TANZİMAT
BÜROKRASİSİ
FİLİZ YALÇIN
http://us.geocities.com/begunay/z6.htm
“Geçmişi
hatırlamayanlar, onu
tekrarlamaya mahkûmdur.”
Santayana
OSMANLI
DEVLETİNE GENEL BAKIŞ
Osmanlı
İmparatorluğu geniş ülkesi içinde ve
evrensel şekli altında çeşitli kitleleri ve
milletleri barındırmış bir devletti. Türkler
bu devletin kurucu ve hakim unsuru olmuşlardır. Bugün
ise, dini temellere ve teşkilata dayanan bir siyasi şekli
terk ederek, sosyal ve siyasi bakımlardan Batı örneğinde
kurulmuş, Batı demokrasisi düzenine dahil yeni bir
devletin kurucularıdır. Bu devlet Türkiye
Cumhuriyeti’dir. Türkler bugün yeni bir sistemin
gerçekleştirilmesinin çetin problemleriyle karşı
karşıyadır. Problemin zorluğu hem bir medeniyet
alanının değiştirilmesinden, hem de bizatihi Batı
demokrasisinin XX.yy’da karşılaştığı
ve çözmekle ödevli bulunduğu güçlüklerden
doğmaktadır.
Ulaşılmış
olan süreç uzun bir gelişmenin ürünüdür:
Teokratik – mutlak bir saltanattan meşrutî bir
rejime, bu kanaldan da laik-cumhurî bir devlete varış.
Hemen hemen iki yüzyılı kaplayan bu oluşum bazı
özellikleri kayda değer. Gelişme kesintili safhalarla
cereyan ettiği için eski ile yeninin çarpışması
şiddetli olmuştur. Gene ıslahat ve inkılâp
dalgaları durulduğu zaman görülmüştür
ki sonraki hareketler öncekilerden hâlâ bazı
şeyleri muhafaza etmektedirler. Buna karşılık
başarısızlıkla sonuçlanan hareketlerin,
baltalanan teşebbüslerin de, bu akıbetlerine rağmen,
devletin siyasi ve sosyal hayatında zor ve baskı ile
değiştirilemeyecek müspet izler bıraktıkları,
daha doğrusu kendilerinden sonraki yenileşme hareketlerini
geliştirecek bir iklim yarattıkları da bir gerçek
olarak ortaya çıkmıştır.
Batı’daki
gelişme prensibinin Osmanlı İmparatorluğu’na
uygulanması tezi Tanzimat’ın ilanından sonradır.
Bir bakıma Yeni Osmanlılar’ın eseri
sayılabilir.[1]
Osmanlı devleti,
hâkimiyetin kaynağı bakımından yapılan
klâsik ayrıma göre, despotik olmayan mutlak bir
imparatorluktur. Bu imparatorluk tipi, Osmanlı devletinin
ilerleme devrelerinde Batı’da rastlanan bir tip idi.
Osmanlı İmparatorluğu, benzerlerine kıyasın
daha demokratik özelliklere, hatta bazı üstünlüklere
sahipti. Durma ve gerileme olarak isimlendirilen devrelerde sözü
geçen özellikler kaybolmuş ve despotik bir
mutlakıyet idaresi kurulmuştur. Osmanlı devletinin
asıl karakteri teokratik olmasıydı. Bir ailede
(Hanedânı Âli Osman) toplanmış olan
hakimiyet, toplumun dışında ve üstünde,
beşeri ve dünyevi olmayan bir kaynaktan geliyordu: Tanrı.
Böylece, Batı’daki eşlerinde olduğu gibi,
Osmanlı İmparatorluğu’nda da hakimiyetin sahibi
millet değil Tanrı idi. Halk bu sistemde, devletin bir
organı değil, sadece pasif bir unsuru idi: “Reaya”
çalışır, eker, biçer, asker olur,
devletin gelir kaynağını teşkil eder, fakat
devlet iradesine katılmazdı. Osmanlı devletinin
kuruluşu, gayesi, yani hâkimiyetin kimler tarafından
ve nasıl kullanılacağı, devletin nasıl idare
edileceği, ferde ve devlete ait kaidelerin tümü hep
islami kaidelerle açıklanmak istenmiştir. Bu
esasların bütününe “şeriat” adı
verilmiştir. Şeriat, Tanrı’nın kulları
için koymuş olduğu din ve dünya kaidelerinin
tümü olarak kabul edilmiştir. Adalet, devletin
sınırları içinde şeriatın yerine
getirilmesidir. Devletin bu ödevini, herkesten önce
devletin reisi (melik, emir, padişah) gerçekleştirir.
O, devlet organizmasının beynidir. Mesela Taşköprüzade’ye
göre sultan “bedenin başıdır, rey ve tedbir
kaynağıdır.” Naima’ya göre ise
padişah devlet vücudunun şuurudur, (nefsi nâtıka)
Tipik Osmanlı hükümdarı aynı zamanda
halifedir. Bütün devlet organları ona tabi ve istişari
mahiyettedirler. Devlet idaresinde hukuken aktif bir rolü
olmayan halk (Reaya Fıkarası) bir Tanrı emanetidir
(Vedia-i ilahiye). Osmanlı devletinin anayasası şeriat
olmalıydı. Fakat gelişme boyunca ortaya çıkan
gerçek şu olmuştur: Şeriat, anayasa
müesseseleri bakımından devletin teşkilat ve
faaliyetleri bakımlarından eksikti. Bu gerçekten
hareket edilerek, şeriatın nazara almadığı,
fakat zamanın gerektirdiği yeni müesseseler
konulmuştur. Var olanların ıslahına gidilmiştir.
Yeni siyasi, idari ve kazai faaliyet prensipleri konmuştur. Bu
suretle şer’i alan yanında urfi bir alan vücut
bulmuştur. Yeni alandaki prensipleri şer’i değildir.
Urfi alan yeniliğe, ıslahata açılmış
bir kapı olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun
teokratik temeli devlet teşkilatını ve organlarını
tamamen kaplayıcı, umumi efkâr üzerinde gayet
tesirli bir sınıfın vücut bulmasında amil
olmuştur.[2]
Osmanlı devletinin
iki temeli ulema ve askerdir. Askerin fonksiyonu sadece memleketin
müdafaasıdır, siyasete karışmamalıdır.
Bu takdirde siyaset sahnesinde ilmiye sınıfı
kalacaktır. Padişah bu sınıfın desteği
sayesinde imparatorluğu idare etmelidir. İlmiye sınıfı,
imparatorluk içinde en geniş, yaygın ve organize
siyasi kuvvettir. Devletin diğer bir kuvveti olan Ordu (Seyfiye
Sınıfı) İlmiye’nin yanındadır.
1826 tarihine kadar duru budur. Devletin teşkilatına
tamamen hakim olan bu sınıfların bozulmaları,
imparatorluğun gerileme sebeplerinin başında
gelmiştir. İlmiye sınıfı, maddi desteğinden
mahrum kalmasına rağmen radikal ıslahat tedbirlerine
direnmekte devam etmiştir.
Batılılaşma,
çağdaş bir toplum ve hürriyetçi esaslara
dayanan bir devlet kurmak üzere girişilmiş teşebbüsler
ve gerçekleştirmelerdir. Bu olaylar zayıf veya
kuvvetli, çekingen veya kesin, fakat hal ve kârda mevcut
fikir hareketleri ve araştırmalarla beslenmişlerdir.
TANZİMAT
DÖNEMİ
Tanzimat devresi olarak
isimlendirilmiş olan ıslahat sistemi, Osmanlıların
sosyal gelişmeleri içinde birdenbire ortaya çıkan,
özellikleriyle bir adacık halinde görünen bir
olay değildir. Islahat silsilesini devam ettiren, onları
sonraki aynı çeşit hareketlere bağlayan bir
zincir halkasıdır. Zaten bu sürekliliği hareketin
mihveri olan Abdülmecit bizzat belirtmiştir: “Yüz
elli sene vardı ki gavaili mûtenevviaya mebni ne şer’i
şerife ve ne kavanini münifeye inkıyat...”[3]
Gülhane Hatt-ı
Hümâyun’u devletin resmî gazetesi Takvim-i
Vekâyi’de yayınlandığı gibi, bir
hafta sonra her eyalet valisine ve sancak mütesellimine ayrı
ayrı bir ferman halinde tebliğ olundu; vergi ve asker
maddesi hakkında ileride gönderilecek emirlerin beklenmesi,
bunun dışında Hatt’daki bütün
esasların, derhal icrasına girişilmesi bildirildi.
Tanzimat’ın “ancak din ü devlet ve mülk ü
milletin ihyâ ve ma’muriyetine bâ’is ve bâdi
olacak âsâyiş’i hâl-i ahâli ve
fukarâ maddesinin istihsali zımmında lâzım
gelen hayırlû ve menfaatlû usûllere”
başlamak demek olduğu açıklanıştır.[4]
İdari teşkilatta
yapılan ıslâhat, valilerin nüfuz ve yetkilerinin
azaltılması amacını gütmekteydi. Bu
maksatla, valilere yalnız âsâyiş işleri
bırakılmış, mali işler merkezden Padişah
tarafından muhassıl-i emvâl adıyla tayin olunan
geniş selahiyetli amirlerin eine verilmiş, diğer
taraftan idarenin her kademesinde halkın katıldığı
idare meclisleri, taşra meclisleri teşkil edilmiştir.
Eyalet idari teşkilatındaki ıslahât, kadılık
teşkilâtı mensuplarını da daha sık
merkeze bağlamıştır. Kadılar, eskisi gibi
Şeyhülislâmlığa, Bâb-ı Meşihât’e
bağlı kalmakla beraber, nâibler diğer memurlar
gibi aylık maaşa bağlanmıştır. Bunların
doğrudan doğruya vazifeleriyle ilgili olarak aldıkları
resm-i tereke ile ilâm, hüccet, mürâsele,
izinnâme, keşfiyye, seferiyye ve şer’i diğer
senetlerden aldıkları resimleri kendi namlarına
toplamaları men edilmiştir. Aylıkları
muhassıllıktan verilecektir. Bu mahkeme resimleri,
hâsılât-i mahkeme olarak doğrudan doğruya
muhassıllık tarafından alınacaktır.[5]
Meclislere gelince,
muhassıl ve iki kâtibi ile o yerin kadısı,
müftüsü umûr-i zabitiyye âmiri, müslüman
“vücuh-i memleketten” dirâyeti tecrübe
edilmiş dört âza ve gayri müslim ahali varsa,
bunların metrepolidi ve iki kocabaşı olarak on üç
kişiden oluşmuştur.[6]
Muhassıl olmayan
kaza ve kasabalarla köylerde beş kişiden oluşan
küçük meclisler bulunmaktaydı. Bu meclislerin
kimlerden oluşacağı açıklanmamış
sadece “icabına göre tertibi” tavsiye
olunmuştur. Küçük meclisler, görüştükleri
işleri tasdik edilmek üzere bağlı oldukları
büyük meclise bildireceklerdir. Büyük meclis,
mülkî, adlî ve malî işleri görüşüp
karar almaya yetkilidir. Ancak katil ve hırsızlık
olayları merkezi hükümete bildirilecektir. Bür
Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye müsevvedat defterine göre
katil, yaralama, hırsızlık davaalrıyla pranga
cezasını gerektiren davalar bu meclise havale edilmektedir.
Abdülmecit,
Meclis-i Vâlâ’da verdiği sene başı
nutkunda bu idâri ıslâhat üzerinde ehemmiyetle
durmuştur. Ubucini, bu meclisleri Fransız “departement”
meclislerine benzetir. Ona göre, bunlar “Gülhane
Hatt-ı Şerifi”nin Türkiye’ye getirdiği
en liberal müesseselerden biridir. Bu meclis, din ve mezhep
farkı olmadan bütün imparatorluk tebaası arasında
hukuk eşitliğini fiilen tesis etmektedir.[7]
Maliye’de ıslahat,
Tanzimat’ın temelini teşkil etmekte idi, ve idari
sahada yapılan ıslahat, daha ziyade mali merkeziyetçilik
sistemini uygulamak için bir vasıta olarak kullanılmış
görünmektedir. Merkezden geniş yetkilerle
muhassılların tayini, vergi tahsil işlerini valilerin
ve âyânın kontrolünden kurtarmak ve böylece
onların yaptıkları veya sebep oldukları
suistimallere son vermek amacını güdüyordu.
Modern maliye idaresinin merkezi kontrol prensibi, yani her gürlü
giderin yine hazineden ödenmesi ve tüm gelirin hazinede
toplanması esası kabul edildi. Maliye teşkilâtı
bu prensibe göre yeni baştan düzenlendi. Bu prensibin
doğal sonucu olarak, Gülhane Hattı’nda
vaadedildiği gibi, her şeyden evvel iltizam usûlünün
derhal kaldırılmasına karar verildi. İltizam,
âşardan ve her türlü mukatâ’lardan
kaldırıldı.
1838’de ve sonra
Gülhane Hattı’ndan ilan olunan vergi prensiplerinin
uygulanması, yani vergide servet esasına göre
istisnasız herkesin bir nispet altında devlete vergi
ödemesi için alınacak tedbirler, Meclis-i Vâlâ’da
görüşülmüş ve bu müzakereler
sonucunda, vergilerin ve tahsil usûlünün tespiti için
her şeyden önce emlak ve nüfus tahriri yapılması
ve taşradan çağrılan ahalinin ileri
gelenlerinden (vücûh-i ahâli) durumun soruşturulması
gerekli görülmüştür. İltizam usulü
kaldırılmış bulunduğundan bundan böyle
taşradaki voyvoda ve mültezimlerin işleri son
bulmuştur. Tahsil işlerini muhassıl ve meclis
yapacaklardır. Memur ve görevlilerin türlü adlar
altında halktan kendileri için aldıkları her
türlü resim ve âidat kaldırılmıştır.
Bunların başında tayyârât ve cerâ’im
gelir. Tanzimat’ın derhal uygulanan esaslarından biri
angaryanın ve servayın kesin olarak kaldırılmasıdır.
Reâyâyı
ilgilendiren çok mühim bir konu da cizyee’dir.
Şerî’at’a göre yalnız
gayrimüslimlerden alınan bu baş vergisinin tahsilinde
de önemli ıslahat kararına varıldı; fakat
şer’î bir mesele olduğundan bu hususta evvelâ
Şeyhülislâm’dan fetva alındı. Cizye,
yalnız gayrimüslimlerden toplanan bir vergi olduğu
için, bu verginin alınmasını reâyâ,
ilan olunan vergide eşitlik prensibine aykırı
bulmaktaydı. Avrupa basınında da Tanzimat’ı
tenkit edenler, özellikle de bu noktada üzerinde durmakta,
eşitliğin kuru bir vaadden ibaret kaldığını
ileri sürmekteydiler. Halbuki Osmanlı devleti bir islam
devleti olarak cizyeden vazgeçemezdi. Bununla beraber Babıâli,
1851 tarihine doğru cizyenin kaldırılması ve
herkesten eşit olarak alınan bir baş vergisi haline
getirilmesini düşündü ve nihayet 1856 Islahat
Fermanı’nda bu esas ilan olundu ve cizye, “bedel-i
askerî”ye ye çevrildi.
Tanzimat’a kadar
kadının başkanlığı altında mahalli
âyân ve eşrafın katıldığı
meclisler, verginin taksimi ve toplanması ve mahallî
idarenin harcama ve giderlerinin tâyini hususunda yetki sahibi
idi. İdâri-mali dâvalar kadılar vasıtasıyla
görülürdü. Bazı dâvalarda âyân
başkanlığındaki mahalli divanların karar
verdiği anlaşılmaktadır. Tanzimat’ın
getirdiği meclislerin eskisinden farkı, başkanlığın
kadılardan , yani ulemâdan alınıp valiye,
muhassıla veya kaza müdürüne, yani idare
adamlarına verilmesi ve gayrimüslim tebaanın, dinî
reisleri ve kocabaşları vasıtasıyla idarede söz
sahibi olmasıdır.
İdare adamlarının
meclis başkanlığı ise, taşra idaresinin
ulemânın ve âyânın nüfuzundan
kurtarılarak merkezi idarenin daha sıkı kontrolü
altına sokulması neticesini doğuracaktı. Bu
meclislerin, halkın idareye iştirakini sağladığı
iddiası da aynen kabul edilemez. Meclis üyelerinin
çoğunluğu valiye tâbi idare adamlarından
oluşmaktadır. Diğer taraftan halkı temsil etmesi
gereken bu meclislerde, hristiyanların çoğunlukta
bulunduğu yerlerde dahi, müslüman üyeler,
gayrimüslimlere karşı ekseriyette idiler.
Üyelerin seçimi
şu karışık usule göre yapılmaktaydı:
Önce namzetlerin, o yerin namus ve dirayeti ile tanınmış
hemşehrileri arasında olup mahkemeye gidip adlarını
kaydettirmeleri gerekirdi. Seçim heyeti ise şu suretle
meydana gelmekte idi: Her köyde toplanan halk arasından beş
kişi kur’a ile seçilip kaza merkezine gelir. Orada
köylerden toplanan bu adamlar mahallin “eshâb-i
emlâk ve erbâb-ı iktidâr addolunanları”
ile biraraya gelirler.[8]
Birçok yerlerde
meclislere özellikle küçük şehirlerde ve
kasabalarda ağa ve vücûh-i memleket adı altında
eski âyân hakim olmuşlardır.
1850 Vidin isyanında
meclise ağaların hakim olduğu, memurları, kadı
ve müftüyü kendilerine uydurarak valinin otoritesini
sıfıra indirdikleri ve işlere hakim oldukları
bizzat hükümetin soruşturması neticesinde meydana
çıkmıştır.[9]
Ziya Paşa diyor ki:
“Derebeyliği, yeniçerilik, muhassıl
mütesellimlik usûl-i zalimânesini Tanzimat’ı
Hayriyye eğer ki lafzan ilga etmiş ise de... taşraların
her yerinde derebeyleri elyevm mevcûd olup fakat isimleri
başkadır. Bunlar iki sınıf olup bir takımı
konsoloslar ve diğer âzâ-yi meclis, mu’teberân,
vücuh-i belde denilen erbâb-i nüfuz ve
servettir...”[10]
1841’den sonra
ağalar, Tanzimat’ın mülkiyet anlayışından
istifade ederek mirî toprakları daha sıkı bir
şekilde tasarrufları altına soktukları gibi, bir
taraftan da livâ meclisine hakim olduklarından,
İstanbul’dan gelen emirleri kendi bildikleri gibi
uygulamışlardı. 1850’de Meclis-i Vâlâ,
bu ağaların ıslahatı çiğneyerek
“reayayı bayağı kendi esirleri hükmüne
koymuş” oldukları kanaatine varmıştı.
Rumeli’de reâyâ, çorbacıların
idaresinde esaslı içtimaî reformlar için
harekete geçmekte, Anadolu’da ise eski Osmanlı
İmparatorluğu’nun geleneksel müesseselerini
temsil ederler, bu gibi reformlara mukavemet etmekte ve halkı
peşlerinden sürüklemektedirler. Bu tarihten sonra,
Balkanlar’da milli uyanış ve modernleşme
hareketleri gelişirken Türk politika hayatını,
uzun zaman taşraya hâkim âyân-ağaların
gelenekçiliği ile merkezdeki bürokratların
modernleşme çabaları arasındaki çatışma
etkisi altında tutacaktır.
TANZİMAT
BÜROKRASİSİ
Tanzimat, sosyal, medenî
ve idarî bakımdan Avrupa’ya yenilişin bir
tasdikidir. Başlangıçtan beri halka yabancı
fakat devlete sadık olan bürokrasinin biçimce
Avrupalılaşmak gayretleridir. Bir bakıma Tanzimat:
Bürokratlar (okumuşlar) ve halk diye iki ayrı
“milletin” oluşumudur. Bunları eski
bürokratlardan ayıran derin farklar:
Türk töresini
hafifseyen ve unutan okumuşlar olarak Fransız (ve bir
kısmı İngiliz) töre, kültür ve
modalarına hayran olmaları...
İslam dinine
kayıtsız, (bir kısmı da karşı)
bulunmaları, fakat bu turumun adını “laiklik”
koymaları...
Türk halkını
katiyen tanımamaları ve milli bünyeye uymayan
reformlar (Tanzimat) peşinde olmaları...
Kendi aralarında
gittikçe barizleşen bir sınıf (kast) teşkil
etmeleri...
Batı medeniyetinin
özüne ve faydalı ilmî yanlarına değil,
şekil ve modalarına bağlanmaları...
Bunlardan bir kısmının
“Fransız adamı, İngiliz adamı”
denilebilecek kadar Türk devlet ve milletine yabancı,
hatta hasım durumunda olmaları. Yani padişaha,
millete karşı, nüfuz ve güçlerini
yabancılardan alacak, onları İngiliz veya
Fransızlarla tehdit edecek kadar tehlikeli, zararlı
yollara sapmaları vs.dir.[11]
Geleneksel
Osmanlı kamu bürokrasisi Tanzimat’la beraber köklü
değişikliklere uğradı ve yeni bir yapılanmaya
gitti. Sultan II.Mahmut’un son dönemlerinde kurulmaya
başlanan bakanlıklara, Tanzimat döneminde yenileri
eklendi. Kısa zamanda modern bir hükümet mekanizması
için gerekli örgütlenmeler yapıldı.
Bakanlıkların yanında bunlara yardımcı
olacak danışma meclisleri kuruldu. Tanzimat’ın
yönetici kadrosu, devletin kurtuluşunu güçlü
ve merkeziyetçi bir yönetimde görmekteydi. Taşradaki
yöneticilerin yetkileri kısıldı. Yönetimin
yeniden yapılanmasında idari ve mali merkeziyetçilik
esas alındı. Yetkilerin taşradan merkeze
aktarılmasında, valilere güvensizlik ile birlikte,
eşrafın ve ayanların değişimi
engelleyebilecekleri endişesi vardı. II.Mahmut’un
son yıllarında memurlara sabit maaş
bağlandı. Önceleri memurların ücreti,
yürüttükleri hizmetlerden aldıkları resim ve
harç gibi gelirlerden oluşmaktaydı. Bunlar da
yürütülen hizmete göre değişmekteydi.
Tanzimat’la
birlikte devlet yönetiminde, dışişlerinde yetişen
ve yabancı dil bilen memurlar ön plana çıktı.
Tanzimat’ın önde gelen yöneticileri, “kalemiye
sınıfı”na mensuptu; kısacası
bürokrasinin içinden yetişen kişilerden
oluşmaktaydı. Tanzimat Fermanı ile getirilen mal ve
can emniyeti, esas itibariyle bürokratlara siyasi otorite
karşısında endişesiz yaşam ve hizmet olanağı
sağlamaya yönelikti. Bu dönemde padişahın
otoritesi ve karar alma yetkisi fiilen bürokrasiye geçti.[12]
Tanzimat döneminde
bürokrasinin temel amacı, topluma hakim olmaktı.
Merkezi yönetim, gücünü ülkenin her
yöresinde etkili hale getirmek için çalıştı.
Bir taraftan dış baskılar, diğer yandan içerde
müslüman olmayan toplulukların talepleri, Batı
kaynaklı yönetim kurumlarının benimsenmesi
sonucunu doğurdu. Osmanlı Devleti, 1860’lı
yıllarda ülke yönetimini Fransız yönetim
sistemine göre yeniden biçimlendirmeye çalıştı.
Bu bakımdan yönetim yapımız, Fransız yönetim
sisteminin bir kopyası niteliğindedir.
1864 yılında
“eyalet” sisteminden bugün uygulanmakta olan
“vilayet” (il) modeline geçildi. Taşra
yönetiminde vilayet alt kademeleri olan “sancak”,
“kaza” ve “köy” yönetimleri yeniden
düzenlendi. Bugünkü yerel yönetim birimlerimiz
içinde yer alan “il özel idaresi” ve
“belediye”lerin kurulması bu döneme rastlar.
“Danıştay” ve “Sayıştay”
gibi temel kurumlar da Tanzimat döneminin ürünüdür.
Tanzimat’la
getirilen yönetimde merkeziyetçilik, taşradaki kamu
hizmetlerinin aksamasına neden oldu. Tanzimat Dönemi’nin
yönetici ve aydınlarından olan Ziya Paşa, taşrada
yıkılan bir köprünün ya da su bendinin
tamiri için merkezi idare ile yapılan yazışmaların
yıllar aldığını, söz konusu işlerin,
bürokrasi nedeniyle hep sürüncemede kaldığını
belirtir. Ziya Paşa, Tanzimat öncesi bürokratik yapı
ve işlemlerin daha basit olduğunu, hizmetlerin mahallinde
görüldüğünü anlatır.[13]
Eski Osmanlı
bürokratları, soyu sopu silinerek sadece padişaha
(devlete) bağlanmaları istenen, ona göre yetiştirilen
kimselerdi. Tanzimat’tan sonra bürokratlık zengin ve
nüfuzlu sınıfların eline geçti. Belli
aileler ve çocukları yüksek mevkileri tutar oldular.
Hatta “bürokratın oğlu bürokrat olur”
göreneği başladı. Öyle ki dört beş
nesil boyu süren hariciyeciler, paşalar, konaklılar
görüldü.
Dinin ve örfün
Türkiye’de varlığına son vermek için,
tamamıyla Avrupaî kanunlar, kurumlar, kıyafetler,
yaşayışlar, zevkler, eğlenceler getirildi.
Bunları benimseyen bürokratlar halk ile olan ilgilerini
kestiler. Tıpkı müstemlekelerde olduğu gibi,
yaşayış, zevk ve inançları büsbütün
ayrı olan iki “millet” meydana geldi. Bürokrat
paşalar (Reşit, Mithat vs.) Avrupa töresi ve
hayranlığı içinde kendilerini Türk
milletinin kurtarıcısı, terbiyecisi gibi görmeye
başladılar. Aynı bakışı padişaha,
saraya bile yönelttiler. Kendilerine uyan ve boyun eğen
padişahları (Abdülmecit, V.Murat vs.) tuttular, ve
kendilerine benzettiler. Kendilerine millet, töre ve devlet
adına direnen padişahları (Abdülaziz,
Abdülhamid) zaman içinde yıpratmak, yok etmek
çarelerini aradılar ve buldurlar.[14]
Türk milletine
uymayan kıymet hükümlerini, Türk halkının
zevkine aykırı olan sanatı, halka hiçbir
faydası olmayan fikirleri ve bunları yayan “bürokrat
yakını” adamları, sanatkârı bunlar
tuttular. Halka yakın ve ona faydalı olmaya çalışan
devlet, sanat, fikir adamlarını “gerici, şarklı,
alaturka” gibi suçlamalarla unutturmaya çalıştılar.
Milletin hiçbir ihtiyacına ve hiçbir sesine kulak
asmadılar. Onu kurtaracak hiçbir fikir ve müessese
getirilemediği gibi, onu ayakta tutan çok şeyi de
yıktılar.
“Yeni bir millet
yaratmak” yani olmayacak şeyi yapmak, ülkeye yeni
inançlar, zevkler, töreler, adetler getirmek sevdası
Reşit Paşa’dan başlayarak, I., II. Meşrutiyet
ve Cumhuriyette birçok paşanın ve birçok
bürokrat “liderin”, politikacının, yazarın
“devrimcilik” sevdası oldu. Bu ilim dışı
bir şeydi. Bir milleti kendine rağmen değiştirmek,
“yeniden yaratmak” olamazdı. Olamadı. Halk
direndi. Tanzimat’tan beri bir buçuk asır, böyle
boşuna harcandı gitti. Başka millet ve devletlere ait
basit ve hazır kurallar ve kurumlar, Türklere ancak
huzursuzluk verebildi.
Batı tarzında
okullar açıldıkça, bürokrasinin millete
yabancılaşması “mektepleşti”.
Galatasaray ve Mülkiye, yüz yıldan beri bu “kastçı
bürokrasinin” örneklerini yetiştirdi. Ölçüleri,
Türk milletinin ölçülerinden büsbütün
başka olan, Batı’ya da ilmi ve gerçeği
ile değil, özentisi, gösterişi ile bağlı
olan okumuşlar. Çok geçmedi, Tanzimat’tan
hemen sonra bu siyasetçi bürokratlara, Batı’nın
sömürgeci, beynelmilel teşkilat ve zümreleri de
“çengel attılar”. Masonluk, siyonizm,
kozmopolitlik, ümanizm ve nihayet günlümüzde
sosyalizm, komünizm yabancılaşmış
bürokratlara “devrimcilik” yolunda yıkıcı
hedefler gösterdiler. Devleti onlara yıktırdılar.
Bu bürokrasi ile mücadele edene Sultan Hamid, Avrupa’nın
Ermeni, Rum ve Yahudilerin yardımı ile yıkıldı.
Bunun ardından 10 yıl içinde (1909-1919) Osmanlı
Devleti çökertildi. Kurtuluş Savaşı, Türk
milletine sığınılarak kazanıldı. Fakat
Cumhuriyet’le birlikte aynı bürokrat zihniyet
Ankara’ya gelip yerleşti.[15]
SONUÇ
Kendisinden sonraki
devrelere ıslahat metodunun kaynağı olan Tanzimat,
II.Mahmut sisteminin doğal ürünüdür.
Tanzimat aynı zamanda bir zihniyettir. Sonraki devrelerin biraz
da küçümseyerek “Tanzimat Kafası”
dedikleri toplum anlayışı, Osmanlı ıslahat
hareketlerine çekingen, muhafazakâr (teokratik ve
gelenekçi), ikici (telifci ve tavizci), fakat daima araştırıcı
ve Batıcı damgasını vuran bir zihniyettir. Bu
zihniyettin devamını I.Meşrutiyet’te, kısmen
de olsa II.Meşrutiyet’te elle tutulur bir şekilde
görmek mümkündür. Bu da göstermektedir
ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına
kadar, ıslahat taraftarları Tanzimat’ın koyduğu
ıslahat metodunu devam ettirmişlerdir, yani büyük
bir devletin kurtuluş davasını hakir görmelerine
rağmen, Tanzimat zihniyetiyle çözmeye
çalışmışlardır.
Tanzimat’ın
en önemli özelliği, devletin amacını da
kurumları gibi açıkça ikileştirmiş
olmasıdır. Bundan böyle Osmanlı elik’i
(devletin dayandığı manevi temeller) bu çifte
amaca dayanacaktır, sosyal ve siyasi değer hükümleri
bu iki amaca kıyasen verilecektir. Buna göre iyi olan her
şey islamidir ve osmanlıdır. İki amaç
arasında tezatlar bulunabilir, hatta bunların birbirini
inkâr ettikleri sonucuna dahi varılabilir, fakat bunun
fazla bir zararı yoktur. Zira Tanzimat, birbirini inkâr
eden fikirler ve kurumlar arasında bir bocalama olmuştur.
Tanzimat zihniyeti
kurumlara da yansımıştır. Meclisi Vâlâyı
Ahkâmı Adliye, Danıştay ve Yargıtay
yetkilerine sahip, Tanzimat doktrinini hukuk alanına
çıkaracak en önemli organ olarak kurulmuştur.
Ceza Kanunnamesi Hümayunu, 1846 tarihli idari kanun Ticaret
Kanunu bu heyetin çalışmalarının eseridir.
Kaza alanında da önemli bir değişme
kaydedilmiştir. Adalet teşkilatındaki bir çeşit
laikleşmenin eski mahkemelere ilişilmeden ortaya çıktığını
görmek mümkündür. Şer’iye Mahkemeleri
yanında Hristiyan unsurun ihtilaflarını çözmekle
ödevli Cemaat Mahkemeleri ve gene Karma Ticaret ve Asliye
Mahkemeleri kurulmuştur. Askeri alandaki yenilik özellikle
belirtilmelidir. Orduda batılılaşma yönünde
kaydedilen birlik daha da kuvvetlendirilmiştir. Doğulu
kadro ve Batılı teknik ikiliğinin kaldırılıp,
ilk defa olarak askerliğin milli bir ödev olarak tesisi ve
eşitlik esaslarına bağlanması, yeniçeriliğin
ilgasından beri birliğe kavuşmuş olan bu
müesseseyi daha mütecanis ve Batılı bir yapıya
kavuşturmuştur. Tanzimat ikiliği, askeri alanı
tesiri altında bırakamamıştır. Ordu fikri ve
fiili çatışmaların dışında
kalarak kendine has gelişme serbestliğine kavuşmuştur.
Asıl mesele, Tanzimat’ın ilmiye sınıfı
karşısındaki tutumu ve öğretim alanında
almaya çalıştığı tedbirler olmuştur.
Medrese, Tanzimat’a da karşı koymuştur. Tanzimat
milli eğitim alanında medreseye dokunmamıştır,
fakat metoduna sadık kalarak onun yanında darûlfünun
(üniversite) orta ve ilkokullar kurmuştur. Birbirini
reddeden akılcı ve skolastik iki zihniyetin temsilcileri
bir arada ve aynı ödevlere sahip olarak bırakılmışlardır.
Medrese, teokrasinin, yeni okullar ise Batılılaşmanın
lideriydiler. Medrese ve ulema ilk fırsatta nüfuz ve
hâkimiyetlerini sınırlayan Batı örneğinde
kurulmuş eş müesseselerden kurtulmak istemişlerdir.
Doğu ile Batı’nın yan yana yaşatılmak
istenmesi bu devrede kesin şeklini almıştır.
Bundan böyle, imparatorluğun son günlerine kadar,
ıslahat hareketleri belli ve değişmez meselelere uygun
olarak gerçekleşme yoluna gireceklerdir. Problemler artık
kesin şekillerini almaktadırlar.[16]
Tanzimat’tan sonra
eski Osmanlı bürokrasisi bozulmaya başlar. Devletin
güçlü zamanlarında, bürokratların
“padişah ve hanedan”a mutlak bağlılığı
vardı. Tanzimat’la birlikte bu bağlar yerinden
sarsılmıştır. Bürokrasi kendini düşünen
bir sınıf haline gelmiştir. Bürokrasi çıkarlarına
“devlet menfaati” adı verilmiştir. O dönemde
memurların maaşı, bugünkü noterlerin
gelirlerine benziyordu. Ayrıca memurlara, belirli ölçüde
hizmet güvencesi de verilmişti. “Salla başı
al maaşı”, “Allah’tan sağlık
devletten aylık” gibi özdeyişler, yönetim
kültürümüze bu dönemde girdi. Bu dönemde
padişahın otoritesi ve karar alma yetkisi fiilen
bürokrasiye geçti. Dolaysıyla bürokratların
ülke yönetimindeki güçleri arttı. Zaman
zaman bürokrasi ile padişah arasında otoritenin
paylaşımı konusunda tartışmalar da ortaya
çıktı.
Rüşvet,
yolsuzluk ve adam kayırma, Tanzimat sonrası Osmanlı
yönetiminin hastalığı olmaya devam etti. Bu
hastalığı önlemek için çıkarılan
kanunlar, söz konusu hastalıkları azaltmadı,
aksine artırdı. Bürokrasi nedeniyle resmi işlemlerin
uzun zaman aldığını gören halk, memurlara
rüşvet vererek bunları hızlandırma yolları
aradı. Bahşiş, rüşvetin karşılığı
olarak bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Tanzimat’ta bürokrasi-halk zıtlaşması daha
belirgin hale gelmiştir. Reformlar, halkın günlük
hayatında gözle görülür bir iyileşme
getirmemiştir. Osmanlı bürokrasisi, kendi halkından
daha çok, dış çevrelerin talep ve etkilerine
açık hale gelmiştir.
Eskiden dini bağlar,
imparatorluğu ayakta tutuyor, yöneticiler ile halkı az
çok birbirine bağlıyordu. Tanzimat’tan
Meşrutiyet’e, Cumhuriyet’e doğru, bu
bağın ad , Batı taklitçisi sivil ve asker
bürokratlar tarafından, gittikçe daha fazla
koparıldığı görüldü. Okumuşlar
halka yabancılaştı. Adeta dini, dili, yaşayışı,
refahı, zihniyeti, çıkarları büsbütün
ayrı olan sömürge memurları durumuna geçtiler.
Onlara göre “modernleşmek” dinden kopmak,
dindar zümreleri ezmek ve halktan uzaklaşmak şeklinde
anlaşıldı. Türk toplumunun değerleri,
törenleri, kanunları, eğitim, ahlâk ve ülküleri,
hatta zevk ve sanatı bu Avrupa sevdalısı bürokratlarca
küçümsendi.
Tanzimat’tan
sonraki bürokrasinin açık bir görünüşü
de “siyasetçi” oluşudur. Bu siyaset, devletin
başını birkaç defa yediği halde,
bürokratlar bundan vazgeçmemişlerdir. Bugün de
hukuk ve adalet kurumlarında dahi sürüp gitmektedir.
Askeri ve sivil bürokrasi, bir iktidarı çıkarlarına
aykırı bulduğu zamanlarda, 1876’dan 1971’e
kadar ihtilâller bile yaptırarak devleti sarsmaktadır.
Devletin çökmesi dahi bürokrasinin umurunda
olmamaktadır.
Bürokrasinin
merkeziyetçi yapısı, insanların en güvenilir
iş olarak memurluğu seçmesi, işe girmede
kayırmacılık, memurların iyi ücret alması,
toplumda seçkin bir sınıf olarak görülmesi
gibi özellikler Osmanlı’nın Cumhuriyet
yönetimine devrettiği mirastır. Devlet kavramına
atfedilen kutsallık memurların itibarını artıran
temel faktör olmuştur. Kısacası bugünkü
hantal bürokratik yapının temelleri Tanzimat döneminde
atılmıştır.
Sonuç olarak,
idari, sosyal ve ekonomik alanda gelenekçilikten uzaklaşılması
ve kaçırılan yeniliği elde etme çabası
ve bunun karma ikili görünümü bize Tanzimat’ı
verir. Osmanlılar Batı’nın ilerlediği
dönemlerde teknolojiyi, gelişimi takip etmemişlerdi.
Batı’ya ait araçların, kurumların,
yasaların gerekli olduğu inancı Osmanlı’da
yer ettikten sonra Osmanlılar’da yenileşme
hareketleri görüldü. Gelenekçiliği kendi
örf ve âdetlerini bir kenara ittiler. Artık onlar
İngiliz, Fransız beyleriydi... Halktan kopuk uzak
yaşıyorlardı. Bunları günümüzde
Ankara’da da görmek mümkündür.
“Tarihçinin
ödevi ve görevi geçmişi sevmek ya da geçmişten
kurtulmakdeğil, bugünü anlamanın anahtarıolarak
onu öğrenip anlatmaktır.”
KAYNAKÇA
Halil İNALCIK,
“Osmanlı İmp. Toplumu ve Ekonomisi” Eren yy.,
İst. 1993.
Ahmet KABAKLI,
“Bürokrasi ve Biz”, Boğaziçi yy., İst.
1976
Tarık Zafer
TUNAYA, “Batılılaşma Hareketleri”, Yeni
Gün yy. 1999.
Bilal ERYILMAZ, “Kamu
Bürokrasisi”, İzmir 1993.
[1]
TUNAYA, Tarık Zafer; “Batılılaşma
Hareketleri”, Yeni Gün Yayıncılık, 1999,
s:10-11
[2]
TUNAYA, Tarık Zafer; a.g.e., s:15,27
[3]
TUNAYA, Tarık Zafer; a.g.e., s:42
[4]
İNALCIK, Halil; Osmanlı İmp. Toplumu ve Ekonomisi,
Eren yy, İst. 1993
[5]
İNALCIK, Halil; a.g.e., s:363
[6]
İNALCIK, Halil; a.g.e., s:364
[7]
İNALCIK, Halil; a.g.e., s.365
[8]
İNALCIK, Halil; a.g.e., s.370
[9]
İNALCIK, Halil; Tanzimat ve Bulgar Meselesi, Ankara 1943, s.76
[10]
Ziya Paşa, Arzıhâl (İNALCIK, Halil; a.g.e.);
İstanbul 1372
[11]
KABAKLI, Ahmet; Bürokrasi ve Biz, Boğaziçi yy.,
İstanbul 1976, s.61
[12]
ERYILMAZ, Bilal; Kamu Bürokrasisi, Mayıs 1993 İzmir,
s.10
[13]
ERYILMAZ, Bilal; a.g.e., s.11
[14]
KABAKLI, Ahmet; a.g.e., s.62
[15]
KABAKLI, Ahmet; a.g.e., s.64-65
[16]
TUNAYA, Tarık Zafer; a.g.e., s.47