19 Eylül 2010 Pazar

288 yıl önceki Türk kadınlarının sırları

Lady Montagu, dönemin Türkiyesi'ni tanımak ve tanıtmak için ülkeye gelen yabancılar arasında önemli bir isimdi. Çünkü kendisi hem yazar hem de İngiliz sefiresiydi.

Lady Mary Wortley Montagu, 1689 yılında doğdu. Kingston dükü olan babası onu gayet sağlam bir eğitim verilmesini sağlayıp, yetiştirdikten sonra Edward Wortley Montagu'ya verdi. Bu kişi çeşitli görevlerden sonra İstanbul'a büyükelçi olarak gönderildi. Londra sosyetesinin en gözde isimlerinden olan eşini de beraberinde Türkiye'ye getirdi. Üçüncü Ahmet zamanında Nevşehirli İbrahim Paşa'nın sadareti başlangıcında Türkiye'de bir sene bulunduktan sonra Londra'ya dönen Lady Montagu, o dönemin Türkiyesi'ni gayet canlı bir şekilde anlattı. "Türkiye'den Mektuplar" adlı eserinde, o dönemdeki Türk-Avrupalı farkını çarpıcı bir şekilde aktardı.

Lady Montagu, Edirne'den Lady Rich adındaki bir İngiliz asilzadesi arkadaşına 1 Nisan 1717 tarihinde şunları yazıyordu: "…Yepyeni bir dünyadayım. Türk imparatorluğunun en güzel şehirlerinden biri olan Sofya'da gördüklerini size anlatmadan geçemeyeceğim. Burasının ılıcalarıyla meşhur olduğunu ve suyunun sağlığa pek fayda verdiğini öğrenmiştim. Hamam daima kalabalık. Burasını bir nevi eğlence yeri haline getirmişler. Sırf görmek maksadıyla Sofya'da bir gün kaldım. Tanınmayayım diye bir Türk arabasıyla dolaşıyordum. Bu arabalar bizimkilerinden tamamıyla başka türlüdür. Fakat burada seyahate çok daha elverişlidirler. Zira memleket o kadar sıcak ki güneşin ışıkları gözlere zarar verir. Türk arabaları daha ziyade Alman arabalarına benziyor, boyalı, yahut yaldızlı tahtalardan kafesleri var. İçlerinde de renk renk çiçeklerle beyitler birbirine karışmış. Döşemeleri zengin nakışlarla süslü ipek. Arabanın içindekiler, saçaklı perdelerle de gizlenebiliyorlar. İçerideki ise saçağı kaldırıp dışarısını arzu ettiği gibi ve kendi görünmeksizin seyredebiliyor. Bunlarda, dört kişi yastıklara dayanarak rahat oturabiliyor.

Saat ona doğru, bu arabalardan biriyle hamama, kaplıcaya gittim. Kadınlar burasını çoktan doldurmuşlardı. Kibar hanımlar yarım İngiliz altını verirlermiş. Ben de o kadar verdim.

Hamam üç kubbeli bir kagir bina. İçeriye ışık kubbelerden giriyordu ve her yer kafi derecede aydınlıktı. İlk kısım nispeten küçük. Burada kapıcı gibi bir kadın bekliyor, parayı ona verdik. Ondan sonraki kısım mermer döşeli. Çevresinde gene mermerden iki set var. Burası soyunma yeri. Daha içeride, sular, dört çeşmeden mermer kurnalara dökülüyor, kurnalardan da yere akıyor, kanalları takiben kaybolup gidiyor.

Hamamın diğer küçük kısımları mevcuttur. Buraları kükürtlü sularla o kadar ısınıyor ki elbiseyle durulamaz. Soyunma dairesine girdiğimiz zaman sırtımda at elbisem vardı. Bu kılıkta muhakkak ki garip görünüyordum. Hamamda iki yüz kadar kadın vardı. Bizim memlekette olsa, yabancı kılıktaki bir insanı görünce alay ederler, kulaktan kulağa fısıldaşırlar. Lakin bunlar hiç öyle çirkin bir harekette bulunmadı. Benim hakkımda birçok defalar, "Güzel! Pek güzel!" dediklerini duydum.

Soyunma kısmının ilk sıraları üzerinde şilteler, yastıklar, halılar vardı. Kadınlar buralara cariyeleri de arka setlere oturmuştu. Hiçbir kıyafet ve tuvalet farkı onlara imtiyaz vermiyordu. Hepsi de güzellikleri ya da çirkinlikleri meydanda çırılçıplaktılar. Fakat terbiye ve namusu tecavüz ettiren bir gülümseyiş bir tavır yoktu.

Bazıları ilahe kadar güzeldi ve Milton'un Hazreti Havva'da tasvir ettiği ihtişamlı eda ile dolaşıyorlardı. Hepsinin tenleri göz kamaştırıcı şekilde beyazdı. Saçları küçük örgülerle örülmüş, kurdela yahut incilerle sarılmış omuzlarına dökülüyordu. Burada şu düşüncenin gerçek olduğuna inandım: Eğer çıplak gezmek moda olsaydı, çehre ikinci planda kalırdı" Çünkü ben de bu kadınların vücutlarına hayran kaldım. Doğrusunu isterseniz, içimden, "Mr. Jervas da burada olsaydı da gizlice bunları seyretseydi" diyecek kadar hainlik duydum. Tahmin ediyorum ki, eğer ressam bu kadar güzel çıplak kadını bir arada görseydi, kimbilir sanatını ne kadar ilerletirdi? Bunların bazıları birbiriyle konuşuyor, bazıları iş görüyor, bazıları kahve veya şerbet içiyordu. Bazıları da sere serpe peykelerin üzerine uzanmıştı. Böylece hepsi değişik şekilde hareket halindeydiler.

Genellikle 17-18 yaşındaki cariyeleri de hanımlarının saçlarını örmekle meşguldüler. Kısacası, bu hamam şehre ait bütün haberlerin verildiği, dedikoduların yapıldığı bir kadın kahvehanesiydi. Hanımlar, genellikle buraya haftada bir kere geliyor ve en aşağı dört beş saat kalıyorlar. Halvetten çıkar çıkmaz da hemen soğukluk denen bölüme girdikleri halde üşümüyorlar. Bu beni çok şaşırttı. Aralarında en önemli olduğu anlaşılan bir hanım, yanına oturmam için bana ısrar etti ve soyunmama yardım etmek istedi. Bu teklifi zorla reddettim. Fakat, hepsinin ciddi olarak beni razı etmeye uğraştığını görünce, bluzumu çıkardım ve korsemi gösterdim. Bunu görür, görmez, üstüme düşmekten vazgeçtiler. Eminim korsemi bir çeşit bekaret kemeri sanarak, kocamın buluşu bu aleti, kendi başıma açamayacağımı sandılar. Gösterdikleri nezakete ve güzelliklerine hayran kaldım. Onlarla daha çok zaman geçirmeyi pek isterdim. Fakat Mr. Wortley, ertesi sabah erkenden yola çıkma kararlı olduğu için Justinien Kilisesi'nin kalıntılarını görmek için acele ediyordum. Halbuki burası bir taş yığınından başka bir şey değilmiş. Bu bana hüzün verdi. Allahaısmarladık madam, eminim ki hiç görmediğiniz ve bir erkeğin buralara girmesi görülmemiş bir şey olduğu için, hiçbir seyahat kitabında okumadığınız bir şeyi anlatarak sizi eğlendirdim.
"

Kadınlar erkeklerden özgür
Lady Montagu, bir başka mektubunda ise Türk kadınları ile İngiliz kadınlarını karşılaştırıyordu. 1 Nisan 1717 tarihini taşıyan bu ilgi çekici bu mektup ise yine Edirne'den Mar Kontesi'ne gönderilmişti. Uzun mektubun son bölümlerinde özellikle kadınlarla ilgili ilginç tespitlerde bulunuyor ve şunları yazıyordu: "…Bugüne kadar böyle güzel saçlı bir baş görmedim. Bir hanımın başında, tam yüz örgü saydım. Bunların hiçbirisi, takma saç değildi. Doğrusunu söylemek gerekirse, burada bizdekinden çok güzellik var, pek güzel olmayan kadın görünce insan şaşırıyor. Genel olarak dünyanın en çok yüz güzelliği burada. Gözleri de iri ve siyah. Size kesin olarak söyleyebilirim ki İngiliz sarayındaki güzel kadınların sayısı, buradakiler kadar çok değil. Genellikle siyah kaşlarını alarak güzel biçim veriyorlar. Gerek Türk, gerek Rum kadınları gözlerinin kenarlarına bir boya sürüyorlar. Bunlara uzaktan veyahut da mum ışığı ile bakılınca, gözler daha kara gözüküyor. Tahmin ediyorum ki bizim hanımlarımız bu sırrı öğrenseler, herhalde çok sevinirler. Fakat gün ışığında çok fark ediliyor. Tırnaklarını kırmızı renge boyuyorlar. Doğrusunu ararsanız, ben bu modada bir güzellik göremedim.

Ahlak durumlarına ve davranışlarına gelince: Harlekin'in fikrine kapılarak diyebilirim ki: "Sizinkiler nasılsa, bunlar da öyle…
" Türk hanımları da Hıristiyan kadınları kadar dine aykırı işler yapıyorlar. Şimdi onların alışkanlıklarını biraz öğrendiğim için bunları anlatan yazarların gösterdikleri örnek derecedeki sıkı ağızlılığa, yahut da son derece budalalığa şaşıp kalıyorum. Türk kadınları gerçekten çok özgürlüğe sahipler. Bunu anlatmak çok kolay. Hangi sınıftan olursa olsun, burada bir kadın yaşmaksız sokağa çıkamaz. Bu, iki örtüden ibarettir. Biri, gözden başka, yüzün her yanını kapatır. Öteki örtü de başının bütün süslerini örter ve arkadan bele kadar sarkar. Vücutlarının bütün biçimi de ferace denilen bir giysi ile saklanıyor. Hiçbir kadın, bunsuz sokağa çıkamıyor. Kolları dar olduğu gibi, parmaklarının ucuna değecek kadar da uzun. Böylece, vücudunun her yanı örtünmüş oluyor.

Feraceler, kışın kalınca bir kumaştan, yazın da ince ipekli kumaşlardan yapılıyor. Bir ferace, kadınların vücudunu öyle sıkı tutar ki, hanımefendi ile cariye ayırt edilemez. En kıskanç bir kocanın bile¸ karısı ile karşılaştığı zaman, onu tanıması çok zordur. Hiçbir erkek, sokakta giden bir kadına ne dokunabilir ne de onun arkasından gidebilir. İşte bu değişmez, tanınmaz kılıkta olmak hali, bu kadınların kim olduklarının anlaşılması tehlikesini ortadan kaldırmıştır. Onlar da bundan yararlanarak, tam bir serbestliğe kavuşmuşlardır. En çok çevrilen entrikalardan biri, belirli bir Yahudi dükkânında buluşmak için, sevgiliye haber göndermektir. Zira, Yahudi dükkanlarının bizdeki Hintlilerin dükkanları gibi bu çeşit işlere elverişli olmakla adları çıkmıştır. Erkekler, ufak tefek bir şeyler almak bahanesiyle, bu dükkânlara giderek kadın avcılığı yaparlar. Böyle kadınlar da buralarda bulunurlar. Kibar hanımların, seviştikleri kişilere kimliklerini bildirmeleri, pek seyrek olur. Hatta bir erkeğin, altı aydan fazla bir süre ile bir hanımla mektuplaştığı halde, onun adını bilmemesi, şaşılacak bir şey değildir. Sevgilisinin suçunu ortaya çıkarmasından korkmayan, ahrette de suç yüzünden ceza göreceği hakkında bir bilgisi olmayan kadınların yaşadığı bir ülkede, kocasına bağlılık gösterenlerin ne kadar az olacağını, pek iyi tahmin edebilirsiniz. Oysa bizde birçok kadınlar vardır ki, bunlar, kocalarına karşı olan bağsızlıklarının ortaya çıkacağını bilseler bile, ne dünyada ne de ahrette ceza göreceklerinden korkarlar ve pervasızca her istediklerini yaparlar. Öte yandan Türk kadınları, kocalarının şikayetlerine de pek aldırış etmezler. Zira, kendi paralarına, kendileri hakimdirler.

Genel olarak, bu ülkenin serbest insanları, bence yalnız kadınları…Divan bile bunlara saygı gösterir. Bir paşa öldürüldüğü zaman, padişah hareme yani kadınlar dairesine verilmiş olan hakları geri almaz. Burası aranmaz. Ne varsa, paşanın dul karısına kalır. Harem hanımları, cariyelerinin üzerinde kesin otoriteye sahiptir. Yaşlanmış yahut da hanımefendi tarafından seçilmiş bir iki cariye dışında, kocası bunlardan hiçbirisinin yüzüne bakamaz. Bu erkeklerin, yasalar gereğince, dört kadın aldıkları doğrudur. Fakat kibar bir erkeğin, bu haktan faydalandığı görülmediği gibi kibar bir hanımın da buna katlandığına rastlanmamıştır. Şayet bir erkek, karısından başka bir kadını severse, ona ayrı bir ev tutar kendisine, bizdeki erkeklerin yaptığı gibi, mümkün olduğu kadar gizli gider.

Burada ileri gelen adamların arasında, yalnız Defterdarı tanıyorum. Bu kişinin emrinde pek çok cariyesi var. Yani konağın kendisine ait olan bölümünde. Bir cariye bir kere hanımın emrine verildi mi, artık hep onun emrinde kalır. Defterdarın çapkın bir adam olduğu söyleniyor. Hanımı, konaktan ayrılmadığı halde, kocasıyla dargın. İşte görüyorsunuz ya kardeşim, insanların davranışları arasında, bizim seyahat yazarlarının bizi inandırmak istedikleri kadar fark yok. Birkaç uydurma alışkanlıktan söz etsem, belki daha hoş olur. Fakat, benim, gerçek kadar hiçbir şey hoşuma gitmez. Eminim ki size de her şeyden çok gerçekten söz etmek gerek. Bundan ötürü¸benim sizin sevgili kardeşiniz olduğum gerçeğini tekrarlayarak mektubuma son veriyorum."

http://www.sabah.com.tr/Ramazan/EskiRamazanlar/2009/08/30/288_yil_onceki_turk_kadinlarinin_sirlari