Stanford Shaw da, sözde Ermeni soykırımının
gerçek olmadığı konusundaki tezleri nedeniyle,
Ermenilerin yoğun tepkisine maruz kalmıştır.
soykırım iddiasına Bernard Lewis, 1993 yılında
"Le Monde" gazetesinde yayımlanan makalesinde şöyle
değinmiştir: "Osmanlı Hükümeti'nin
Ermeni ulusuna karşı kitlesel imhayı öngören
bir planı olduğunu gösteren geçerli kanıt
yoktur. Türklerin 'tehcire' (Ermeni halkın savaş
alanından alınarak başka yerlere gönderilmesi)
başvurmalarının meşru nedenleri vardır.
Çünkü Ermeniler, Osmanlı topraklarını
işgal eden Rusya ile ittifak halinde Türklere karşı
çarpışıyorlardı".


Yine
Dr. Karakın Pastırmacıyan'ın "Anadolu'yu
sarkı şimendifer meselesi" adlı kitabında,
Erzurum çevresinde yaşayan 15.000 civarındaki
Ermeni'nin kendi isteğiyle Türkiye'yi terk ettiği,
Ermenilere Türkler tarafından baskı yapılmadığı
ve soykırım gibi bir muamelenin olmadığı yer
almaktadır.


 


6.
SOYKIRIM NEDİR? ÖRNEK SOYKIRIM OLAYLARI:


 


    
Soykırım; ırk,
milliyet, etnik ve din farklılıkları nedeniyle insan
gruplarının yok edilmesidir. bu suç direkt olarak
bir hükümet tarafından veya onun rıza göstermesi
ile işlenebilir. Birleşmiş milletler genel kurulu
dünyada soykırım suçunu önlemek ve
cezalandırmak için 1948'de "Soykırım
Sözleşmesi"nı kabul etmiş ve Türkiye de
bu sözleşmeye 1950 yılında taraf olmuştur.


    
Soykırım dendiği zaman,
II nci dünya savaşı boyunca Nazilerin Yahudilere ve
diğer etnik gruplara karşı giriştikleri kitlesel
kıyım akla gelir. 1939 ila 1945 yılları
arasındaki dönemde, 5-6 milyon Yahudi, 3 milyondan fazla
Sovyet savaş tutsağı, birer milyondan fazla Polonya ve
Yugoslavya sivil halkı, 200.000 civarında çingene ve
70.000 özürlü insanın canına kıyılmıştır.
İşte soykırım budur.


    
Bunlara ilave olarak, Birleşmiş
Milletler'in önleyici yönde sözleşmesi olmasına
rağmen, modern çağda da sayısız soykırım
olayı görülmüştür. örneğin
1965-1966 yıllarında Endonezya ordusu bir milyon komünisti
ve ailelerini öldürmüş, 1975-1979 yılları
arasında Kamboçya'da Kızıl Kmerler 1.7 milyon
Kamboçyalı'yı katletmiş, 1994'de Ruanda'da
500.000 Tutsi, Hutular tarafından öldürülmüş
ve 1991'den sonra Bosna-Hersek ile Kosova'da binlerce Müslüman
Sırp vahşeti sonucu hayatını kaybetmiştir.


    
Soykırım suçu, gerçek
anlamda yukarıda örneklenmiş olan olaylarda
işlenmiştir. Ermenilerin iddia ettiğinin aksine, 1915
yılında doğu Anadolu bölgesindeki Ermenilere
yönelik uygulama, sadece güvenliğin sağlanması
amacıyla imparatorluk içinde başka bir bölgeye
göç ettirme olup soykırım ile hiç bir
alakası yoktur.


    
Ermenilerin doğu Anadolu'da savaş
ve tehcir sırasında kayıplar verdikleri doğrudur.
ancak bu kayıplar, doğu Anadolu'da yaşanan savaş
ve isyanlar nedeniyle asayişin sağlıklı olarak
sağlanamaması, araç, yakıt, gıda, ilaç
yetersizliği, ağır iklim şartları ile tifüs
gibi salgın hastalıkların yol açtığı
tahribat sonucu meydana gelmiştir.


    
Aslında Ermeniler, geçmişte
hakimiyeti altında yaşadıkları devletlere
ihanetlerinden dolayı bir çok kez buna benzer göç
hareketlerine tabi tutulmuşlardır. Sasaniler 379'larda
70.000 Ermeni'yi İran'a, Bizanslılar 1025'lerde Doğu
Anadolu'daki 40.000 Ermeni'yi Sivas ve Kayseri'ye, Memluklar
1250'lerde 10.000 kadar Ermeni'yi Mısır'a, 1743'de
İranlılar 24.000 Ermeni'yi İran içlerine ve
1777'de Kırım'ı işgal eden Ruslar bölgedeki
binlerce Ermeni'yi steplere sürmüştür.


    
Tarih boyunca sayısız göç
ve sürgün olayına maruz kalan Ermenilerin, bunların
hiç birini gündeme getirmeden, sadece 1915'de Osmanlı
devleti tarafından son derece haklı gerekçelerle
göçe tabi tutulmalarını sözde soykırım
adı ile sorun haline getirmeleri maksatlı olup, Türkiye'nin
bütünlüğünü bozmaya yönelik
politikaların bir ürünüdür. Batılı
ülkelerin, Afrika ve Balkanlar'da yaşanmakta olan gerçek
anlamdaki soykırım hareketlerine seyirci kalarak, sözde
Ermeni soykırımına sahip çıkmaları,
bunun en iyi göstergesidir.


 


7.
ERMENİ TERÖRÜ:


 


    
Türkiye açısından
Ermeni sorununun önemli bir boyutu, Ermenilerin Türklere
karşı silahlı terör metodolojisini kullanmaya
başlamalarıdır. Özellikle Türk devlet
adamlarına yöneltilen bu taarruzu strateji ilk defa 1905'de
II. Abdülhamit'e yapılan bombalı saldırı ile
başlamıştır. 1965 yılına kadar sakin
bir dönem geçirdikten sonra, Ermeni lobisinin desteğiyle
terör hareketleri birdenbire tekrar ortaya çıkarılmış,
1972 yılı sonuna kadar çeşitli ülkelerde
20'ye yakın anıt dikilmiş, basın ve yayın
faaliyetleri programlı olarak uygulamaya konmuştur.


    
Ermeni terörü, yurt
dışındaki Türk görevlilerine,
temsilciliklerine ve kuruluşlarına yönelik silahlı
saldırılar şeklinde kısa zamanda hızlı
bir tırmanış göstererek yoğunluk
kazanmıştır. Bu dönemde, Avrupa ve doğu
ülkeleri ile Suriye ve Lübnan'da üsler edinen
Ermeniler, Kıbrıs Rumları ve Yunanistan ile işbirliği
içine girerek eylemlerini gerçekleştirmişlerdir.


    
Ermeni terör örgütleri,
dış dünyanın tepkileri üzerine taktik
değiştirerek, PKK terör örgütü ile
işbirliğine gitmişlerdir. 1984 yılında
cereyan eden Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla, PKK
sahneye itilmiş ve Asala-Ermeni terörü geri plana
çekilmiştir.


    
Ermeni terör örgütlerinin
müşterek amacı; her fırsattan yararlanarak
Türkiye'yi istikrarsızlığa sürüklemek
ve sözde işgal altındaki Ermeni topraklarını
kurtararak, "bağımsız bir Ermenistan"
kurmaktı. bu gün devlet olma özelliğini elde eden
Ermenilerin, söz konusu isteklerinin değişik başlıklar
altında devam ettiği görülmektedir.


 


8.
BUGÜNKÜ DURUM VE SONUÇ:


 


     
SSCB'nin dağılmasından
sonra, 23 Eylül 1991'de bağımsızlığını
ilan eden Ermenistan Cumhuriyeti, Türkiye'ye yönelik "sözde
soykırım" iddialarını bir devlet politikası
haline getirmiştir. Ermeniler, zulme ve haksızlığa
uğramış bir toplum imajı yaratarak, dünya
kamuoyunu başta ABD ve Fransa olmak üzere belli başlı
devletleri ve uluslararası kuruluşları, Ermeni davası
lehine çekmeye çalışmaktadır.


    
Böylece soykırım
iddiaların kabulü ve tesciline bağlı olarak,
Türkiye'den yüklü bir tazminat almak ve son aşamada
ise Türkiye sınırları içerisinde
bulunduğunu iddia ettikleri sözde Ermeni topraklarının
iadesini sağlayarak büyük Ermenistan'ı kurmak
yönünde bir siyaset izlemektedirler. Nitekim Ermenistan
parlamentosu 23 Ağustos 1990'da kabul ettiği bildiride;
"Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiyesi ve batı


Ermenistan'da
gerçekleştirilen 1915 soykırımının
uluslararası kabul görmesi çabasını
destekler" maddesine yer vermiştir.


    
Sözde soykırımın
tanınmasını hedefleyen girişimler, özellikle
Belçika, Fransa, Avustralya, Yunanistan, Lübnan, Kanada,
Rusya, ABD ve Arjantin'de yoğunlaşmış ve bu
ülkelerde ardı ardına soykırım anıtları
dikilmeye başlanmış, hatta bazılarının
okullarında sözde soykırım ders olarak okutulmaya
başlanmıştır. Bu alanda en önemli gelişme
ise 29 Mayıs 1998'de Fransa meclisi tarafından sözde
Ermeni soykırımının resmen tanınmasına
dair tasarının onay için senatoya gönderilmesidir.


    
Ter-Petrosyan yönetiminin
nispeten ılımlı tutumundan sonra, Nisan 1998'de
Koçaryan'ın cumhurbaşkanı olmasıyla
birlikte, aşırı milliyetçi hareketler serbest
bırakılmış, ve Ermenistan Türkiye ile
ilişkilerinde sertlik yanlısı bir politika izlemeye
başlamıştır.


    
Bunun yanı sıra Koçaryan,
yapmış olduğu resmi bir açıklamada;
"soykırımı hiçbir zaman unutmayacaklarını,
dünyaya bu trajediyi hatırlatmak durumunda olduklarını,
soykırımın cezasız kaldığını
ve uluslar arası tanıma ile kınamanın layık
olduğu şekilde gerçekleşmediğini"
ifade etmiş, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 53.
oturumunda da bilinen iddialarını tekrarlayarak,
Ermenistan'ın Türkiye ve Azerbaycan tarafından abluka
altına alındığını dile getirmiştir.


    
Günümüzde sözde
Ermeni soykırımı adı ile bütünleşmiş
olarak görünen Ermeni sorununun; Türkiye'den tazminat
almak ve ardından toprak talep etmek, PKK terör örgütüne
örtülü de olsa destek vermek ve Türkiye'ye dost
olmayan çevre ülkelerle ittifak kurmak suretiyle ülkemiz
aleyhine faaliyetlerde bulunmak ve Yukarı Karabağ ile
Azerbaycan konusunda uzlaşmaz bir tutum içerisinde olmak
gibi boyutları bulunmaktadır.


    
Sonuç olarak Ermeni sorunu,
Osmanlı döneminde bu imparatorluğu parçalayarak
çıkarlarına ulaşmayı amaçlayan
ülkelerce ortaya çıkarılmış, bu gün
ise isimleri değişmekle birlikte aynı çıkar
çevrelerinin Türkiye üzerindeki emellerini
gerçekleştirmek istemeleri ve bölgede güçlü
bir Türkiye arzu etmemelerinden dolayı, çeşitli
yönleriyle birlikte sıcak tutulan suni bir sorundur.


 


 




Yunus
CETINKAYA

Sanliurfa /
TURKIYE

yunuscetinkaya@yahoo.com

yunus_cetinkaya@hotmail.com

ICQ
= 109 569 667






abd-ermeni-iliskileri





Amerikalıların
Ermenilere Olan İlgisi Ne Zaman Başladı?:



 Her
ne kadar 1878 Berlin Konferansı öncesi/sırasında
cereyan eden İngiltere-Rusya mücadelesinde Ermeni sorunu
konusu siyasi bir kimlik kazanmış olsa da, sorunun
boyutlanmasında ve derinleşmesinde hatta uluslararası
platforma taşınmasında Amerika Birleşik
Devletleri’nin göz ardı edilemeyecek ölçüde
hatırı sayılırı bir rolü vardır.



 ABD’nin
Ermenilere olan ilgisi, -bugün için de hemen her konuda
olduğu gibi- kendi stratejik çıkarları ile
bağlantılı olarak 1780’lerden itibaren Anadolu
ve Osmanlı topraklarının kaynak zenginliği ve
açık pazar niteliğine olan ihtirası ile
başlamıştır. Her ne kadar Avrupa’nın
siyasî olaylarına uzak kalma prensibini dış
politik ilkesi olarak belirlediği Monroe Doktrini ile Doğu’nun
zenginliklerinin giriş kapısı olan Akdeniz’de
yer alma/rol oynama ihtirası bir biriyle çelişse de
dönemin Amerikan yönetimi bu duruma yeni bir kılıf
uydurmakta gecikmemiş, Amerikan Protestan misyonerliğinin
cemaat görünümüyle Orta Doğu’daki
beklentilerini sağlama yoluna gitmiştir. Böylece,
istediği propagandayı misyonerleri aracılığıyla
yaptırabilmiş ve özellikle Osmanlı coğrafyasında
kendi stratejik çıkarları için belirlediği
politikayı uygulayabilmiştir. Bundan sonra geniş
coğrafi bölgelere dağılmış olan
Amerikan misyonerlerinin yoğun oldukları bölgelerde
konsolosluk açılması gereğinin ortaya çıkmış
olması da planın gerçekleştirilme safhasında
önemli olmuştur. Öyle ki, ABD, Osmanlı
coğrafyasında, misyonerlerin kurmuş olduğu
misyoner istasyonlarının Amerikan sermayesiyle kurulduğunu
ileri sürerek, konsolosluklar aracılığıyla,
hem Amerikan yatırımlarının koruyuculuğunu
yapmış hem de devlet olarak -kendi ilkesi olarak
belirlediği Monroe Doktrini ile çelişse de-
karışmaması gereken konulara ve yerlere müdahale
etme hakkını kendisinde görmüştür.



 Misyonerleriyle
girdiği Osmanlı ülkesindeki varlığını
Babıâli ile yaptığı 1830 ticaret
antlaşmasıyla resmileştiren Amerikan yönetimi “en
ziyade müsaadeye mahzar millet” (the most favored
nation
) statüsü ile Osmanlı Devleti’nden
kapitülasyon haklarını da almıştır.
Amerikalılar, Osmanlı Devleti ile ticari anlamda
ilişkilerini resmileştirdiği 7 Mayıs 1830
antlaşmasıyla Anadolu’da yürüttüğü
ticari faaliyetlerinde kıyı kesimlerde daha çok
Rumlardan faydalanma yoluna giderken, iç kesimlerde de Ermeni
kitlesinden faydalanmıştır. Bunun tabii sonucu olarak
da, Anadolu’da zengin bir Ermeni burjuvazisi ortaya çıkmıştır.
Bu burjuva grubuna, yine Amerikalı misyonerlerin etkin
çalışmalarının ortaya çıkardığı
eğitimli bir Ermeni kitlesi de eklenince, bu yapılanma
artık hasta adam (Sick Man) olarak XIX. yüzyılda
çeşitli siyasî bunalımlar yaşayan Osmanlı
İmparatorluğu için önemli sorunları da
beraberinde getirmiştir.



 



Amerikalılar,
Osmanlı coğrafyasında, American Board of Commssioners
for Foreign Mission (ABCFM) adlı örgütleriyle yapmış
oldukları çalışmalar neticesinde, 1908’lere
gelindiğinde 20 istasyon ve bu istasyonlara bağlı 269
dış istasyon şubesi, 130 kilise açmıştır.
Sadece 1893 yılına kadar Osmanlı topraklarında 3
milyon İncil ve yaklaşık 4 milyon da değişik
kitaplar dağıtmış olmaları, Amerikan
Protestan misyonerliğinin Osmanlı topraklarındaki
faaliyetlerinin yoğunluğunu göstermesi bakımından
önemlidir.



Osmanlı
Devleti içerisindeki Ermeniler, XIX. yüzyılda,
Amerikalı tüccarlar ve misyonerler vasıtasıyla
peyde pey ABD’ye göç etmeye başlamıştır.
ABD’ye göç eden Ermeniler, daha sonra tıpkı
1829 yılında Yunanlıların ve/veya 1878 yılında
Bulgarların yaptığı gibi bağımsızlık
ya da Bulgaristan örneğinde olduğu gibi çöken
İmparatorluktan muhtariyet istemlerinde bulunmuşlardır.



ABD’ye
yerleşmiş olan Ermeniler, sistemli bir şekilde Anadolu
içerisindeki Ermenileri teşkilatlandırmaya ve hatta
onları isyan eylemlerine yönlendirmeye başlamış
ve Osmanlı Devleti’ne yönelik karalama kampanyalarına
girişmişlerdir.



 



Amerikan
Kongresi’nde Ermeni Tasarıları



ABD,
Avrupa Devletleri ve Rusya gibi birtakım devletler tarafından
kendi çıkarları doğrultusunda kullanılan
Ermeniler, XIX. yüzyılın sonlarından itibaren
Osmanlı Devleti’ne yönelik ağır karalama
kampanyalarının içerisine girmişlerdir.
Ermeniler bu çalışmalarını, özellikle
Ermeni sorununun uluslararası boyut kazandığı/kazandırıldığı
ülkede, ABD’de yürütmüşlerdir.



Ermeniler,
Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik
yürüttükleri karalama kampanyalarını, Ermeni
tasarıları olarak yüzyılı aşkın
bir zaman diliminden beri sürdürmüşlerdir/sürdürmektedirler.



 



3
Aralık 1894 yılında başlayan ABD Kongresi’ndeki
Ermeni tasarıları ve/veya Ermeni sorunu görüşmeleri
çeşitli zaman aralıklarında dünyadaki
çeşitli siyasî gelişmelerdeki seyirler
sebebiyle zaman zaman sekteye uğramış veya uykuya
yatırılmış olsa da konu, 1984 yılından
itibaren düzenli olarak ABD Kongresi’nde yeniden işlenmeye
başlamıştır.



 



İlk
olarak 1894 yılında ABD Kongresi’ne taşınan
mesele, 3 Aralık 1894 tarihli bir kararla Osmanlı
Devleti’nin haksız yere suçlanmasına ve
kınanmasına sebep olmuştur. Daha sonra Ocak 1896’da
yine ABD Kongresi’nde her iki meclisin de (Senato ve
Temsilciler Meclisi) gündemine getirilmiş ve Osmanlı
Devleti aleyhine bir karar kabul edilmiştir.



 



1909
yılında Adana olayları sırasında ABD
Hükümeti, Osmanlı Devleti’ne Ermeni sorunu ile
ilgili olarak göz dağı verme amacıyla iki savaş
gemisini Osmanlı kara sularına göndermiştir. Bu
olaydan 7 yıl sonra ABD Kongresi’ne taşınan 9
Şubat 1916 kararı, daha sonra 11 Mayıs 1920 kararı
olarak Kongre’den çıkmıştır. Bundan
sonra Kongre’ye yönelik Ermeni propagandasının
55 yıllık suskunluk dönemini takiben 9 Nisan 1975'te
konu tekrar Temsilciler Meclisi’ne getirilmiştir. 1975
yılında Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen Ermeni
Tasarısına tepki şeklinde -Türk-Yunan
anlaşmazlığında ortaya çıkan Kıbrıs
olayıyla bağlantılı olan ambargo gibi diğer
nedenlerle de Türkiye tarafından- karşı hareket
olarak 1975 Temmuz’unda Türkiye’de bulunan Amerikan
tesislerinin faaliyetine son verilmiştir. Bu durum ABD’nin
Türkiye üzerinden yürüttüğü comint
ve elint istihbaratını durdurmuş, ayrıca
İncirlik Üssü’ndeki faaliyetlerine kısıtlama
getirmiştir. Türkiye ile ABD’nin, uygulanan silah
ambargosu yüzünden ilişkileri gergin bir düzeyde
olduğu için bu girişim Türkiye’de pek
yankı uyandırmamıştır. Zaten bu dönemden
sonra da Ermeni örgütlerinin, yöntem değiştirerek
farklı bir yola, teröre yöneldikleri gözlemlenmiştir.
1980’li yılların ikinci yarısından itibaren
ise, Ermeni iddialarını içeren bir tasarının
Amerikan Kongresi’nden geçmesini sağlamaya
çalışmışlardır.



 



Türkiye’ye
karşı fanatik Ermeni grupları tarafından
uygulanan 1970’ler ile 1980’lerin Ermeni terörünün
yerini, 1980’lerin ortalarından itibaren ABD Kongresi’ne
defalarca getirdikleri Ermeni tasarıları almıştır.
Bu amaçla, 12 Eylül 1984'te Temsilciler Meclisi’ne
(sözde) Ermeni soykırımını, ABD’nin
kabul etmesi istenen Ermeni karar tasarısı olarak
taşımışlardır.



 



Ermeni
lobisi ve destekleyicileri, tasarılarını 1984 yılında
yasalaştırmayı başaramayınca bu defa 1985
yılında amaçlarına ulaşmak için
Kongre’de oldukça kapsamlı çalışmalara
başlamış, bu amaçla sadece 1985’te 4
tasarı sunma hazırlığına girişmişlerdir.
Sonuçta diğerleri az sayıda taraftar topladığı
için H. R. 192 sayılı tasarı görüşmeleri
yapılmış ancak tasarı, 4 Haziran 1985’te
reddedilmiştir. Bu tasarıları 1987 yılında
132 sayılı tasarı izlemiş bundan da sonuç
çıkmayınca 1990’lı yıllarda Senatör
Robert Dole’ün 212 sayılı Ermeni Tasarısı
gündeme gelmiştir. 1991 yılında değişen
dengeler, Irak’ın işgali, ABD’nin stratejik
müttefiki? olan Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç,
bu tasarının da Ermeni lobisi için bekleneni
vermeyen bir neticeyle sonuçlanmasına neden olmuştur.
Bu defa 2000 yılında 398 sayılı tasarı (H.
R. 596) olarak, yeni bir Ermeni tasarısı, Kongre’de,
Uluslararası İlişkiler Komitesi’nden çıkarak
Temsilciler Meclisi’nde görüşülmek
istenmişse de ABD Başkanı Clinton’un gündeme
getirdiği ciddi ulusal güvenlik kaygıları
nedeniyle, tasarı görüşmeye dahi açılmadan
geri çekilmiştir.



Amerikan
Kongresi’nde Ermeni Tasarı Sezonu



Amerikan
Kongresi’nde artık gelenek halini almış olan
Ermeni tasarılarını tartışma veya Ermeni
tasarılarının Kongreye taşınması/taşındırılması
süreci, genelde yılın iki döneminde cereyan
eder/etmektedir. Yılın farklı aralıklarında
ortaya çıktığı için, bu iki dönem
şu şekilde sınıflandırılabilir.



Birinci
dönem ki, bu süreci, genelde rutin olarak anma toplantıları
şeklinde Ermeni lobisi gerçekleştirmektedir. Hemen
her yıl, Nisan ayında ABD Kongresi’nde
gerçekleştirilen bu etkinlik, anma toplantısı
formatında olduğu gibi çoğu zaman daha önceden
hazırlanmış olan bir tasarıyla daha ses getirici
bir formata sokulabilir. Her yıl Nisan ayında
gerçekleştirilen bu faaliyete bir de dönemin ABD
Başkanı’na “Genocide” (Soykırım)
kelimesini kullanmasını telkin eden bir mektup seremonisi
eklenir. Oldukça geniş kapsamlı olan bu etkinlik
seremonisine –artık bir gelenek halini de almış
olduğu için olsa gerek- dönemin ABD Başkanı
da Ermenilerin acılarını paylaştığını
belirten bir cevabi mektupla katılır. Ancak, dönemin
ABD Başkanı, Ermenilerden kendisinin telaffuz etmesini
istediği “Genocide” (Soykırım) kelimesini
kullanmaktan imtina ile kaçınır. Çünkü,
o dönemde (bu herhangi bir dönem olabilir, hiç fark
etmez), ABD, ya Soğuk Savaş süreci içerisindedir
ki, Türkiye’nin yanında yer almak zorundadır ya
Türkiye üzerinden Türkiye’deki üslerini
kullanarak Irak’ta bir Kürt devleti kurma çalışmaları
yürütmektedir ya Türkiye’deki üslerini
kullanarak dağlardaki PKK terör örgütünü
silah/mühimmat veya gıda yardımı yaparak
beslemektedir ya Irak’ı işgal ediyordur ya da Orta
Doğu’da ilerleyen dönemde gerçekleştirmeyi
planladığı başka düşünceleri
vardır. Bu yüzden dönemin Amerikan yönetimi, ne
Ermenileri ne de Türkiye’yi fazla üzmek ister.
Dönemin ABD Başkanı, Ermenilere cevaben yazdığı
mektuba, “Genocide” (Soykırım) kelimesinin
dışında Ermenileri memnun edecek “Annihilate”
(Tümüyle yok etme, ortadan kaldırma), “1,5
milyon kişinin kırılmasına üzgünüm”
gibi” oldukça ağır ifadeleri yerleştirerek
cevap verir. Ermeni tasarılarında hemen her yıl
yaşanan bu mevcut gelenekte Türkiye’de o gün
için yönetimde olan karar alıcılar ise,
Yaşasın ABD Başkanı “Genocide”
(Soykırım) demedi
” diye sevinç çığlıkları
atarlar. Bunu dönemin yöneticileri yapmasa bile,
Türkiye’deki basın, mutlaka manşetlerine dahi
taşıyarak usulü yerine getirir.



Ermeni
tasarılarının Kongre’ye taşındığı
ikinci dönemin takvimi, bu defa Ermeniler tarafından değil
bizzat -ancak yine Ermeniler kullanılarak- Amerikalı şahin
Senatör(ler) veya Temsilciler Meclisi Üyesi/Üyeleri
tarafından belirlenir. Takvimin belirlenmesinde çeşitli
kıstaslar vardır. Örneğin, Türkiye ile ABD
arasında yakın bir dönemde ticari veya askeri bir
antlaşma için görüşmelerin yapılacak
olması gereklidir. Hiç şüphesiz Ermeni
tasarılarının Kongre’ye taşındığı
ikinci dönemi belirginleştiren artık kamuoyunca da
bilinen olay, İncirlik Üssü’nün kullanım
süresinin uzatılması görüşmeleri
öncesini kapsayan süreçtir. İncirlik Üssü’nün
kullanımının uzatılması anlaşması
daha önceki yıllarda her defasında 6 ay olmak üzere
yılda iki defa uzatılırken -Özal sonrası
yeniden ABD ile oldukça yakın ilişkiler ağını
ören- Erdoğan Hükümeti döneminde yılda
bir defa uzatılmak üzere 12 aya çıkartılmıştır.
Buraya kadar anlatılanlardan şunun anlaşılması
gereklidir: Ermeni tasarılarının Kongre’ye
taşındığı ikinci dönemi ya İncirlik
Üssü konusu üzerindeki uzlaşma teatileri öncesi
süreç ya da başka yeni askeri üslerin kurulması
veya askeri ihaleler öncesi süreç gibi gerekçeler
belirler. Bunun yukarıda izah edilen birinci dönemden
farkı, tasarıların Kongre’ye taşınmasında
yılın belli bir ayını kapsamamasıdır.
Tasarı, Türkiye’nin karşısına her an
çıkabilir. Çünkü, inisiyatif, Türkiye’ye
yönelik çizdikleri stratejiyi uygulama safhasına
koyan Amerikalı şahinlerin elindedir.



Amerikan
Kongresi’nde Ermeni Tasarıları: Yakın Dönem’de
2003’te Benzer Bir Vakıa Yaşandı



2003
yılı başlarında mevsim normallerinin aksine
Irak’taki savaş yüzünden oldukça sıcak
başlayan Şubat ayı içerisinde Türkiye ile
ABD arasında başta tezkere konusu olmak üzere siyasi
ve ekonomik alandaki pazarlıklarda yine Ermeni lobisi
sahnedeydi.



İkinci
ABD–Irak savaşı öncesi ve sırasında,
Ankara, garanti isterken, Washington mali açıdan
kendisini bağlamaktan kaçmaya çalışmış
bunu yaparken de, Amerikan siyasal sisteminin önemli
ayaklarından olan lobileri kullanma yoluna gitmeyi tercih
etmişti.



Söz konusu dönemde ANCA lobi
kuruluşunun aniden düğmeye basılmış
gibi birden bire ortaya çıkması ve Türk-Amerikan
pazarlığında ABD çıkarlarını
korumaya çalışması, New Jersey Milletvekili
Frank Pallone’ın dönemin Dışişleri
Bakanı Collin Powell’a gönderdiği Türkiye’yi
Irak savasından angaje etmeyi amaçlayan mektubu,
zamanlama olarak oldukça düşündürücü
bir şekilde söz konusu gelişmeler yaşanırken
kamuoyuna yansıtılmıştı. Bu o kadar güzel
bir tertip olarak ortaya çıkmıştı ki,
Türkiye’ye yönelik düşmanlığı
ile bilinen Ermeni lobisinin söz konusu hareketi de yine bu
dönem içerisinde yadırganmamıştı.



Mevcut
dönem içerisinde Ermeni lobisinin çalışmalarının
yanı sıra Washington’un aba altından gösterdiği
silahlarından birisi de, (sözde) Ermeni soykırım
tasarısını Amerikan Kongresi’nden çıkartacağı
tehdidiydi.



Ve
2003 yılı Temmuz ayı.



ABD,
Türkiye’ye karşı Türkiye’nin
beklemediği bir olayı, Süleymaniye’de cereyan
eden (Unutulmaz) rehine olayını yaşatmıştı.
Ve yine aynı dönemde Ermeni tasarısı, ABD
Kongresi’nde hem Temsilciler Meclisi’nde hem de Senato’da
gündeme taşınmıştı.



Ermeni
lobisi, bu defa daha temkinli olarak sahnedeki yerini almıştı. Söz
konusu dönemde lobi, tasarıyı ABD Dışişleri
Bakanlığı’nın 2004 yılındaki
bütçesi içine ekleterek Kongreden ve ABD
yönetiminden geçirtmek istiyordu.



Ermeni
lobisi tasarıyla, ABD’nin BM soykırım
sözleşmesini kabulünün 15. yıldönümünün
anılmasını öngörürken Yahudi, Ruanda ve
Kamboçya soykırımlarının yanına
sıkıştırma olarak (sözde) Ermeni soykırımını
da ekletmek istiyordu.



Tasarıyı
destekleyenler arasında eski Başkan Bill Clinton’un
eşi Hilary Clinton ve 2004 başkanlık seçiminde
Bush’un karşısında Başkanlığa
adaylığını koyan John F. Kery, Joe Lieberman ve
John Edwards gibi popüler isimler vardı.



Peki
2003’te ne oldu?



Yukarıda
sayılan isimlerin desteğine karşılık olarak
ABD Başkan’ı George W. Bush’un bilgisiyle
Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve ekibi, tasarının
Senato’dan çıkmaması için yoğun
kulis faaliyeti yürüttüler ve bunda başarılı
da oldular. Tasarı Kongre’nin tozlu değil aksine
temiz rafları arasına yine yakın bir dönemde
çıkartılmak üzere imtina ile kaldırıldı.
Washington yönetiminin bu jesti Ankara tarafından elbetteki
karşılıksız bırakılmadı, Ankara,
bu süreçte Irak’ta daha aktif hareket edebilmeleri
için Bush ve ekibine olan minnettarlık hislerini,
İncirlik Üssü’nün daha geniş amaçlı
kullanımından daha bir çok imtiyaza sahip olmaları
imkanını sağlayarak gösterdi.



2003’te
Ermeni tasarısı Kongre’den çıkmadı
ama, çıkmamış olsa da belirli ölçüde
amacına ulaşmış oldu.



 ABD’de
2005 Sonbaharında İki Yeni Ermeni Tasarısı



 2005
yılı başlarında hemen her yıl olduğu
gibi Ermeniler Türkiye’ye yönelik lobi faaliyetlerini
(elbetteki olumsuz yönde) gerek Avrupa’da gerekse Amerika
Birleşik Devletleri’nde sürdürdüler.



Türkiye-Avrupa
Birliği ilişkilerinin yoğunlaştığı
son iki yılda (2004/2005) Ermeniler iddialarını daha
güçlü seslendirme fırsatı buldu ve gerek
AB’nin gerekse tek tek bazı Avrupa ülkelerinin
desteğini sağlamış oldu.



 Türkiye-AB
ilişkilerinde, AB’nin Ermeni sorunu konusundaki Ermeni
yanlısı tavrı  bir taraftan Türkiye
aleyhtarı Ermeni baskılarının artmasına yol
açarken diğer taraftan da AB’nin Kophenag Siyasi
Kriterleri’nin dışında Kıbrıs ve diğer
konularda olduğu gibi, Türkiye’ye dayattığı
koşullardan birisi oldu.



 AB,
Kophenag Siyasi Kriterleri dışında artı kriter
şeklinde Ermeni sorunu konusunu Türkiye’nin önüne
koyarken değişik aralıklarla Türkiye’nin AB
üyeliğini desteklediklerini beyan etme zorunluluğu
duyan Amerikan yönetiminden AB’nin bu konudaki yaklaşımına
yönelik herhangi eleştirel bir açıklama
gelmemiştir.



 30’a
yakın eyaletinin ve/veya belediye meclisinin sözde
soykırımı kabulü yönünde karar almasına
karşılık Beyaz Saray yönetimi, resmi olarak böyle
bir kabule yanaşmamıştır. Ancak, Kongre’sinde
ve Beyaz Saray’da Ermeni sorunu konusunun dillendirilmesi
politikasını hemen her yıl olduğu  gibi
geleneksel olarak yerine getirmekten de kaçınmamıştır.
Ayrıca, AB içerisinde ABD güdümünde
olduğu  belirtilen Polonya’nın (parlamentosunun)
birden bire sözde soykırımla ilgili bir Ermeni
tasarısını kabul etmiş olması ve bu karara
yönelik Beyaz Saray’dan herhangi bir yorumun yapılmaması
Ermeni sorunu konusunda ABD’nin de AB ile aynı çizgide
olduğunu göstermesi bakımından önemli bir
örnek teşkil etmiştir.



 Amerikan
yönetimi Kıbrıs, Ege’deki Türk-Yunan
anlaşmazlığı ve diğer konularda olduğu
gibi Ermeni sorunu konusunu da Türkiye ile yaptığı
pazarlıklarda ustaca kullanmıştır/kullanmaktadır.



ABD-AB
karşılaştırmasında Ermeni sorunu üzerine
her ne kadar yanlış ve haksız bir karar almış
olsa da AB’nin tutumunu daha dürüst bir siyasi eylem
olarak algılamak yerinde olacaktır. Çünkü
ABD, konuyu resmi olarak kabul etmese de AB’den daha etkili
olarak sorun üzerinde politik manevralar gerçekleştirmektedir.
Hemen her yıl olduğu gibi 2005 yılında da
Amerikan yönetimi bu senaryoyu bir önceki yıl
kaldırmış olduğu tozsuz rafından indirerek
Türkiye’ye karşı oynamış/oynatmıştır.



2005
yılı Nisan ayında Ermenilerin ABD Başkanı
Bush’a sözde soykırımı kabul etmesini
istedikleri  mektuba Bush, Ermenilerin istediği cevabı
vermemiş ancak, Ermenileri de incitmeyen bir üslupla
karşılık vermiştir.



Ermenilere
yazdığı cevabi mektupta: 'Ermeni Anma Günü'nde,
Osmanlı İmparatorluğu'nun son günlerinde 1.5
milyon kadar sürgüne zorlanan, kitle halinde öldürülen
Ermenileri hatırlıyoruz. Bu korkunç olayı,
pek çok Ermeni (büyük felaket) olarak anıyor.
Bu korkunç can kaybı dolayısıyla en
derin taziyelerimi iletmede Amerikalılar ve bütün
dünyadaki Ermenilere katılıyorum''
ifadelerini
kullanan Bush, 'bugün Ermeni halkının acısını
yansıtan bu insanlık trajedisinin 90'ıncı
yılını anarken, bağımsız Ermeni
devletinin geleceğine doğru bakıyoruz. ABD,
Ermenilerin terörizmle savaşta ve barışçı
ve demokratik bir Irak'ın kurulmasındaki katkılarından
minnettardır
.” şeklindeki cevabında
Ermenileri onurlandırmaktan geri kalmamıştır.
Bush’un Nisan ayında Ermenilere hitaben verdiği
yazılı açıklama karşısında
Türkiye memnun olmuş ve hemen her yıl olduğu gibi
Yaşasın Başkan “Genocide”
(soykırım) kelimesini kullanmadı.

şeklindeki tavrını sürdürmüştür.



2005
Nisan ayında ABD’de Ermeni sorunu konusu bu yıl için
kapandı derken birden bire Eylül ayı içerisinde
ABD Kongresi’nde iki Ermeni tasarısı komitelerde
kabul edilmiştir. Komitelerde oylama öncesi yapılan
Türkiye aleyhtarı konuşmalarda diğer yıllardan
farklı olarak 1 Mart 2003 Tezkeresi eleştiri
konusu olmuştur. Oturumda söz alan milletvekilleri 1
Mart Tezkeresi’nin Amerikan askerlerine Türkiye’den
cephe açmasına izin vermediğini ve bu tezkere
sebebiyle Amerikan askerlerinin hayatlarını kaybettiğini
ifade etmişler ve Türkiye’nin Suriye yanlısı
politika izlemesinden son derece rahatsız olduklarını
ve bu yüzden Ermeni tasarısını desteklediklerini
bildirmişlerdir. Ayrıca Komitelerde gerçekleşen
konuşmalarda Orhan Pamuk için Türkiye’de
açılan dava eleştirilmiştir.



Türkiye
ile yaptığı pazarlıklarda Ermeni sorunu konusunu
nasıl ve ne şekilde kullandığını
göstermesi bakımından önemli olmuş ve tarihi
kayıtlarda yerini almıştır. Ancak ABD’de
oldukça hızlı bir şekilde gündeme taşınan
Ermeni sorunu konusu ile ilgili bir takım sorular ortaya
çıkmıştır:




ABD, böylesine ve birdenbire iki Ermeni tasarısını
Kongresi’nde gündeme neden taşıma/taşıtma
ihtiyacı duydu?




ABD, 2006 yılı bahar hazırlıklarına erken mi
başladı?




ABD Kongre’sine alelacele getirilen ve komitelerde kabul edilen
bu tasarıların Türkiye’nin AB takviminde önemli
dönüm noktalarından birisi olan 3 Ekim süreci ile
bir ilgisi olabilir mi?



-
Komitelerde kabul edilen bu tasarıların Temsilciler Meclisi
veya Senato’da kabul edilme ihtimalleri var mı?



-
Bundan sonra komitelerde kabul edilen bu tür tasarıları
bekleyen prosedür nedir?



-
ABD, Ermeni tasarısını resmen (bugün veya yarın)
kabul etse ne olur?



Son
İki Tasarının Anlamı Ne?: Beyaz Saray 2006 Bahar
Hazırlıklarına Erken mi Başladı?



Türk
dış politikası açısından 2005 yılında
en çok tartışılan konulardan birisi de
Türk-Amerikan ilişkilerinin seyri olmuştur. Amerikalı
üst düzey yetkililerin bir anda yapmış oldukları
Türkiye karşıtı açıklamaları ve
Batılı şirketlerin Türkiye’de Amerikan
karşıtlığının yüzde 84’lere
vardığını belirten anketleri, Türkiye’de
özellikle ABD’yi Türkiye için vazgeçilmez
olarak görenleri dahi önemli bir çıkmazın
içersine sokmaya yetmiştir.



1950
sonrası Atlantikçi zihniyetle donanımını
tamamlamış olan aydın, politikacı, gazeteci,
yazar ve bürokratları içerisine alan bu grup,
ABD’den üst düzeyde yükselen Türkiye
karşıtı açıklamalar karşısında
kısa süreli bir bocalama devresi geçirdikten sonra
Türkiye’nin ABD ile mi yoksa AB ile mi yoluna devam etmesi
gerektiği yönünde tartışma başlatmışlardır.
Türkiye’nin 2004 yılından beri en büyük
sorunlarından birisi olan Kıbrıs konusunda ve AB
ilişkilerinde oldukça önemli kararlar alma
aşamasının içerisinde bulunduğu atmosferde
bir anda ateşlenen Amerikan karşıtlığı
furyası  sadece dışarıdan değil Türkiye
içinden de teşvik edilmiştir.



ABD’li
şahinlerin birden bire Türkiye üzerinde olumsuz tavır
sergilemelerinin altında yatan sebep/sebepler nedir?



Mevcut
gelişme Amerikalı şahinler tarafından Türkiye’yi
alternatifsiz bırakarak AB’nin Türkiye’den
istediği ama Türkiye’nin oldukça riskli
bulduğu konuları kabul ettirmeye yönelik bir
psikolojik hareket olarak mı düşünüldü
yoksa  ABD’nin 2006 öncesinde Orta Doğu’da
gerçekleştirmeyi planladığı operasyonlarda
Türkiye’yi tam olarak yanına alarak daha rahat
hareket ve destek imkanı sağlama amaçlı
Türkiye’ye bir yıl öncesinden göz dağı
 verme denemesi miydi? Bu yaklaşımların her ikisi
doğru da olabilir yanlış da. Birinci yaklaşımın
doğruluğu/yanlışlığı
tartışılabilir olsa da ikincisinin doğru olup
olmadığını 2006 yılı belirleyecektir.



ABD’nin
iki Ermeni tasarısını, Kongre’ye
taşıyarak/taşıtarak komitelerden çıkartmasının
zamanını, Türkiye’nin 3 Ekim 2005 AB ile
müzakerelere başlama/şartlı başlama
dönemine denk getirmesi, Amerikan yönetiminin Ermeni sorunu
konusunda AB üyeleriyle aynı görüşü
paylaştıklarını göstermesi bakımından
önemli bir hamle olarak algılanmalıdır/algılanmalı
mıdır? Burada kullanılan “Amerikan yönetimi”
tabiri, sıradan kullanılmamıştır. Zira,
Amerikan Kongresi’nde özellikle dış politik
konular üzerindeki tasarılar Beyaz Saray yönetimin
onayı alınmadan komitelere taşınamaz. Dahası,
Orta Doğu’da büyük hesapların ve
beklentilerin olduğu sıcak bir dönemde Senato ve
Temsilciler Meclisi’ndeki Kongre üyelerinin Amerikan
yönetiminden bağımsız olarak hareket etmeleri,
tasarı hazırlayarak komitelere ve genel kurula sokma
hazırlıklarına girişmeleri neredeyse imkansızdır.



İncirlik
Üssü’nün kullanım süresinin bir yıl 
uzatıldığı Nisan 2005’in üzerinden
daha 5 ay gibi bir süre bile geçmemişken Kongre’ye
iki tasarı birden getirtilerek komitelerden geçirtilmesi
ya Ermenilere 90. yıl armağanı olarak önceden
vaat edilmiş bir sözün yerine getirilmesindeki ilk
adımlardır ya da AB’nin Ermeni sorunu konusunda
yaptığı baskılara destek verme amaçlı
bir girişim olarak gerçekleştirilmiştir. Bu
tezlerden hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu
da ilerleyen zaman gösterecektir.



Komitelerde
onaylanan tasarıların Temsilciler Meclisi ve Senato’dan
kabul edilerek çıkması kararını verecek
olan mercii Beyaz Saray yönetiminin kendisidir. Daha önceki
tasarılarda olduğu gibi meclis başkanı eğer
isterse tasarıları genel kurula sokmayabilir. Nitekim 2000
yılında Bill Clinton ve Genelkurmay Başkanı Henry
Shelton’ın Temsilciler Meclisi Başkanı Dennis
Hastert’e gönderdikleri -tasarı yüzünden
ciddi ulusal güvenlik kaygılarının olduğunu
belirten- mektuplarıyla, tasarının genel kurula gelişi
Hastert tarafından durdurulmuştu.



Ermeni
tasarılarını meclis gündemine taşıyıp
taşımama konusunda artık uzman olan Temsilciler
Meclisi’nin Cumhuriyetçi Başkanı Dennis
Hastert’ın Beyaz Saray’ın izni olmadan yanlış
bir girişimde bulunması mümkün değildir.



 Kongrenin
normal prosedürü, tasarının önce Temsilciler
Meclisi alt komitelerinden birinde görüşülmesi
sonra genel kurula yani Temsilciler Meclisi’ne taşınması
ve daha sonra Senato’da görüşmeye açılması
şeklindedir. Eğer Senato kabul ederse bu defa Amerikan
yönetimine yani Başkan’ın imzasına
gönderilmesi gerekmektedir.



 Süreçlerden
birisi de Senato’da tasarı reddedilirse (Aynı şey
Temsilciler Meclisi için de geçerli) tasarı bu
defa Konferans Komitesi’ne gönderilir. Konferans Komitesi
tasarıyı onaylarsa, tasarı tekrar meclis başkanlarına
gönderilir. Ve bundan sonra Temsilciler Meclisi Başkanı
ve Senato Başkanı tasarıyı onaylarsa ABD
Başkanına imzaya çıkartılır.
Görüldüğü gibi, oldukça uzun bir
süreç var tasarının önünde...



 Tasarı
ile ilgili Türkiye kanadının zihnindeki soru ise
tasarının genel kurula çıkıp
çıkmayacağıdır. Veya çıkarsa
ne olacağı hususudur?



Ve
en kötüsünü düşünmek...



Tasarı
hem Kongreden hem Başkandan onay alarak yasalaşırsa ne
olur?



Aslında
bu sorunun cevabı oldukça basit. Bağlayıcılığı
olmayan, Amerikan politikasında geleceğe yönelik
hiçbir yaptırım, hatta somut bir yönlendirme
gücü taşımayan, hatta ilerideki dönemlerde
kendisini de sıkıntıya sokacak olan 
(Kızılderililer sorunu, Afrika köle ticareti vd.gibi
konularda) iç siyaset esinli bir karar olarak tarihteki yerini
alır. Çünkü benzer tasarılar Amerikan
Kongresi’nden ve yönetimi tarafından 1895’te,
1896’da zaten çıkmıştı. 1920’de
benzer bir Ermeni karar tasarısı onaylanmıştır.
Yakın dönemde 1975 yılında yine bir Ermeni
tasarısı Temsilciler Meclisi’nden onaylanarak çıkmış
ve tarihteki yerini almıştı.



Karar
tasarısının ABD Kongresi’nden çıkışını
Fransa örneğinde olduğu gibi gerek Erivan yönetimi
gerekse Ermeni lobisi kendisi açısından zafer
sayacaktır. Böyle bir olasılıkta 
Ankara-Erivan ilişkileri biraz daha gerginleşmiş
olacaktır. Ancak asıl sorun Ankara-Washington ekseninde
yaşanacaktır.
Böylesi bir durum, Ankara’yı
tarihi bir adım olarak, Türk–Amerikan ilişkilerinin
geleceğine ilişkin yeni kararlar almasına itecektir.
Johnson Mektubu karşısında İsmet İnönü’nün
dediği gibi: “Yeni bir dünya kurulur.
Türkiye’de bu dünyada yerini alır
.

misali.



Her
şeye rağmen Amerikan yönetimi, Türkiye’yi
göz ardı ederek Ermeni tasarısını resmen
kabul etme gibi bir hatayı yapma gafletine düşer ve
Türkiye’deki iktidar da, ABD’nin bu kararını
sindirme politikası içerisine girme eğilimini
sergilerse bu defa Türk milleti için onurlu bir
iktidar hayali oluşur  ve Türk milleti bu yeni iktidar
için, sandıktaki yerini alır
.


Dr.
Şenol KANTARCI


skantarci@fef.sdu.edu.tr


 






TÜRKİYE'DE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ



TÜRKİYE'DE ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ



 



Sedenay Akgün



 



I. Demokrasi ve Siyasal
Partiler:



          Demokrasi
halk egemenliğine dayanan bir yönetim biçimidir 
Bir milletin mutlu ve huzurlu yaşamasını sağlayan
en gelişmiş rejimdir diyebiliriz. Demokratik rejimlerde
insanlara kendi düşüncelerini ifade etme özgürlüğü
sağlanır. İnsanlar seçimlerde oy kullanarak
memleketin yönetiminde rol oynayabilirler. Demokrasilerde birçok
farklı düşünceye yer verilir. Bu farklı
düşünce ve görüşe sahip olan insanlar
bir araya gelip teşkilatlanma hakkına da sahiptirler. İşte
bu aşamada karşımıza siyasal partiler
çıkmaktadır
. Siyasal
partiler,’’bir program etrafında toplanmış,siyasal
iktidarı elde etmek ya da paylaşmak amacını
güden,sürekli bir örgüte sahip
kuruluşlardır.’’(1)Demokrasiyi gerçek
anlamda yaşatabilmek için siyasal partilere ihtiyaç
vardır.



             
Atatürk,özgürlük
ve demokrasi aşığıydı. Ona göre’’Hürriyet
olmayan bir memlekette ölüm ve yok oluş vardır,her
gelişmenin ve kurtuluşun anası hürriyettir.’’Böyle
düşünen bir devlet adamının yönettiği
ülkede gerçekleştireceği ideal,demokrasidir.
Demokrasi ise milli egemenliğe dayalı ,bağımsız,modern
ve akılcı kurumların işlediği bir toplumda
sağlıklı biçimde kurulabilir.(2)Atatürk
bütün bunları bildiği için zaman zaman
demokratik ortamların oluşup oluşmadığını
anlamak üzere denemelerde bulunmuş,çok partili
hayata geçmek istemiştir.



   II. Atatürk
Döneminde Çok Partili Hayata Geçiş Denemeleri



a)Siyasal partiye duyulan
ihtiyaç ve Cumhuriyet Halk Fırkası’nın
kuruluşu



Birinci Büyük Millet
Meclisi’nde siyasal bir parti niteliğinde gruplar yoktu. O
zamanın şartlarında siyasal partilerin kurulması
söz konusu olamazdı. Çünkü tek amaç
vatanın kurtuluşunu sağlamaktı. Bu görevi
üstlenen,Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
öncülüğünde toplanan TBMM idi. Meclis
içindeki milletvekillerinin çoğu bu cemiyetin bir
üyesiydi ve Mustafa Kemal ile aynı görüşü
paylaşıyorlardı. Bazıları ise M. Kemal Paşa’
nın her yaptığını onaylamıyor,bazı
görüşlerine katılmıyorlardı. Bu nedenle
mecliste iki grup oluşmuştu. M. Kemal yanlılarına
birinci grup,bu grubun karşısında olanlara da ikinci
grup adı verildi. Saltanatın kaldırılması
meclis içinde ikinci grubu oluşturan milletvekillerinin
sayısının artmasına neden oldu. Çünkü
bu grup sadece vatanın kurtulmasını istiyordu. Olan
bitenden padişahı sorumlu tutmadıkları için
saltanatın kaldırılmasını olumlu
karşılamaları beklenemezdi. Atatürk yapacağı
şeyleri belli bir sistem içinde toplamak,hedeflerini
belirtip halkı aydınlatabilmek için bir siyasal
parti kurma gereğini duydu.1923 Nisanı’nda savaş
zamanı meclisi kendini feshettiği için yeni seçimler
yapılacaktı. Atatürk inkılapların
gerçekleştirilebilmesi için seçimlerde
birinci grupta olanların başarı kazanmasını
istiyordu. Hedeflerine ulaşabilmesi için siyasal bir
parti kurulması ve bu partinin başına da M. Kemal’in
geçmesi gerekti. Böylece yeni Türk devletinin ilk
siyasal partisi olan “Halk Fırkası’’kuruldu.(9
Ağustos 1923)Cumhuriyet ilan edilince partinin adı
“Cumhuriyet Halk Fırkası’’olarak
değiştirildi.  



  b)CHF’nin ilkeleri
ve yaptığı inkılaplar:


Atatürk
ve arkadaşları bir ulus devletin yaratılması
gerektiğine inanıyorlardı ve bunun için de iki
ilke önemliydi:Birincisi modernleşm ve laikleşme
,ikincisi halkçılık ve halkın egemenliği
.1924’ten itibaren,parti,Atatürk’ün
teşebbüsleri doğrultusunda,modernleşmeye doğru
önemli aşamalar kaydetti.Bunların ilki Halifeliğin
Kaldırılmasıydı.Sonra,meclisin egemenliğini
temel alan yeni bir anayasa oluşturuldu.Batılılaşma
hareketi eğitim,alfabede yenilik,batılı kıyafetlerin
kabulü,İsviçre medeni kanununun uyarlanması ve
diğer tercüme edilmiş
kanunların(İtalyan,Alman,İsviçre)kabulüyle
sürdü.Bunların temel hedefi İslami hukuğu
işlevsiz kılmaktı.Tanzimattan beri İslami ve
batılı hukuğun yan yana varolmasından kaynaklı
ikiliğin batıya ve laikliğe doğru kesin bir
tercihle yer değiştirmesi amaçlanmaktaydı.Asla
dine ya da bir kurum olarak İslama karşı
çıkmadılar.Anayasada Türk halkının
çoğunluğunun müslüman olduğu
belirtilmekteydi.Ancak milliyetçiliğin birleştirici
bilinç olarak dinin yerini alması beklenmekteydi.İkinci
ilke halkçılıktı.Atatürk ülkede
değişik sınıflar ya da toplumsal sınıflar
olduğuna inanmıyordu;parti herkesin çıkarlarını
birleştirmekteydi.Halkçılık tüm ülkeyi
birleştirmenin ve farklı sınıf çıkarlarına
meydan vermemenin yoluydu.(3)



   c)İlk muhalefet parti:Terakki Perver Cumhuriyet
Fırkası



c.1)Kuruluşu ve Atatürk’ün tutumu:


Bütün
inklaplar CHF aracılığıyla gerçekleştirilmiş
ve halk tarafından benimsenmesi sağlanmıştır.Ancak
vatanın kurtuluşunda önemli rol oynayan bazı
komutanlar birbirini izleyen inklap hareketlerini benimsemekte güçlük
çekmişlerdir. Atatürk karşısında bu
grup,vatanın kurtulmasından sonra tekrar eski sisteme
dönmek istiyorlardı.Bu kişiler eski İttihatçılar
ile saltanat ve hilafet yanlıları tarafından da destek
görüyordu.Atatürk kendisine karşı bir
hareket olabileceğini düşünerek ordunun
siyasetten ayrılması için girişimlere
başlamıştır.İngilizlerle Musul sorunu hala
çözümlenememişti.Böylesine büyük
bir tehlikeyle karşı karşıyayken komutanların
siyasetle uğraşmaya kalkması hiç de akıl
karı bir iş değildi.Birçok komutan M.Kemal’in
bu isteğini yerine getirdi.Ancak Kazım Karabekir ve Ali
Fuat Paşalar görevlerini bırakıp siyaseti tercih
ettiler.Böylece meclise kabul edilmelerinde bir sakınca
kalmadı.Askerlikle ilişkisi kesilen bu iki paşaya daha
sonra Rauf(Orbay)Bey,Refet(Bele)Paşa ile Adnan(Adıvar)Bey
de katıldı.Cumhuriyet tarihinde ilk muhalefet partisi de
böylece Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası adıyla
kurulmuş oldu.(17Kasım1924)Atatürk TCF’ye karşı
başlangıçta çok uzlaşmacı bir tavır
sergiledi.Bu amaçla 21Kasım’da Fethi Bey’i
İsmet(İnönü)Paşa’nın yerine
başvekilliğe getirdi.M.Kemal çok partili hayata
geçiş taraftarıydı.Ancak TCF2ye pek
güvenmiyordu.Bu düşüncesinde haklı olduğunun
ortaya çıkması çok da uzun sürmedi.



    c.2)Şeyh Sait İsyanı



    c.2.1)İsyanı hazırlayan sebepler


Terakki
Perver Cumhuriyet Fırkası’nın (ilerici
cumhuriyet partisi)adı ile etkinliği birbirini
tutmuyordu.Bu parti ilerici ve cumhuriyetçi ise bu nitelikleri
taşıyan daha büyük bir parti dururken neden
kurulmuştu?Amaç kişiseldi.Gazi’nin bu eski
arkadaşları,iktidara gelmek istiyorlardı.Saltanatın
ve hilafetin kaldırılmasına henüz pek gönüllü
olmayan yığınların oyunu alabilmek için de
‘’Partimiz dini inançlara saygılıdır.’’parolasını
kullanıyorlardı.Oysa,kimse kimsenin dinsel inançalarına
karışmıyordu.(4)Doğrudan doğruya inklap
hareketlerine karşı kurulan bu parti en çok
İngilizlerin dikkatini çekti.Musul sorununu kendi lehine
çözmek isteyen İngilizler halkı kışkırtmak
için ellerinden geleni yapmışlar ve halk arasından
bazı kişileri kandırarak kendileri için Doğu
Anadolu’da ajan olarak kullanmışlardır.Özellikle
Doğu Anadolu halkı din konusunda büyük duyarlılık
göstermiş ve partiye karışan ajanların ‘’din
elden gidiyor’’söylentilerine inanıp isyanın
büyümesinde önemli rol oynamışlardır.



TCF’nin kurulmasıyla başlayan gelişmeler
hereyden önemlisi,yeni fırkanın Türk ulusçuluğuna
ters düşen bir programa sahip olması,Doğu ve
Güneydoğu’da bu fırkaya gösterilen yoğun
ilgi 13Şubat 1925’te Şeyh Sahit İsyanı’nın
patlak vermesiyle yeni bir boyut kazandı.(5)  



c.2.2)İsyanın yayılması,bastırılması
ve
Takrir-i Sükun Kanunu


İsyan
Piran’da başladı.İsyancılar kısa
sürede kuzeyde Erzurum,güneyde Diyarbakır önlerine
kadar gemeyi başardılar.4Mart 1925 günü Fethi Bey
gerekli önlemleri alamadığını gerekçe
göstererek başvekillikten ayrıldı.Yeni hükümeti
kurma görevi İsmet Paşaya verildi.İsmet
Paşa,Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa
ile birlikte isyanın bastırılması için
plan hazırladılar.Bu plan doğrultusunda bazı
karalar alındı.Alınan bu kararları şöyle
sıralamak mümkündür:



-Kısmi seferberlik ilan edildi.



-Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na bir madde eklendi ve
Takrir-i Sükun Kanunu çıkarldı.Bu eklenen
madde,dinin siyasi gayelere alet etmede kullanılamayacağı
idi.Bu cemiyetleri kuranlarla bu cemiyete girenler,memleketi ve
cumhuriyeti tehlikeye düşürenlerin vatan hani
sayılacakları belirtiliyordu.Hükümete
gericilik,ayaklanma ve bozgunculuk hareketlerine karşı
istediği gibi müdahale etme yetkisi veriyordu.



-Birisi Ankara’da,diğeri Elazığ’daolmak
üzere iki İstiklal Mahkemesi kuruldu.Şeyh Sait ve
adamları yakalanarak bu mahkemede yargılanıp idam
edildiler.(6) 



  c.3)TCF’nin kapatılması:



Takrir-i Sükun Kanunu ile meclis iki yıl boyunca olağanüstü
yetkilerle donatılmıştı.Bu yetkiler 4Mart 1929’da
kaldırıldı.Bu yetkilere dayanarak Atatürk
yapmak istediği inklapları gerçekleştirdi.Böyle
bir ortam oluşmasaydı halk yeniliklere karşı
direnebilirdi.Ancak bu iki yıllık dönem içinde
500’ün üzerinde kişi İstiklal Mahkemeleri
tarafından ölüm cezasına çarptırıldı
ve halk tepki göstermeksizin reformları kabul etti.5Haziran
1925’te TCF kapatıldı.Partinin kurulması ve
sonrasında yaşanan olaylar çok partili hayata geçiş
için elverişli bir ortamın henüz oluşmadığını
göstermiş oldu.



Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası kapatıldıktan
bir yıl kadar sonra,partinin önderleri Atatürk’e
karşı düzenlenen ‘’İzmir Suikasti’’ne
karıştıkları gerekçesiyle İstiklal
Mahkemelerine verildiler.Fakat,mahkeme,Atatürk’ün
yakın arkadaşları tarafından kendisine karşı
girişilen siyasal eylemin bitişini de simgelemiş
oldu.Onların suçu,devrimlerin yapılış
hızını ve M.Kemal Atatürk’ün artan
gücünü eleştirmiş olmaktıBu suçlarını
Atatürk’ün ölümüne kadar etkin
siyasetin dışında bırakılarak ödediler.(7)



d)Bir başka çok parti denemesi:Serbest Cumhuriyet
Fırkası:



d.1)1929 Ekonomik Buhran ve SCF’nin kuruluşu


Ülke
İsmet(İnönü)Paşa’nın hükümeti
döneminde.1908’den bu yana ilk kez siyasi istikrar
kazanmıştı.Ancak bunların hiçbiri halkın
ekonomik durumunun düzelmesini sağlayamadı.



Hükümeti 1929’a kadar görece açık
bir pazarı sürdürmekle yükümlü kılan
Lozan Anlaşması’nın getirdiği kısıtlamalar
altında işleyen ekonomide durgunluk devam
etti.Ticari,,sınıflar,bu dönemi,ileride
kısıtlanacakları düşüncesiyle ithal
ürünleri biriktirmek için kullandılar.Sonuç
olarak Türkiye’nin ticaret açıkları;fiyatların
yükselmesine ve genel ekonomik hoşnutsuzluğa yol
açarak büyük bir artış gösterdi.Savaşın
yıprattığı ekonomiyi kurtarmak için
beklenen yabancı sermaye,Biritanya ve Birleşik Devletler
gibi sermaye ihraç eden ülkelerin Türkiye’nin
ekonomik gelişmesine fazla öncelik vermemeleri nedeniyle
gerçekleşmedi.1929’da Wall Street’in
iflası,Türkiiye’nin nerdeyse yegane ihraç
ürünü olan tarımsal ürünlerin fiyatında
keskin bir düşüşe yol açarak zaten kritik
olan durumu daha da ağırlaştırdı.(8)



Bu yıllarda önemli sıkıntılar doğdu.
Hükümetin denetlenmesi gerektiğine inanıldı
ve muhalefet bir partinin kurulmasına karar verildi. Kurulacak
bu yeni partinin sıkıntıları atlatmakta yararlı
olacağına inanılıyordu. Özellikle demokrasi
yanlısı Atatürk bu düşünceyi
destekleyen kişilerin başında gelmekteydi. Bu amaçla
dönemin Paris büyükelçisi Fethi Beyle konuşarak
bir parti kurmasını rica etti. Fethi Bey de Atatürk’ün
bu ricasını kırmayıp teklifini kabul etti. Ancak
Fethi Bey yeni bir kurmak için bir şart ileri sürmüştür.
CHF başkanı Atatürk’ten her iki fırka
arasında tarafsız kalmasını istedi. Bu isteğinin
nedeni ileride sadece hükümete değil,devlete de
muhalif duruma düşürülmesi ve belki de “hıyanet-i
vataniye” ile suçlanması ihtinalini ortadan
kaldırmaktı.Atatürk bu isteği olumlu karşıladı
ve böylece Serbest Cumhuriyet Fırkası resmen 12
Ağustos 1930’da kuruldu.



d.2)Kuruluşu sonrasında SCF’nin durumu:


SCF
gerek eleştirerek gerekse görüş bildirerek
CHF’nin eksiklerini ortaya çıkarmak amacıyla
kurulmuştur diyebiliriz. Yani demokrasi için değil
de CHF için faydalı olacağı düşünülerek
kurulması desteklenmiştir. Ancak evdeki hesap çarşıya
uymamış SCF zamanla gelişerek CHF’yi kötülemeye
hatta onun yerini almaya çalışınca Atatürk
bu partinin ileride kendileri için bir tehdit oluşturacağını
anlamıştır.



Mustafa Kemal Paşa,muhtemelen,Mecliste CHF icraatının
eleştirilmesini,hatta İsmet Paşa’nın da
biraz hırpalanmasını istiyordu.Buna izin
vermekte,kendi partisinin o sıradaki yöneticilerine
“onlarsız olunmaz”olmadıklarını
sezdirecek, dolayısıyla partisi içinde kendi gücünü
arttırmış olacaktı.Fakat SCF’nin
istediğinden daha hızlı ve daha ileri gitmesi
üzerine,bir ölçüde hizaya getirilmelerini
umduğu yöneticiler de dahil olduğu halde partisiyle
dayanışma göstermek gereğini erkenden
duymuştur.(9)



d.3)SCF’nin kapanışı:


Halk
SCF’nin çağrılarına büyük bir
coşkuyla karşılık vermiştir.Büyük
kalabalıklar Fethi Bey’i Anadolu’da gittiği her
yerde coşkuyla karşılamış ve rejime yönelik
bütün muhalefet Serbest Fırka’nın
çevresinde toplanmıştır.Fethi Bey’in
Eylül 1930’da İzmir’e gelişi sırasında
kitle gösterisi olmuştur.Bunları grevler ve küçük
işçi sınıfından gelen militanca bir
hareket izlemiştir.Halkın hiç beklemediği
tepkisiyle sarsılan M.Kemal,sadık muhalefeti 17 Kasım
1930’da dağıtarak iki partili siyasal hayata
deneyimine son vermiştir.(10)SCF ile TCF arasında bir
karşılaştırma yapılacak olursa aralarında
şöyle bir fark olduğu ortaya çıkacaktır:SCF
kendi kurucusu tarafından kapatılmış oysa ki TCF
çıkan isyan sonucunda zorla kapatılmıştır.



d.4)Menemen olayı:


SCF’nin
kapatılmasının ardından İzmir yakınlarındaki
Menemen’de bir isyan patlak verdi.(23 Aralık
1930)Nakşibendi tarikatına mensup olan Derviş Mehmet
“Din elden gitti,şeriat isteriz.” Şeklinde
propaganda yaparak halkı kışkırtmıştır.
Kandırdığı cahil insanlarla birlikte isyanı
başlatmıştır.Bu isyan İslam hukukunun ve
halifeliğin geri getirilmesi için başlatılmış
bir isyandır.İsyan amacına ulaşamamış
ve kısa sürede bastırılmıştır.Ancak
hem isyanı bastıran Türk ordusundan hem de isyancılar
arasından çok sayıda can kaybı
olmuştur.Özellikle olayı duyan ve Menemen'de yedek
subaylık yapan Kubilay adlı genç öğretmenin
başına gelenler insanlık dışıdır.Derviş
Mehmet ve adamları kendilerine müdahale etmek isteyen
Kubilay’ın üzerine saldırarak başını
kesip bu kesik başı bir sırığın üstüne
geçirerek sokak sokak dolaştırıp tabir-i caizse
shov yapmışlardır.Ordu kasabayı kuşatmış,
çevrede seferberlik ilan edilmiştir.Atatürk
Menemenlilerin bu davranışlarını doğrudan
doğruya Cumhuriyet’e yönelik görüyordu.Hemen
askeri mahkeme kurulmuş olaya karışanlar
yargılanmıştır.Hak ettikleri cezayı alan
gericiler hiç ummadıkları bir ders almış
yaptıkları yanına kalmamıştır.


İsyan,yüzyıllar
boyunca yurtta yalnız dini değil,siyasi ve sosyal yaşamın
da temelini oluşturmuş olan tarikatların,Meclisin bir
kalem darbesiyle ortadan kaldırılamadığını
göstermiştir.Bunlar,halkın içine işlemiş
oldukları için,yer atında hala yaşıyor,en
ufak bir kıvılcımla patlamaya hazır
bekliyorlardı.Çünkü M.Kemal’in dini
reformları yeni bir yaşama göreneği gibi
geliştirilmemiş;tepeden inme ve yapay bir şekilde
yerleştirilmişti.Halkın kendi adına yapılmış
olan devrimin gerçek anlamını kavrayabilmesi için
bir,hatta iki kuşak gelip geçmeliydi.(11)



e)Başka siyasal parti kurma girişimleri



e.1)Ahali Cumhuriyet Fırkası:


26
Eylül 1930’da Abdülkadir Kemali (Öğütçü)
Bey tarafından Adana’da kurulmuştur.Kuruluşundan
itibaren hükümet yanlısı basında parti ve
kurucusu olumlu karşılanmamıştır.Eski
prensiplerine sadık olup olmadığı konusunda
şüpheler oluşmuştur.Abdül Kadir Kemali
Bey,partiyi kurduğu gün program ve tüzüğünü
hükümet onaylatmış ve yayınlamıştır.Merhum
romancı Orhan Kemal’in babasıdır ancak onun gibi
ilerici bir siyasal görüşe sahip olduğunu
söylemek yanlış olur.Üç aydan kısa
bir süre boyunca faaliyette bulunmuştur.Maraş gibi
birkaç güney ilinde şube açmış
ancak hiçbir belediye seçiminde başarı
gösterememiştir.21 Aralık 1930’da Bakanlar
Kurulu kararıyla kapatılmıştır.


e.2)Türk
Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi:


 
29 Eylül 1930
günü,Edirne’de Mimar Kazım Tahsin Bey tarafından
kurulmaya çalışılmışsa da resmi
kayıtlara göre hükümetçe komünist
eğilimli olduğu iddia edilerek faaliyette bulunmasına
izin verilmemiştir.Partinin amacı sermayedarlara karşı
Türk işçi ve çiftçisini savunmak,bu
sınıfa da Türk toplumsal hayatında bir yer
sağlamaktır.Devrimlere bağlılığını
dile getirmiş ve Mustafa Kemal Paşa’nın yol
göstericiliğini benimsediklerini ifade etmişlerdir.CHF’ye
“özce de biçimce de yakındır.”
(12)1930 yılında  bir başka girişim
II.Meşrutiyet Dönemi’nde Dr.Hasan Rıza’nın
kurduğu Sosyal Demokrat Fırkası’nı yeniden
diriltmeye çalışmasıdır.Aynı yıl
içersinde bunun dışında başka tasarımlar
d olmuştur.


e.3)Layık
Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftiçi
Fırkası:


Sol
eğilimli maceraperest bir gazeteci olan Arif Oruç,İstanbul’da
SCF’nin kapanmasından altı ay sonra bir parti kurma
girişiminde bulunmuş ancak bir sonuç
alamamıştır.Sansasyon gazeteciliğiyle yaşadığı
dönemde ün salmıştır.Yayınladığı
bazı yazılardan dolayı hapis ve para cezası
almıştır.1931 tarihinde gazetesinde ayrıntılı
bir program ilan edip yeni bir parti kurma girişiminde
bulunmuştur.Ancak hükümet izin vermemiş ve Arif
Oruç da 19Ağustos 1931’den itibaren gazetesini
kapatmıştır.Laik Cumhuriyetçi İşçi
ve Çiftçi Fırkası sonuçsuz bir girişim
olarak kalmıştır. 



f)Genel değerlendirme


1930
yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın
kapanmasından sonra çok partili rejimin Türkiye için
uygun olmadığı anlaşılmıştır.Bu
görüşü destekleyenlerin sayısı giderek
artmış ve Tek partili sistem daha da güçlenmiştir.9Mayıs
1935’te CHP Büyük kurultayı toplanmıştır.Bu
kurultayda partinin otoriter ve totaliter niteliklerinin daha da
belirli bir hale geleceği açıkça
anlaşılmıştır.Atatürk 1936 Haziranında
aldığı bir kararla CHP’ye yeni bir hüvviyet
kazandırmıştır.Parti idaresi,Devlet idaresiyle
birleştirilmiş,devletle parti içiçe
girmiştir.Oluşan bu “yeni şekle göre
İçişleri Bakanları Genel İdare Kurulu’na
alınıyor,aynı zamanda partinin genel sekreteri
oluyorlardı.Valiler bulundukları ilin parti başkanlığını
da yapacaklardı. Genel müfettişler ise,mıntıkaları
içinde devlet işlerini olduğu gibi,parti faaliyet ve
teşkilatını da teftiş edeceklerdi.”(13)Atatürk’ün
ölümünden sonra 26Aralık 1938’de kurultay
olağanüstü toplanmış,parti genel
başkanlığına İsmet İnönü
seçilmiş ve Atatürk parti tüzüğünde
yapılan değişiklikle onu “değişmez
genel başkan”yapmıştır.II.Dünya Savaşı
çıktığında Türkiye rejim yönünden
işte bu aşamada bulunuyordu.


III.İkinci
Dünya Savaşı ve Sovyetler Birliğinin Çok
Partili Hayata Geçişimizdeki Etkileri


a)İkinci
Dünya Savaşı:


1Eylül
1939 günü Hitlerin Polonya’ya saldırısı
ile başlamış ve altı yıla yakın bir
süre içersinde tüm dünyayı etkisi altına
almayı başarmıştır.Türkiye savaş
başlamadan İngiltere ve Fransa ile işbirliği
yapma kararı almıştı.Savaş başladıktan
sonra da bu tutumunu değiştirmemiş ve Berlin Roma
mihverine karşı Batı ile kesin bir ittifak anlaşması
yapmıştır.Ancak savaşa girmemiştir.“Önce
‘harp dışı’ sonra ‘tarafsızlıkla’
ifade edilen bir politika ile savaşın sonuna kadar
gelmiştir.”(14)


Türkiye
savaşa fiilen katılmasa da savaşın yıkıntılarının
dışında kalmayı başaramamıştır.Ekonomik
ve endüstriyel gelişmeyi gereği kadar
gerçekleştirememiş olmamız sıkıntılarımızın
bir kat daha artmasına neden olmuştur.Ülkemize ihtiyaç
duyulan birçok madde dışarıdan getirtildiği
için savaş zamanı bu maddeleri temin etmekte
zorlanmıştır.Bunun sonucunda halk ana ihtiyaç
maddelerini dahi temin edemez olmuş;işsizlik,karaborsa,açlık
ve sefalet başgöstermiştir.Ölülerini
kefensiz gömenler bile olmuştur.Memleket işte bu
haldeydi.Tek partili idare yönetiminde zaaflar artmış,halkın
şikayetleri çoğalmaya başlamıştır.Bu
ortamda basın eleştiri yapıp hükümetin
icraatlarıyla ilgili görüş bildirememiştir.Öyle
ki vatandaşın polis tarafından hiçbir sebep
gösterilmeksizin tutuklandığı da olmuştur.Tüm
bunlara rağmen savaş sonunda ortak bir düşünceye
varılmış,hekes İnönü’nün
başarılı ve isabetli bir dış politika ile
ülkemizi savaşın dışında tuttuğu
konusunda hem fikir olmuştur.Dünya yakıp yıkılırken
Türkiye bu tahribattan etkilenmemiştir.Ancak savaşa
girmemiş olmamıza rağmen savaşa katılan
ülkelerde bile görülmeyen iktisadi sıkıntılar
yaşamışızdır.Bunun tek sorumlusu olarak tek
partili rejim gösterilmiştir.Bu aksaklığın
giderilmesi için de tek çözüm olarak çok
partili rejime geçilmesi gösterilmiştir.


b)Sovyet
Tehdidi:


II.Dünya
Savaşı’nın başladığı tarihe
kadar,Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki dostluk
bozulmamıştır.Ancak savaş karşısında
görüş ayrılıkları ortaya
çıkmıştır.Türkiye ikinci Dünya
Savaşı’nın çıkmasını
istemediği için daha savaş başlamadan İngiltere
ve Fransa’ya bağlanmıştır.Sovyet Rusya ise
Batılılarla uzun uzun görüşmüş,savaşın
çok yaklaştığı sırada Batılılarla
anlaşmaktan vazgeçip Almanya ile saldırmazlık
paktı imzalamıştır.Hitler de kendisi için
çok önemli olan Sovyet tarafsızlığını
garantiye aldıktan bir hafta sonra savaşı
açmıştır.Moskova bizden Batılılar’dan
ayrılıp kendisi gibi bir tarafsızlık politikası
izlememizi istemiş,bu amaçla baskı yapmaya
başlamıştır.Türkiye ise verdiği
karardan dönmeyip 1939 Ekiminde kesin ittifak anlaşmasını
imzalamıştır.Böylece Türk-Sovyet dostluğu
sona ermiş,Türkiye Sovyet Rusya’yı dikkatle
izlemeye başlamıştır.Türk-Sovyet ilişkileri
savaş içinde cephe durumlarına göre değişiklik
göstermiştir.Sovyet Rusya kendi güvenliği için
Türkiye ile belli bir dönem iyi geçinmeye
çalışmıştır.Ancak bu rahat dönem
1949 Ocağı’nda Sovyetlerin Stalingrat zaferinden
sonra yeniden değişiklik göstermiştir.Sovyetlerin
kendine güveni yeniden gelince Türkiye’ye savaşa
girmesi konusunda baskı yapmaya kaldığı yerden
devam etmiştir.Ankara, savaşa girmeyi kabul etmeyince
Türk-Sovyet ilişkileri yeniden soğumuştur.


İngiltere
Türkiye’yi dünyaya yeni düzenini verecek olan
Sanfransisko Konferansı’na davet etmiştir.Bu
konferans Türkiye için oldukça önemlidir.Türkiye
savaşa katılmamış olmasına rağmen galip
devletletle yeni düzenin kurulmasında rol oynayacaktı.Savaş
sonunda tek partili diktatörlük idareleri tüm dünyada
itibarını kaybetmiş,dünyayı büyük
felaketlere sürükleyenlerin tek partili devletler olduğu
ortaya çıkmıştır.İşte Türkiye
de Sanfransisko Konferansı bünyesinde toplanan demokratik
topluluğa katılırken tek partili otoriter ve totoliter
rejimi bırakıp çok partili hayata geçmeye
karar vermiştir.


IV.1945-1961
yılları arasında Türkiye’de Çok
Parti Bilmecesi


II.Dünya
Savaşı sonrasında bütün dünyada
demokrasi düşüncesi eskisinden daha çok kuvvet
kazanmıştır.1941’de Amerika ile İngiltere’nin
Atlantik Beyannamesi’ni yayınlamaları,savaş
sonrasında da 1945’te Birleşmiş Milletler
Teşkilatı’nı kurmak için girişilen
çalışmalar bizde de demokrasi isteğini
uyandırmıştır.Basın da demokratik sistemi
savunmuştur.Gerekli ortamın hazır olduğuna
inanılmıştır.Öncelikle 1945’te dönemin
tanınmış işadamlarından Nuri Demirdağ
Milli Kalkınma Partisi‘ni kurmuştur.7Ocak 1946’da
Celal Bayar,Fuad Köprülü,Refik Koraltan,Adnan Menderes
Demokrat Parti’yi kurmuşlardı.Birkaç ay içinde
de partilerin sayısı beklenmedik bir hızla artmaya
başlamıştır.Kurulan bu partiler içinde
sadece Demokrat Parti ve Fevzi Çakmak ile arkadaşlarının
kurduğu Millet Partisi’nin millet üzerinde etkileri
görülmüştür.


a)1946
Seçimleri:


Tek
partiden çok partili rejime geçiş,CHP’nin
kendi bünyesiyle de ilgili önemli kararlar almasını
gerekli kılmıştır.Bu nedenle 10Mayıs 1946
tarihinde CHP’nin II.Olağanüstü Kurultayı
Ankara’da toplanmıştır.Bu kurultayda alınan
kararlar sonucu CHP’nin programında ve tüzüğünde
önemli değişiklikler yapılmıştır.
Programın dördüncü maddesinde iki dereceli seçim
konusundaki hüküm kaldırılarak yerine
“milletvekilleri seçimlerinde tek dereceli seçim
taraftarıyız.” cümlesi konmuştur.Dernek
kurma hürriyetini kısıtlayan yirmi ikinci madde ise
tamamen kaldırılmıştır.Bu kurultayda CHP
parti tüzüğünde yapılan en önemli
değişikliklerden biri de “müstakil
grubun”mevcudiyetine son vermekle ilgiliydi.Çok partili
rejime geçişten sonra böyle bir grubun
faaliyetlerine ihtiyaç kalmıyordu.Parti tüzüğüyle
ilgili bir diğer önemli karar da “Değişmez
Genel Başkanlık”kurumunun ortadan
kaldırılmasıdır.(15)


1946’da
ilk defa birden çok partinin katıldığı tek
dereceli seçim yapılmıştır. Gerçekte
seçimi kazandığı halde hile ve baskı ile
Demokratik Parti Meclise sadece 65 milletvekili ile girmiştir.Daha
sonra seçim kanunun yenilenmesi yoluna gidilmiştir.16
Şubat 1950’de kabul edilen kanun gereğince 14 Mayıs
1950’de gizli oyla,serbest bir seçim yapılmıştır.”Seçim
sonunda,487 milletvekilliğinden 396’sını
Demokratik Parti,69’unu CHP,13’ünü Millet
Partisi,9’unu da bağımsızlar kazanmıştır.22
Mayıs 1950’de yeni Büyük Millet Meclisi 384 oyla
Cumhurbaşkanlığı’na Demokratlar’ın
adayı Celal Bayar’ı seçmiştir.İlk
Demokrat Parti hükümetini Adnan Menderes kurmuştur.”(16)


CHP’nin
yıkıcı muhalefeti yüzünden iç
politikada önemli sorunlar ve gerginlikler yaşayan
Demokratik Parti 1958 seçimlerini bir yıl öne almak
zorunda kalmıştır.Böylece seçimler 1957’de
yapılmış,seçimleri yine Demokrat Parti
kazanmıştır.Seçimlerin sonrasında da iç
politikada gerginlikler devam etmiş ve sonunda 27 Mayıs
ihtilali patlak vermiştir.İhtilal sonrasında Demokrat
Parti parlamento grubu,başbakan ve cumhurbaşkanı da
dahil olmak üzere tutuklanmıştır.Yargılanmaları
Yüksek Adalet Divanı tarafından gerçekleştirilmiş,bu
yargılama sonucu Başbakan Menderes,Dışişleri
Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan idama mahkum
edilmiş,diğerleri müebbet hapse çevrilmiştir.


Demokrat
Parti mahkeme kararıyla fesh olduğu için bir sonraki
seçimlere katılamamıştır.Bu durumda
CHP,Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi,yeni kurulan
Yeni Türkiye Partisi ile Adalet Partisi seçime girmiştir.


b)1961
Seçimleri:


Yeni
seçimler nisbi temsil sistemine dayanarak 15 Ekim 1961’de
yapılmıştır. Ancak hiçbir parti bu sistem
içinde çoğunluk sağlamayı
başaramamıştır.Hem mecliste hem de yeni
anayasanın getirdiği senatoda CHP ile Adalet Partisi en çok
yer elde etmişlerdir.Budurum karşısında Batı
demokrasilerinde çok görülen partiler arası
“koalisyon” hükümeti kurma gereği ortaya
çıkmıştır.Cemal Gürseli cumhurbaşkanı
seçilmiş,hükümeti kurma görevi CHP genel
başkanı İsmet İnönü’ye
verilmiştir.İnönü ilk kabineyi CHP-AP koalisyonu
ile kurmuştur.Daha sonra CHP-YTP-CKMP üçlü
koalisyon kabinesi kurulmuştur.


V.SONUÇ


Görüldüğü
gibi tarihimiz boyunca yönetim biçimini demokrasiye
yaklaştırmak, ülkeyi tek partili otoriter ve totaliter
rejimden kurtarmak için büyük emek harcanmış
ancak bu girişimler çoğu zaman hayal kırıklığıyla
sonuçlanmıştır.Bu girişimlerin tam
anlamıyla amacına ulaştığını
söylemek doğru olmaz.Çok partili hayata geçiş
için bulunulan her girişim bir isyanı,ayaklanmayı
da beraberinde getirmiştir.Yine de zamanın şartlarına
göre bir değerlendirme yapılırsa o dönemde
çok partili hayata geçişte az bir yol
katedildiğini söylemek biraz insafsizca olur.Siyasal
yaşamımızın bugünkü halini almasında
geçmişteki girişimlerin büyük payı
vardır.Son olarak anlatılan olaylarla ilgili şu
analizleri yapmak mümkündür:


1)Yaşanılan
her ekonomik kriz sonrasında yeni bir parti arayışı
içersine girilmiştir.



-1929’daki
ekonomik buhran sonucu hükümeti eleştirecek bir
mekanizma olmadığı için,eksiklerin ortaya
çıkarılması amacıyla SCF’nin
kuruluşuna karar verilmiştir.Yine II.Dünya Savaşı
sırasında aksayan ticaret nedeniyle halk bazı ana
maddelerini temin etmekte güçlük çekmiş
ve ekonomik sıkıntı başlamıştır.Bunun
üzerine halk,savaşa katılmamış olmasına
rağmen bu denli zarar görmesinin faturasını yine
tek partili rejime kesmiştir.



-Çok yakın
bir zamanda yaşadığımız 3Kasım
seçimleri de buna örnek teşkil etmektedir.Halk son
üç yıldır yaşadığı ekonomik
sıkıntının tek sorumlusu olarak siyasileri
göstermiş,çareyi seçime gitmekte
bulmuştur.Geçmişte olduğu gibi yeni partiler
kurulmuş ve seçim yapılmıştır.


2)Hiçbir
partinin iktidarda kalma garantisi yoktur.


 -Çok
partili hayata geçiş için uygun ortamın
olmadığı gerekçe gösterilerek 15 yıl
kadar bir süre boyunca CHP tek başına iktidar
olmuştur.Ancak bunun sıkıntısını
yaşayan halk ilk çok partili seçimde CHP’ye
“karşı” tavır almış ve Demokrat
Parti’yi desteklemiştir.3 Kasım seçimlerinde
de halkımız ülkeyi içine düştüğü
ekonomik krizden bir türlü kurtaramayan hükümeti
oluşturan partileri saf dışı bırakıp
CHP ve AKP’ye destek vermiştir.


3)Politikada
her zaman menfaatler ön plandadır.


-1961
seçimlerinden sonra hiçbir parti çoğunluk
sağlayamayınca CHP ve Adalet Partisi koalisyon hükümeti
kurmuşlardır.Bugün de her ne kadar koalisyon hükümeti
kurulmamış olsa da mecliste farklı siyasi görüşe
sahip iki parti yani CHP ve AKP yer almaktadır.


4)Tarih
“hakikaten” de tekerrürden ibarettir.Yaşanan
tüm bu benzer olaylar başka hangi sözle açıklanabilir
ki? 


 



              DİPNOTLAR:



(1)    
Kapani,Münci,Politika
Bilimine Giriş(Ankara,Bilgi Yayınevi,Ekim 2000),s.74



(2)    
Mumcu,Ahmet-Su,Mükerrem
K.,T.C.İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük
(İstanbul, Milli Eğitim Basımevi,2000),s.183-184



(3)    
Ayata,Ayşe
Güneş,CHP(Örgüt ve İdeoloji),(Ankara,Gündoğan
Yayınları,Ağustos 1992),s.64-65



(4)    
Mumcu,Ahmet-Su,Mükerrem
K.,T.C.İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük,(ist.,Milli
Eğitim Basımevi,2000),s.186



(5)    
Ekinci,Necdet,II.Dünya
Savaşı’ndan Sonra Türkiye’de Çok
Partili Döneme Geçişte Dış
Etkenler(İstanbul,Kardak Uluslar arası Basın Yayın
Dağıtım,Ekim 1997)s.74



(6)    
Serdarlar,Neriman-Çetinkanat,Fahriye,Türkiye
Cumhuriyet’nin 75.Yıl Dönümü Türkiye
Cumhuriyet Tarihi(Makale,Dışişleri Bakanlığı
Web Sayfası /www. mfa.gov.tr)



(7)    
Kongar,Emre,21.Yüzyılda
Türkiye(İstanbul,Remzi Kitabevi,Kasım 1998),s.139



(8)    
Ahmad,Feroz,Modern
Türkiye’nin Oluşumu (İstanbul,Kaynak
Yayınları,Aralık 1999)s.76



(9)    
Tuncay,Mete,T.C.’nde
Tek Parti Yönetiminin Kurulması(1923-1931) (İstanbul,
Cem Yayınevi,1992)s.254



(10)
 Ahmad,Feroz,Modern
Türkiye’nin Oluşumu(İst.,Kaynak Yayınları,Aralık
1999)s.77



(11)
 Kinross,Lord,ATATÜRK/Bir
Milletin Yeniden Doğuşu(İstanbul,Altın Kitaplar
Yayınevi,Aralık 1994)s.526



(12)
 Tuncay,Mete,T.C.’nde
Tek Parti Yönetiminin Kurulması(1923-1931),(İst.,Cem
Yayınevi,1992)s.276



(13)
 Burçak,Rıfkı
Salim,Çok Partili Hayata Geçişimiz Üzerinde
II.Dünya Savaşı’nın Etkisi(Makale,Yeni
Türkiye/Türk Demokrasisi Özel Sayısı,Eylül-Ekim
1997, Yıl:3,Sayı:17)s.644



(14)
 Burçak,Rıfkı
Salim,Çok Partili Hayata Geçişimiz Üzerinde
II.Dünya Savaşı’nın Etkisi(Makale,Yeni
Türkiye/Türk Demokrasisi Özel Sayısı,Eylül-Ekim
1997,Yıl:3 Sayı:17)s.645



(15)
 Baydur,Mithat,CHP:Milli
Mücadele ve Kuruluş Dönemi (Makale,Türk Yurdu,
Ankara,Evren Yayıncılık,Ekim
1998,Cilt:18,Sayı:134)s.97



(16)
 Yüksel,Orhan,Çok
Partili Çağa Giriş ve Demokrasi (Makale,Hayat Tarih
Mecmuası, İstanbul,Doğan Kardeş Matbaacılık
Sanayi A.Ş. Basımevi,Ekim 1973,Yıl:9, Cilt:2,
Sayı:9-10)



         KAYNAKLAR



Kitaplar:



-         
Doç. Dr. Ayşe
Güneş Ayata /CHP(Örgüt ve İdeoloji)



Gündoğan
Yaynıları,Ankara



Çevirenler:Belkıs
Tarhan,Nüvit Tarhan  


Baskı,Cilt:Zirve
Ofset



Birinci Basım:Ağustos
1992



-         
Dr. Necdet Ekinci /
II.Dünya Savaşı’ndan Sonra Çok Partili
Hayata Geçişte Dış



Etkenler



      Toplumsal
Dönüşüm Yayınları:59



      Doç.Dr.
Orhan Yavuz Dizisi:7



      1.Baskı:Ekim
1997



      Baskı:Zafer
Matbaası,Ekim 1997



      Genel
Dağıtım:Kardak Uluslararası Basın Yayın
Dağıtım,İst.



-         
Emre Kongar /21.Yüzyılda
Türkiye



Remzi Kitabevi A.Ş.,İst.



Büyük Fikir Kitapları
Dizisi :101



Birinci Basım:Mart,1998



On beşinci Basım:Kasım,1998



-         
Mete Tuncay / T.C.’nde
Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması(1923-1931)



Cem Yayınevi,İst.



Baskı:Doğan Ofset



Üçüncü
Basım:1992



-         
Münci Kapani /
Politika Bilimine Giriş



Bilgi Yayınevi Ankara



Basım: Ekim 2000



-         
Lord Kinross /ATATÜRK,Bir
Milletin Yeniden Doğuşu



Altın Kitaplar Yayınevi 
İst.



Türkçesi: Necdet
Sonder



12.Basım:Aralık 1994



-         
Feroz Ahmad /Modern
Türkiye’nin Oluşumu



Kaynak Yayınları İst.



Çeviren:Yavuz Alogan



2.Basım:Aralık 1999



Makaleler:



               
-     Hamit
Ersoy /Türkiye’de Demokrasi Serüveni



Yeni Türkiye 18



Basım:Kasım-Aralık
1997



Yıl: 3 Sayı: 18



Sivil Toplum Özel Sayısı



               
-     Rıfkı
Salim Burçak / Çok Partili Hayata Geçişimiz
Üzerinde II.Dünya Savaşı’nın
             



                     
Etkisi



                   
  Yeni Türkiye 17



                     
Basım:Eylül-Ekim 1997



                    
 Yıl: 3 Sayı:17



                     
Türk Demokrasisi Özel
Sayısı



-         
Mithat Baydur / CHP:Milli
Mücadele ve Kurtuluş Dönemi



Türk Yurdu



Basım: Ekim 1998



Cilt:18 Sayı:134



Baskı: Evren Yayıncılık
A.Ş. Ankara



-         
Orhan Yüksel / Çok
Partili Çağa Giriş ve Demokrasi



Hayat Tarih Mecmuası



Basım: Ekim 1973



Yıl:9 Cilt:2



Sayı:9-10 Sıra
No:105-106



Baskı:Doğan Kardeş
Matbaacılık Sanayi A.Ş. Basımevi ,İst.



50.Yıl Özel Sayısı



-         
Neriman Serdarlar- Fahriye
Çetinkanat (Türkiye Cumhuriyeti’nin 75.Yıl



Dönümü,Türkiye
Cumhuriyet Tarihi



Dışişleri Bakanlığı
web sayfası



www.mfa.gov.tr      



 


http://us.geocities.com/begunay/z26.htm