Bundan 557 yıl önce İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed’in askeri ve entelektüel yetenekleri üzerinde nedense yeterince durulmaz.
29 Mayıs 1453 yani 557 yıl öncesinin son yıllarda tarih edebiyatımızda münakaşa konusu olduğu görülüyor. Bazı yazarlar fethin gerçek bir kuşatma ve zafer olmadığını, Konstantinopolis’in savunmasının çok yetersiz olduğunu, hatta çocuk ve kadınlara kaldığını bile söylüyorlar. Bu arada karadan gemi yürütme olayını tamamen reddediyorlar. Her şeyi bilenler (!) bu konuda sadece ve sadece okul tarih kitaplarındaki bilgileri ele alıp sözde çürütmekle meşguller. Fransızın tabiriyle “Bu açık kapıları omuzlamak” beş buçuk asır evvelki tarihin anlaşılması için hiçbir katkı sağlamaz.
Güya tabu düşünceyi değiştirecek olanlar ne tarih yazımını, ne 15’inci asır vesikalarını ne Türk ne Ceneviz ne Papalık arşivleri ve ne de Bizans Helen tarih yazıcılık kaynaklarını inceleyecek durumdadır. Hatta bu kaynakların modern örneklerini bile takip edemezler.
İkincisi; dönemin Osmanlı kaynakları üzerinde bilgi edinecek durumda değiller. Hatta bu yazarlardan birinin tamamen modern Türkçe kitaplar ve ecnebilerin çevirilerine dayandığını gördüm. Mesela kuşatma günlükleri ve gemilerin karadan çekilmesi gibi konularda Runciman ve Schlumberger gibi Türk milliyetçi ekolünü beslemeye niyeti olmayan, hatta fetih karşıtı Avrupalı yazarları bile pek kullanmadıklarına şahit oldum.
Tabuları yıkma gibi işlem tarih yazıcılıkta çok zordur; devamlı tetkik ve muhakeme gerektirir. Moda diye yapılacak iş ve izlenecek yöntem değildir.
Hıristiyanlık yakıştırması
Fatih 1432 doğumludur; Türkiye’de bu padişahın anasının kim olduğu tartışılıyor. Osmanlı resmi tarihlerinin verdiği isimler arasında İsfendiyaroğullarından Huma ismi ağırlık kazanıyor. Öbür delillerin kuvvetli olmaktan çok Fatih’e batılı bir akrabalık kazandırma niyetine dayandığı anlaşılıyor. Bu boştur; Osmanlı hanedanı aslında Sultan Orhan Gazi’den beri Romalılarla akrabadır. Malum; Halofera (Nilüfer Hatun) imparator İoannis Kantakuzinos’un kızıydı. II. Murad’ın eşi ise Sırp kralının kızı olup çocuksuzdu ve padişahın ölümünden sonra geri döndü. Fatih’in annesi olmadığı açıktır.
Fatih’in Hıristiyanlığından söz ediliyor. Arzu edilen bir yakıştırmadır. Ünlü Franz Babinger biraz kolaycı bir sansasyon anlayışıyla Vatikan arşivlerinde Papa II. Pius’un Fatih’e yazdığı davetnameden söz etti. Bunun gönderilmeyen bir müsvedde olduğunu çok sonraları Vatikan’ın gayretli oryantalistlerinden Peder Vincenzo Poggi açıkça ortaya koymuştur.
Fatih Hurufilere yakındı; katiyen oğlu ve halefi II. Bayezid gibi değildi ama öyle din dışı bir portre çizilemez. Kendisinde bir sofu karakteri arayanlar, olağanüstü askeri ve entelektüel yetenekleri üzerinde durmaz. Çapraz okumayı sevmeyen bütün okuyucu kitleleri gibi maalesef standart okuyucu kitlemiz bağnaz ve cüretkâr ifadelere bayılır. Bu her görüşe mensup olanlar için geçerli bir kuraldır.
Rönesans’ın renkli aydını
Fatih 21 yaşında İstanbul’u Rönesans tekniğinde savaşan bir ordu ile aldı. Ateşli silahları o ve kurmayları kadar etkili biçimde kullanan yoktu. Ne olursa olsun İstanbul savunması küçümsenecek bir savunma değildir ve muvaffak olabilirdi.
Fatih askeri bir gelenekten ve örgütlenme alışkanlığından geliyordu. İzleyen yıllarda Mora Yarımadası, Arnavutluk, Bosna, Eflak-Boğdan ve ahidname ile antlaşmalı olarak alınsa da Kırım Hanlığı, vira ile teslim alınsa da Trabzon Pontus imparatorluğu, kuzey Ege adalarının fethi ve Otlukbeli Savaşı’ndaki zafer bunu göstermektedir.
Zehirlenerek öldürüldüğü zaman sadece 49 yaşındaydı. Hiç şüphesiz ki büyük bir mareşaldi; ne o, ne oğlu ne torunu ne de torunun çocuğu Muhteşem Süleyman saraydaki yataklarında ölebildiler. Savaşçı bir ananeden geldi ve o ananeyi devam ettirdi. Bu sadece bir gerçektir. Bazı safdillerin akıllarınca bu gerçeğe hücum eden tarihçilik anlayışının kabulü bir yana, küçümsemeden takibi mümkün değildir.
Her şey zamanı içinde gözlenmelidir; tabii gözlenebilirse...
Bütün Rönesans döneminin doğu batı medeniyetine hâkim en renkli münevveriydi. Yunanca okur ve dinlerdi. Kusursuz bildiğini ne biz söylüyoruz ne kendi söylüyordu. Muasır İtalyan ve Rumlardan, bir de Topkapı Sarayı’nın Yazmalar kitaplığındaki “İliada” adlı yazmanın üzerindeki notlarından Yunancasının düzeyi anlaşılıyor. İtalyanca konuşuyordu, Farsça ve Arapça kalem sahibiydi.
15’inci asrın en büyük Türk hükümdarını ve entelektüelini anmak durumdayız. Türkiye’de milliyetçi olmadığını iddia eden düşünce sahipleri bile aslında üniversal tarih anlayışını kavramaktan çok uzak, yerel ve saplantılı kimselerdir.
İlber Ortaylı
(Milliyet, 30.05.2010)