Bugünkü dünyanın büyük çoğunluğu için başlıca dert olan sağlıklı seçim yapma, Türk demokrasisi için büyük sorun değildir. 14 Mayıs 1950’den beri bunu yürütmeyi başardık.
14 Mayıs 1950 seçimleri Türkiye tarihinde “Demokrasinin zaferi, demokratik hayata geçiş” gibi başlıklarla anılır. Benim gençliğimde çok yaygın olan bir görüşe göre, bu İsmet Paşa’nın bir hatasıydı ve zamansız olarak çok partiye geçiş nedeniyle rejim ve inkılaplar darbe yemişti. Taraftarlarına halen tek tük rastlanmakla birlikte bu görüş zaman içerisinde hayli değişmiştir; aksine 1950 seçimlerinin tarihi rolünü olağanın üstünde abartarak yorumlayanların da sayısı artıyor.
Türkiye’de sol 14 Mayıs 1950 geçişini tek partici bazı Kemalistler gibi ağa-kapitalist-kasaba tüccarının iktidarı olarak değerlendirme eğilimdeydi. Hatırlıyorum; 1960’larda Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki anayasa hukuku seminerlerinde Deniz Baykal bürokrasinin iktidarına karşı DP’nin bazı anti-bürokratik açılımlar getirdiğini ve halkın bu hareketi desteklemesinin neden gerekli olduğunu söylediğinde sınıfta itiraz edenler olurdu.
O tarihlerde Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Sosyalist Fikir Kulübü başkanı olan ve Marksist çizgiyi izleyen Hüseyin Ergün de olayı benzer şekilde tahlil ettiği için sosyalist arkadaşlarının hücumuna uğramıştı.
Değişiklik bütün toplumların en masum isteğidir. İmparatorluğun bedelini Anadolu ödedi. Arabistan çöllerinde, Kafkas eteklerinde, Galiçya’nın kışında şehit düştüler. Yoklukta çizilen vatan sınırı içinde iktisadi sıkıntıların ve asırların getirdiği birikimsizliğin bedelini ödediler. Tek parti iktidarının 20 yıl içinde insanlara refah ve aydınlık getirmesi düşünülemezdi. Türkiye mevcudu korumak için önce devlet olmak zorundaydı.
Devletin devlet olamamasının ne demek olduğunu 1950’li ve 60’lı yılların başında Suriye, Ürdün gibi ülkelere gittiğiniz zaman görürdünüz. Kanun ve nizamın yerleşmesi, bürokrasinin varlığını hissettirmesi, üretim yaptıramasa ve artıramasa bile bölüşümü kontol edilebilmesi küçümsenecek şeyler değildir.
Dünya şartları CHP’yi değişmeye çağırdı
Tabii ki hiçbir toplumun böyle bir düzeni mutlulukla benimsemesi söz konusu değildi. 1930’larda, hele 1940’larda harp içindeki devletin ana görevi nizamın koruyucusu olduğunu hissettirmekti. Savaş boyu Türkiye halkı çok sıkıntı çekmişti. Karaborsacılığa karşı, fakir köylünün üretimi ceberrut bir denetim altında tutuluyordu. O zamanın genç savcılarından merhum Şinasi Akgönenç bana şunu söylemişti: “Köylünün sakladığı beş-on teneke buğdayı müsadere ediyorsun, sonra onları silosuz ve katarların uğramadığı demiryolu istasyonlarında çürütüyorsun.” II. Dünya Savaşı’nın şartları buydu. Öte taraftan da karaborsa gene devam ediyordu.
Fakat İçişleri Bakanlığı’nın arşivlerinde tesadüfen bulduğum yazışmalarda tespit etmiştik. Türkiye çok az sayıdaki emniyet kuvvetiyle ağır dünya şartlarında asayişi sağlayabilmiş; isyan ve yağmayı önlemiştir. Köylüler mecburi çalışma düzeniyle madenlere indirilmiştir. Ama ülke kendi iptidai şartları içinde işleyebilmişti. Hayatını sıkıntısızca sürdürebilenler az sayıdaki memurlar ve çok daha az sayıdaki harp zenginleriydi.
Cumhuriyet Halk Partisi kadrolarını yenileyemeyen bir partiydi; partiye girip çalışmak bile bir nepotizm yani akraba ve yakın kayırıcılığı, imtiyazdı. II. Dünya Savaşı sonrası değişen dünya şartları, CHP’yi değişikliklere uymaya çağırdı ve itiraf etmeli ki; İsmet İnönü ve CHP bunu başardı.
Demokrat Parti CHP’nin çocuğudur. Celal Bayar Atatürk’ün sevdiği iktisat vekili ve son başvekildi. Adnan Menderes 1930 Serbest Fırka deneyimi sırasında Aydın il başkanıydı. En başta Atatürk’ün hiddetini celbetmiştir. Ama Atatürk onun sözlü ve yazılı raporlarından çok etkilenmiş ve onu CHP listesine aday koymuştu.
İlber Ortaylı
(Milliyet, 16.05.2010)